11 Nisan 2016 Pazartesi

ruhumun düğmelerini ilikleyemiyorum.

yalnızca içimde varolup, dışarı taşmak için fırsat kollayan, bir fırsatı bulunup kelimelerle tanımlandığı zaman ise alakasız cümlelerin yan yana dizilmesinden başka bir anlam ifade etmeyen bir şeyler var. eksiklik desen değil, fazlalık desen hiç değil. başka türlü. başka türlü bir şey. sanki herkes çiçek açarken ben tomurcuk kalmışım. sanki bir toplantıya herkesin zamanından erken gideceği tutmuş da, ben daha varamadan başlayıp bitirmişler.. bunların konumuzla alakası yok elbette, dedim ya, bu hisleri tanımlama çabasına girdiğimde saçmalamaktan öteye gidemiyorum. tam olarak hissedip hissetmediğimden bile emin değilim aslına bakarsanız. bazen bir tüy kadar hafifken, bazen de sanki bütün dünyayı sırtlayıp şınav çekiyormuşum hissi yaratıyor.
insanoğlu anlaşılmaya muhtaç. sevmekten, sevilmekten çok anlaşılmaya ihtiyacı var. ömrümüzü bunun farkında olmadan geçiriyor olsak da, arayışlarımızın çoğu bu sebepten. yeni tanışmaların, hevesli memnun oluşların, kaçamak bakışların, çapkın gülüşlerin, korkma ben varım'ların asıl sebebi bu. çünkü anlaşılmaya ihtiyaç duyuyoruz. çünkü kabul görmeye ihtiyacımız var. biri ya da birileri tarafından. bunun için de hitap edeceğimiz kitleyle asgari bir yakınlık kurmamız gerekiyor. bıktık yanlış anlaşılmalardan. doğru duyguları yanlış cümlelerle ifade etmekten yorulduk. eğreti gülüşlerden, yapay samimiyetlerden, platonik aşklardan. bu durumun itirazı için  mutlaka bir yerlere başvurmalıyız. ifade özgürlüğünün olduğu bir ülkede yaşıyoruz neticede.

bu satırları, aşka inancını yitirmiş biri olarak yazıyorum. bana göre, iki insanın birbirini aynı oranda sevmesi pek mümkün bir şey değil. bu işler terazi misali, hep bir kefe daha ağır basıyor, daha çok seviyor ve de yalnızca o taraf yaşıyor aşkı. diğer taraf tahammül ediyor sadece. belki memnuniyetle belki zorunluluktan. bilemiyoruz. etrafımız iyi yalan söyleyebilen insanlarla dolu. çoğu zaman, doğrusunu bildiğimiz yalanlara inanıyoruz göz göre göre. böylesi mutlu ediyor çünkü. biz yirmibirinci yüzyıl insanları olarak, gerçekler başımızın belası. özellikle de günümüzde, ilişkilerin artık tamamiyle strateji savaşına döndüğü bir dönemde, bu düşüncelerimi buralara yazmakta bir sakınca göremiyorum. şimdiye kadar yazmakta sakınca gördüğüm herhangi bir şey olmadı gerçi, canım ne istiyorsa oturdum onu yazdım. bazılarını sizinle paylaşmadım sadece, uyguladığım sansür bu oldu.
mesela, aranızda mutlaka bilenleriniz vardır. geçen nisandan beri, henüz var olmayan, daha önce tanışmadığım ama bir gün mutlaka karşılaşacağıma inandığım bir kadına, günlük tarzında notlar düşüyorum. bu not kumbarasının giriş tabelasında, ''bayan z'ye mektuplar'' yazıyor. -neden bayan z diye soracak olursanız, z işte, alfabenin son harfi. bu doğrultuda bir yol izleyerek başlığa dilediğiniz derinlikte anlam yükleyebilirsiniz. içinizde, kesin biri var ya, kızın adının baş harfi de z, falan diye düşünenleriniz olacak. yok lan vallahi, keşke biri olsa da böyle saçma göndermelerle falan etkilemeye çalışsam. ama nerde.-
içinde bulunduğum güne dair ne hissediyorsam ne yaşadıysam ya da ne yaşayamadıysam onları aktarıyorum, bir gün okuyacağını düşünerek. ümit ederek demek istemiyorum, çünkü ümit etmek bana pek yaramıyor. zaman zaman kendimi ikna ederek bir şekilde emin olmaya çalışıyorum. bazen aylarca yazmadığım oluyor, bazen bir günde onlarca sayfa yazıyorum. an geliyor, gülüşünü anlatıyorum sayfalar dolusu. insanın şahit olmadığı bir gülüşü tarif etmesi biraz zor oluyor tabi. olsun, biz tanrıyı da görmeden sevmedik mi? hem zaten, sanki nasıl güldüğünü değil de, nasıl gülmesi gerektiğini yazıyormuşum gibime geliyor. yine çakallık peşindeyim.
bazen abartıyorum. trip attığım bile oluyor hatta. gülmeyin, ciddi söylüyorum. bir gün gelirse ve ben onun bayan z' olduğuna emin olursam, o güne kadar yazdıklarımı bir kitap haline getirip ona hediye edeceğim.- adında z harfi olmasına gerek yok. böyle bir kota koyarak şansımı azaltmak istemiyorum. benim geniş kitlelere hitap etmem lazım arkadaşlar, bu yazıyı elden ele ulaştıralım lütfen.- bunu beceremeden ölürsem de, birileri bu saçmalıkları illa ki bir yayınevine gönderir bir gün.

bakınız; bir kafka değildik belki ama biz de çok okunmayacak mektuplar yazdık be.
üstelik mavi tık olmayacağını bile bile mesaj göndermek gibi bir şeydi bu..




''bazen bir şeyi ararken daha önce arayıp da bulamadığım başka bir şeyi buluyorum. o zaman daha iyi anlıyorum ki; doğru şeyi bulmaktan çok, doğru zamanda karşılaşmak önemli..
konuyu illa ki aşka bağlamak gerekirse, bu aşkta da böyle...''

6 Nisan 2016 Çarşamba

doğduğum ev gecekonduydu.pencereden dışarı baktığımda yalnızca bahçedeki ağaçları görebiliyordum. dünyam da o kadardı zaten. bacaklarımı demir parmaklıklar arasından sallandırır, o zamanlar şimdiye oranla daha popüler olan bayat ekmek/domates menüsünü afiyetle yer, bazen dünyanın hakimi olduğumu, bazen de dünya kupası finalinde gol attığımı falan hayal ederdim. o pencereden, gündüzleri güneş ışığı, geceleri de sokak lambasının etrafa yaydığı aydınlık dolardı içeri. o zamanlar da devrik cümleler kurmayı severdim ama yazmak gibi saçma fikirlerim yoktu. ki hala kalemi bi değişik tutar, harfleri de tersinden yazarım. ters adamım, bilirsiniz.
bazen annemin elinde poşetlerle kapıdan girmesini beklerdim o pencerede, bazen de kar tanelerini seyredip, yerlerin daha çok kar tutması için tanrıya dua ederdim. tabii o zamanlar tanrıya, allah demek gerekiyordu. bende bu düzeni bozmuyordum. o kadar çok dua ederdim ki çocukken, inanın bana o dönemler cami imamı olmayı muhtemelen bir soruyla falan kaçırmışımdır. üstelik de her gece aynı şeyleri dilerdim. her gece. al capone kadar şanslı da değildim. tanrının çalışma sistemini öğrendiğimde büyümüştüm ve o hayallerimin de artık hiçbir anlamı kalmamıştı. büyümek, bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şey. hayır abartmıyorum, gerçekten öyle. ben kendimi bildim bileli büyümekten nefret etmişimdir. yaşıtlarım, yaşlarını bir yaş büyük söylerken, bir an önce büyümek isterken, benim çocukluğum hep bir önceki senemi özleyerek geçmişti. dedim ya biraz ters adamım. genelde çevremdekilerle aynı fikirde olmamaya gayret gösteririm. herkes benimle aynı fikirdeyse, artık orada kalmak için bir sebep kalmamıştır. kalmak için bir sebep yoksa sonunu düşünmeden gitmeli insan. bazen de gitmemek için bir sebep yoktur, o yüzden gidersin ama bu konulara pek takılmamak lazım.
neyse konumuza dönelim. çocukluk filan derken büyüdük, eski masum bakışların yerini biraz daha sinsi, biraz daha nabza göre şerbet veren bakışlar aldı. çıkarımız olmadan bakkala bile gitmemeye başladık. ben bunu pek yapmazdım gerçi, ebeveynler beni sever. dedim ya nabza göre şerbet verdiğimiz yıllardayız. salt iyilik, salt kötülük yok artık. birini iyi ya da kötü diye sınıflandırmak 90'lara göre daha zor, 80'lere göre imkansız. 80'lerde sen yoktun ki oğlum diyenleriniz olacak, işte bu tip insanlar hayatı boyunca bütün güzelliklere uzaktan bakıp, artı yönlerini inceleyip keyif almak yerine, bir eksik bulsam da eleştirsem kafasında olan, bütün herkes ağaca dalarken, yerden düşenleri toplayan, bisikletiyle kimseye tur vermeyen, o şişko ve sivilceli çocuklar. bunları mahalle maçlarında adam eksik diye kaleye geçirirdik, bilerek gol yerlerdi. hala aynılar. mümkünse onları dışarıya alalım.

evet fazlalıklardan da kurtulduğumuza göre, asıl konumuza tekrar dönelim.
sonra yıllar geçti, çocukken uçuk hayaller kurduğum o pencereyi bir öğlen vakti yıktılar. demirlerini söküp bir hurdacıya sattım. bunu yaparken de hiç utanmadım nedense. o parayla gidip dondurma falan almışımdır muhtemelen. şimdi tam hatırlamıyorum. vefasızlığın vefasızlık sayılmadığı, dondurma almak uğruna her türlü çakallığın meşru olduğu yıllar. yüzümüzdeki sivilcelerden mimiklerimiz anlaşılmıyor. haliyle sürekli gülüyoruz, ağlanacak halimize..
bir kaç ay mahalledeki başka bir binanın giriş katında oturduk.  bir kızla ilk kez o evde öpüşmüştüm. benim için uğurlu bir evdi. alkole başlayıp günümüzü gün ediyorduk. sanırım lise yılları. o evde saçma sapan zamanlar geçiriyordum. o kadar kalabalıktı ki etrafım, abartmıyorum, her hafta bir doğum günü kutluyorduk. şimdi düşününce bana da aramızda dümen yapanlar varmış gibi geliyor. ama tabi o zaman herşey tıkırında, üfle güneş sönsün, dünya götüme dönsün modundayız. hatta bir ara msn nick'i bile yapmıştım bunu.
gelelim şimdiye. şimdi o vişne ağaçlarının, o mavi demir parmaklıkların olduğu yerde beş katlı afili bir bina var. eskiden iki oda bir salon konseptinde yaşarken şimdi iki katlı, toplamda altı odanın olduğu, ama bir odadan diğer odaya kimsenin seslenmediği bir tuğla yığınında yaşıyoruz. bu evin tek iyi yanı, ilkokulda su içmek için o bize uğradığımızda ''eviniz de hiç güzel değilmiş lan'' diyen orospu çocuğu mustafayla karşılaşıp, gel lan kalacak yerin yoksa bizim odalardan birini ayarlayayım, bize fazla zaten, diyebilme ihtimali. insanlara gösteriş yapmaktan ve gösteriş yapan insanlardan nefret ederim. şu hayatta en çok nefret ettiğim ilk üç şeyden biri. beni yakınen tanıyanlar bilir bunu. -ama şimdi yani mustafacığım, orospu çocuğu olmasan, zaten o cümleyi kurmazdın. o yüzden hiç darılma gücenme yok. belki birgün bunları okursan, hani bir öğlen vakti, yanlışlıkla(!), sol dizimin çenene çarpması sonucu üst dişlerinin kırıldığı o günü hatırla.  seni seviyorum.

az önce pencereden dışarıyı seyrettim. eskiden yalnızca kiraz ağaçlarını, sokak kaldırımlarını, bahçe duvarlarını görüyorken, şimdi şehrin yarısını görebiliyorum. -gerçi bunun için ayaklarının altına bir tabure almak ve biraz da parmak ucuna kalkmak gerekiyor ama olsun. bunlar hep çarpık kentleşme. che olsa belki karşıdaki binayı yıkardı, manzarayı bozan tek yapı o çünkü. bense sadece, yazları o binanın çatısına erik çekirdeği falan fırlatabiliyorum. keşke kübalı doğsaydım.. bazen bunu düşünüyorum-

düşündüm bir süre, eskiden o daracık manzaradan, gördüğüm o ufak tefek silüetlerin bana ifade ettiği anlamlardan ne çok mutlu olurdum. yansımalar azdı, tablo ufaktı belki ama mutluluklarımız kocamandı. eskiden olsa pencerede domates ekmek yerken mutlu olurdum, şimdi balkonda kebap yerken, yaşamın sırtıma bindirdiği yükleri hissediyorum..

kapatalım, bu konudan sıkıldım. bunlar, az evvel hunharca şınav mekik çeken biri için fazla iddialı cümleler. böyle havalarda insanın içini dökebileceği biri olmalı hayatında. okanın merveyle nispet yaparcasına konuşmaları canımı sıkıyor. kaç yıl oldu ayrılırlar diye bekledik, yok. bana mısın demiyorlar. ben bi de bu ikilinin yanında üçüncü kişi olarak tatile gittim. gerçi okanın merve için defalarca istanbuldan adanaya gidip gelmesini de göz ardı etmemek lazım. ben olsam burdan eminönüne gitmezdim.  adam mecnun oldu, dağları deldi..
benden bi bok olmaz. mahirin bile nazlısı var, ben hala damsız girilmeyen mekanlara kapıdan bakıyorum.
galiba bunlar hep küresel sermaye. cinsiyetçi söylem olarak algılamayın ama, sermayenin de mustafanın da avradını sikeyim.

1 Nisan 2016 Cuma

tanrı şöyle buyurdu bir konuşmasında; hepiniz merhemisiniz birbirinizin, ilacısınız.. bir başınıza iyileşmenizin mümkün olmayacağı şekilde yarattım sizleri.

sözünü yarıda kesip, ama sayın tanrım diye çıkışıyorum. tanrının sözü kesilir mi hiç, patavatsızlık benimkisi. ama sayın tanrım bir tutam sevgi vardı benim avuçlarımda. bilmem kaç sene koyacak yüksekçe bir yer aradım. ee haliyle bulamadım tabii. bulduğumu sandığım zamanlar oldu evet, gelip  itinayla sevgimin üzerine bastılar..

elimde rengarenk balonlar, sıkı sıkı tutmuşum iplerinden. gökyüzüne salmak için müsait bir yer arıyorum. birileri elinde iğneyle bekliyor mütemadiyen. ve asla yorulmuyorlar. bu kişileri de sen yarattın sayın tanrım. neden?
üzerinde toz birikmesin diye üfleyip durduğum umutlarıma ayakkabılarıyla girdiler..
neden sayın tanrım, bu kötülükleri, bu kara geceleri, bu iflah olmaz susuşları, bu kavuşamamaları da sen yaratmadın mı? biz sana ne kötülük yaptık.
çocuklara kıyıyorlar sayın tanrım, çocuklara kıyıyorlar. ve hatta kuşlara ve hatta köpeklere ve hatta rengarenk balonlara.
kırlarda koşmak yerine, çiçekleri koparmaya geliyorlar, neden?
bu kötülük yağmurundan kaçıp, yaşamak için sığındığımız sundurmalar başımıza yıkılıyor. tamam bu evleri sen yaratmadın. ama bu gökyüzü sana ait değil mi?
hepimizin iki tane böbreği var mesela, iki tane kulağı.. yani  ne gerek vardı ki şimdi iki tane böbreğe. şöyle irice bir kalp yaratsaydın ya. herkese yetecek kadar da sevgi koysaydın içine.
gökyüzünü dumana boğduk, masmavi denizleri kirlettik, kırmızı ışıkta beklemeyi bir türlü öğrenemedik. bize herşey müstehak. biliyorum. ama bir şeyler yapamaz mıyız?
kulunuz sonuçta. evladın sayılırız bir nevi.
bizi yaşamak için gönderdiğin bu gezegende, biz yalnızca ölmemeye çalışıyoruz. başka türlüsü gelmiyor elimizden.
bir şeyler yapamaz mıyız?