amansız bir hastalığa kapıldı zihnim. adına anlamak diyorlar. ruhuma batan sivrilikleri törpüleyen gerçeklerle yaşıyorum bu tavan arasında. bir halı, bir yatak, bir vitrin, bir masa. az eşya çok huzur derlerdi, hani?
öyle yokum ki anlatamam. o kadar azım ki kendime, bir başkasını hiç anlatmayayım bile. hoş, anlatsam da kim anlayacak sanki. kurduğum cümleler arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbeklerinden öteye gitmiyor. hergün sokakta karşılaştığım insanlarla aynı dilde yaşamıyoruz, aynı dilde ağlamıyoruz.
yalnızlığımın etrafı uçurumlarla dolu ve tanrı insanları kanatsız yaratıyor. bunun suçlusu ben miyim? felaketlerimin dibini göremiyorum. düşüşlerim süzülerek gerçekleşmiyor artık. çarpa çarpa ilerliyorum zemine doğru ve nedense birileri sürekli eşeliyor zemini, dibe varamıyorum. bunları hakedecek ne yapmış olabilirim diye düşünüyorum. saat üçü ondokuz geçiyor. saat üçü ondokuz geçiyor. şuan geçen tek şey bu. kalıcı yaraları gırtlağımda topluyorum. yutkunduğum kan, zifiri, siyah. gözlerim nemli, ağlayamıyorum. bir yerden sonra kanamaz diyen kitaplar nerede? bir yerden sonra acımaz, diyenleri penceremden içeri bakmaya davet ediyorum. bütün uzuvlarım birbirinden nefret ediyor. ışıkları açamıyorum. bakamıyorum pencereden. bir sigara yakıyorum, karanfili bile kendimi zehirlemek için kullanıyorum. bilmiyorum başka türlüsünü. şikayet edeceğim hiçbir şey yok, yarın yine aynı günü seyredecek olmanın dışında. şikayet etmek bir şeyi değiştirmiyor. yarın sabaha uyanamayacak olsam ne kaybederim? merak etmiyorum. saat üçü yirmidört geçiyor. geçen tek şey bu.
nefes almak istiyorum, kim örtüyor pencerelerimi? uzanıp bir şeylerden tutmak istiyorum. bir şeylerden tutunmak istiyorum. bir şekilde ayakta kalmalıyım. yaşamak yetisini kaybettim. eskiyorum. bu eller benim mi?
insan kendi haline bakıp bakıp ağlar mı? ağlar. peki kaç gece?
kuşlar uğramaz oldu gittiğim yerlere, ki ben kuşları çok severim. ben çocukken hiç kuş vurmadım. ben çocukken kuş vurmadım. kedileri tekmeleyen de ben değilim. biliyorsun işte tanrım, uzun uzun anlatmayayım.
kül olan çocukluğumu üflüyorum bileklerimden. yaşama sevincimi ruhumdan aldılar, narkozsuz üstelik. iyileşmek uzak bir ihtimal, bari ruhuma anestezi istiyorum.
hissizlik güzeldi eskiden. artık hissediyorum tenime batan her bir iğneyi.
kanamak, bir yaşama biçimi olabilir mi tanrım?
tükenmek istiyorum artık. ruhum, daha bitmedi, diyen umut zerrecikleriyle savaşıyor geceleri.
bir çift göz arıyorum. görmek için değil, anlamak için bakan bir çift göz. ama kim beni neden anlasın ki. hem insan insanı anlayıp da ne olacak.
ruhumda üzüntümü gizleyecek köşe kalmadı.
azalıyorum, azalıyorum, bitmiyorum..
annem seyrediyor beni uzaktan, annem üzülmesin. annem üzülmesin diye uzak durduğum ne çok şey var. ve bunları yalnızca sen biliyorsun..
bilmeyenlerin ihmaline gücenmiyorduk, peki. bilip de kılını kıpırdatmayanlara, bilinçli susanlara ne zaman hesap soracağız. ne zaman hesabını soracağız bu planlı adaletsizliklerin. bu karanlık geceleri ne zaman aydınlatacağız. ne zaman sonlanacak bu çığlıksız düşüşler.
çığlıksız düşüşler diyorum. haykırışlar, yaşama umudunu temsil eder. umut yoksa çığlık da olmuyor tanrım.
bildiklerimi unutmak istiyorum. unutmak iyileşmenin diğer adıdır. bunu bir kitapta okumadım. keşke öğrendiklerimi bir kitaptan okumuş olsaydım diyorum bazen. ateşin yakan bir şey olduğunu öğrenmek için yangınların ortasına bırakılmasaydım.
adalet tecelli etmiyor. adalet tecelli etmediği gibi teselli de etmiyor. zaten adalet insanı teselli edecek bir şey değil ki. kendi adaletini kendin sağla diyorsun bazı rüyalarda ama intihar günah diyen de sen değil misin tanrım?
yeminle büyük ikramiyede gözüm yok, bari bir amorti vursun, bedenimde sakladığım şu ucu yanık yaşam biletine..
annem ki, karınca tökezlese gözleri dolar,
annemin en büyük günahı ben miyim tanrım?
sana biraz rahatsızlık veriyorum ama,
emin miyiz tanrım, söylendiği gibi,
gerçekten bizi seyrediyor musun yukardan?
30 Ekim 2016 Pazar
18 Ekim 2016 Salı
onlardan değilim. beni yeryüzüne bağlı tutan köklerim yok. sert bir rüzgarda uçup gidecek gibiyim. yaşamak benim için, sert fırtınalara kapılıp uçup gitmemek çabasından öteye gidemiyor. felaket anlarında sığınılacak evlerin adresini bilmiyorum. özlediğim insanların hepsi çoktan ölü. beklentilerim bu dünyayla bağdaşmıyor. uzun vadeli hayaller kuramıyorum. kısa vadeli hayallerim, ne olur artık sabah olsun, kalibresinde. bunları bana acımanız için yazmıyorum, beni tanımanız için de yazmıyorum; aslına bakarsanız bunları okuyun diye de yazmıyorum. bütün odaları boş bir evin içindeyim günlerdir. etrafa dağılan kıyafetlerden, tozlanmış masalardan, aralıklı duran perdelerden, pencere önündeki kurumuş çiçekten, hemen yanımda duran akoru bozulmuş gitardan başka sohbet edecek kimsem yok. yani kimsem yok derken, gerçekten kimsem yok. hergün duyduğunuz şımarık yalnızlık naralarından değil bu. salt, koyu, gerçek ki ne gerçek bir yalnızlık. kimse gözyaşlarımı duymuyor. mutlu olsam paylaşacak kimsem yok. -biraz düşünün, paylaşacak kimseniz yoksa mutlu olmak da gereksiz bir eylem aslında.-
insanın anlatmak için çırpındığı şeylere susması ne acı. ama çocukken de böyleydim ben. ketum çocuktur, derlerdi teyzeler, amcalar benden bahsederken. ne saçma laf.
dokuz gün önce bu saatler hayatımın dönüm noktasıydı. dokuz gün önce, bir gecede dokuz sene daha büyüdüm. ruhum bedenimden otuz yaş daha yaşlı görünüyorken üstelik. bakın bunu ben söylemiyorum, bunu bana, başını omzuma koyarak ağlayacak yakınlığa sahip insanlar söylüyor. sen bir kara deliksin, dedi geçenlerde biri. etrafındaki bütün güzellikleri içine çeken, yanına yaklaşan herkese zifiriliğini bulaştıran, bütün beyazları kirleten bir kara delik. yanında olmak isteyen insanlar senin bu karanlığını sevdikleri için yanındalar. ama olur da birgün aydınlığa çıkarsan herkes sana değiştiğini söyleyecek. daha da yalnızlaşacaksın. çünkü aydınlıkta uyumayı beceremeyen sen, aydınlıkta yaşamayı hiç beceremezsin. toprağından arınmış bir ağaç gibi, çürürsün günden güne...
gülümsedim. epey iddialı laflar bunlar. ama haksızdı da diyemem. son bir yıldır tanımadığım insanlardan aldığım bütün mesajlar da onun bu tezini doğrular nitelikte.
devlet büyükleri acilen hayatıma el atmalı. bu bir suç duyurusudur. kamuya zarar veriyor varlığım. bana her şeyi unutturacak, her şeyi unutturmasa da yaşamayı sevdirecek, yaşamayı sevdirmese de hayata ve insanlara tahammül etmemi mümkün kılacak sihirli bir rütuşa ihtiyacım var. muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız için benim gibilerin hayatına acil müdahale edilmeli. hayır bari bi kayyum falan atayın. tek başıma idare edemiyorum bu hayatı. rayından fırlamış trenler gibiyim. içimdekilerle beraber şehrin en işlek caddesine dalacağım bir gün. bilanço çok ağır olacak. kendimi ihbar ediyorum, söylemedi demeyin.
kalabalık caddelerde yürürken varlığımı sorguluyorum bazen. ne kadar varım lan ben, yoksa yok muyum? ciddi ciddi düşünüyorum bunları. sonra birine çarpıyorum bilerek, sarsılıyor. heh tamam diyorum, var mışım. bu iyi. hala varım. peki bu ne zamana kadar devam edecek? ne zaman varlığımı sorgulamak için kalabalık caddelerde birilerine çarpma ihtiyacı duymayacağım? ne zaman istemli olarak yan yana yürüyeceğim birileriyle. ne zaman birinin ellerinden tutup; bak bu kuyuları görüyor musun, işte ben bu kuyuların hepsine düştüm. bu kuyuların hepsinde tırnak izlerim var. bu yüzden böyle kirli üstüm başım, bu yüzden bu haldeyim, diyeceğim. ne zaman anlayacak o birileri beni.
yıllardır yokluğuna mektuplar yazdığım duygularla ne zaman bir köşebaşında karşılaşacağım? bana tarih versinler. nerede bu devlet?
zihnim bedenimi ele geçirdi. bütün dünyam kafamın içinde yankılanan seslerden ibaret. beni dinleyin demiyorum size ama beni dinlemiyorsanız susturun. yok sayın. ama rica ediyorum var mışım gibi davranmayın. samimiyetsiz gülecekseniz gülmeyin bana, yüzüme karşı küfür edin, ailemi katmayın ama sikerim yapacağınız işi. efendi gibi gelin, senden bir sikim olmaz oğlum, deyin. boşa uğraşıyorsun, şu dakika gebersen kimsenin umrunda değilsin, ne saçmalıyorsun deyin. bir şeyler söyleyin işte lan, gerçek bir şeyler. bir merhem bulun, ölmekse bunun çaresi, ölmek deyin. ilacı yok deyin. iyileşeceksin demeyin bana haybeden. sizin ben yalanlarınızı sikeyim. böyle yapacaksanız siktirin gidin. ya da gitmeyin lan durun. tamam, fevri davranıyorum biliyorum. ama bir şeyler yapın işte. tek başıma sürdüremiyorum artık, hayatımın hakimiyetini çoktan kaybettim. son sürat çıkıyorum yoldan. direksiyonu doğru istikamete çevirecek gücüm kalmadı. fren balatalarını da son kazada sıyırdım. durdurun demiyorum, ama biriniz gelin şu direksiyonu yola doğru çevirin. rica ediyorum gelin, parası neyse vereyim.
konu ne ara buralara geldi bilmiyorum. hayatımda ilk kez parmaklarım nikotin kokuyor. ki siz bilmezsiniz, ben bu kokudan nefret ederim. ve söz burada bitiyor artık, gecenin kalanına susarak devam edeceğim..
insanın anlatmak için çırpındığı şeylere susması ne acı. ama çocukken de böyleydim ben. ketum çocuktur, derlerdi teyzeler, amcalar benden bahsederken. ne saçma laf.
dokuz gün önce bu saatler hayatımın dönüm noktasıydı. dokuz gün önce, bir gecede dokuz sene daha büyüdüm. ruhum bedenimden otuz yaş daha yaşlı görünüyorken üstelik. bakın bunu ben söylemiyorum, bunu bana, başını omzuma koyarak ağlayacak yakınlığa sahip insanlar söylüyor. sen bir kara deliksin, dedi geçenlerde biri. etrafındaki bütün güzellikleri içine çeken, yanına yaklaşan herkese zifiriliğini bulaştıran, bütün beyazları kirleten bir kara delik. yanında olmak isteyen insanlar senin bu karanlığını sevdikleri için yanındalar. ama olur da birgün aydınlığa çıkarsan herkes sana değiştiğini söyleyecek. daha da yalnızlaşacaksın. çünkü aydınlıkta uyumayı beceremeyen sen, aydınlıkta yaşamayı hiç beceremezsin. toprağından arınmış bir ağaç gibi, çürürsün günden güne...
gülümsedim. epey iddialı laflar bunlar. ama haksızdı da diyemem. son bir yıldır tanımadığım insanlardan aldığım bütün mesajlar da onun bu tezini doğrular nitelikte.
devlet büyükleri acilen hayatıma el atmalı. bu bir suç duyurusudur. kamuya zarar veriyor varlığım. bana her şeyi unutturacak, her şeyi unutturmasa da yaşamayı sevdirecek, yaşamayı sevdirmese de hayata ve insanlara tahammül etmemi mümkün kılacak sihirli bir rütuşa ihtiyacım var. muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız için benim gibilerin hayatına acil müdahale edilmeli. hayır bari bi kayyum falan atayın. tek başıma idare edemiyorum bu hayatı. rayından fırlamış trenler gibiyim. içimdekilerle beraber şehrin en işlek caddesine dalacağım bir gün. bilanço çok ağır olacak. kendimi ihbar ediyorum, söylemedi demeyin.
kalabalık caddelerde yürürken varlığımı sorguluyorum bazen. ne kadar varım lan ben, yoksa yok muyum? ciddi ciddi düşünüyorum bunları. sonra birine çarpıyorum bilerek, sarsılıyor. heh tamam diyorum, var mışım. bu iyi. hala varım. peki bu ne zamana kadar devam edecek? ne zaman varlığımı sorgulamak için kalabalık caddelerde birilerine çarpma ihtiyacı duymayacağım? ne zaman istemli olarak yan yana yürüyeceğim birileriyle. ne zaman birinin ellerinden tutup; bak bu kuyuları görüyor musun, işte ben bu kuyuların hepsine düştüm. bu kuyuların hepsinde tırnak izlerim var. bu yüzden böyle kirli üstüm başım, bu yüzden bu haldeyim, diyeceğim. ne zaman anlayacak o birileri beni.
yıllardır yokluğuna mektuplar yazdığım duygularla ne zaman bir köşebaşında karşılaşacağım? bana tarih versinler. nerede bu devlet?
zihnim bedenimi ele geçirdi. bütün dünyam kafamın içinde yankılanan seslerden ibaret. beni dinleyin demiyorum size ama beni dinlemiyorsanız susturun. yok sayın. ama rica ediyorum var mışım gibi davranmayın. samimiyetsiz gülecekseniz gülmeyin bana, yüzüme karşı küfür edin, ailemi katmayın ama sikerim yapacağınız işi. efendi gibi gelin, senden bir sikim olmaz oğlum, deyin. boşa uğraşıyorsun, şu dakika gebersen kimsenin umrunda değilsin, ne saçmalıyorsun deyin. bir şeyler söyleyin işte lan, gerçek bir şeyler. bir merhem bulun, ölmekse bunun çaresi, ölmek deyin. ilacı yok deyin. iyileşeceksin demeyin bana haybeden. sizin ben yalanlarınızı sikeyim. böyle yapacaksanız siktirin gidin. ya da gitmeyin lan durun. tamam, fevri davranıyorum biliyorum. ama bir şeyler yapın işte. tek başıma sürdüremiyorum artık, hayatımın hakimiyetini çoktan kaybettim. son sürat çıkıyorum yoldan. direksiyonu doğru istikamete çevirecek gücüm kalmadı. fren balatalarını da son kazada sıyırdım. durdurun demiyorum, ama biriniz gelin şu direksiyonu yola doğru çevirin. rica ediyorum gelin, parası neyse vereyim.
konu ne ara buralara geldi bilmiyorum. hayatımda ilk kez parmaklarım nikotin kokuyor. ki siz bilmezsiniz, ben bu kokudan nefret ederim. ve söz burada bitiyor artık, gecenin kalanına susarak devam edeceğim..
12 Ekim 2016 Çarşamba
mutluluğu kucaklamak için çıktığım yolculuklardan hep eli boş ve hep biraz daha eksilerek döndüm. zaten eksik olan bir şeyleri, biraz daha azaltmaktan biraz daha içini boşaltmaktan başka hiçbir şeye yaramadı çıktığım umut dolu seyahatler. aslında bir yere gittiğim de yok. bedenim bazen bir yerden bir yere gidiyor ama ruhumu bir santim bile yerinden oynatamıyorum. ve her geçen saniye bir kat daha ağırlaşıyorum. maddenin hangi haliyim? var mıyım? varsam, kimim? neden hep olmadığım yerleri özlüyorum? neden, bedenim neredeyse en çok orada değilmişim gibi?
kafamda çözülmeyi bekleyen yaklaşık bir milyar soru var ve ben hayatımın hiçbir evresinde çalışkan bir öğrenci olamadım. hayat denen bu derste, çoktan devamsızlıktan kalmışımdır. feci şekilde yaşadığını anlayamama sorunu var bende.
sevilen biri değilim. eskiden öyle olduğumu sanardım çünkü insanların bana ihtiyaçları vardı. uzun zamandır kimsenin gözbebeklerine uzun uzun bakmadım. uzun zamandır kimsenin kirpiklerinin hareketini seyretmiyorum. uzun zamandır çevremde gelişen hiçbir hareketlilik umrumda değil. şımarık bir varoluş sancısı(!) değil bu anlattıklarım. yetinememe duygusu ya da içi boş bir memnuniyetsizlik değil. memnuniyetsizlik büyük bir lüks benim gibi biri için. çünkü bir şeylerden memnuniyetsiz olabilmek için bile önce bunun değerlendirmesini yapacağın bir şeylere sahip olman gerekir. hiçbir şeyim yok. var olan hiçbir şeyi kendime ait hissetmiyorum. bu oda, bu koltuklar, bu kahve bardağı, köşedeki gitar, ayaklarımı uzattığım masa, yerdeki kopmuş bileklik boncukları, etrafa dağılmış kitaplar, hatta bu cümleleri ruhumdan süzüp sayfalara aktarmamı sağlayan bu eller.. hiçbiri bana ait değil. bazen bir mağaza kabinine girip, bu bedenimi saran ve artık ruhumu aşındıran ve günden güne eskiyerek çirkinleşen, katılaşan, dokunduğum her şeyi boş bir defteri rastgele karalarmışcasına kirleten derimi askıya asıp yenisini giymek istiyorum. hatta biraz daha şanslı hissettirecek bir şey olsa, ruhumu da çıkarıp yenisiyle değiştirebilsem. anneme benim faturamı saklıyor musunuz diye sordum geçenlerde. mizah olsun diye değil, zaten sizin gibi o da ne demek istediğimi anlamadı. ki zaten 24 yıl geçmiş, artık kendime uygun bir ruh bulsam bile beni kimse değişim yapmaz. o ışıklı, dekorlu, neşeli müziklerin çalındığı mağaza duvarlarının hemen arkasındaki depolarda kalsam bile sırıtırım ben. diğerlerini rahatsız eder buruşmuşluğum. jilet bir takım elbisenin altına giyilmiş beyaz spor ayakkabı gibi duruyorum sokaklarda. bulunduğu yerin şeklini alan insanlar hep mutlu. rengarenk giyinip sokağa çıkıyorlar, yağmur için şemsiyeler taşıyorlar yanlarında, lüks yerlerde kahve içmeye bayılıyorlar, aşk filmlerine ve müziklerine de öyle.
çirkinim, aynada yüzüme bakıyorum bazen. en fazla 5 saniyesine tahammül edebiliyorum gördüğüm manzaranın. ben bile kendi suratıma tahammül edemiyorken kim bana niye tahammül etsin? hem geçenlerde birine, sen bile kendini sevmiyorken gelip başka birinin seni sevmesini nasıl bekleyebilirsin ki? diye nasihat vermiştim. ne kadar haklıydım. beni bazen sevdiğini söyleyenler de oluyordu. hatta biri şöyle demişti;
''sen bir kara deliksin, çevresindeki her şeyi içine çekerek kirleten, kendine benzeten bir girdapsın. kimse yanına yaklaşma cesaretini göstermiyor. nediren bunu göze alanlarda sana değil, senin bu çevrende dönüp duran karanlığa aşık. belki o karanlıktan kurtulman için elinden geleni yapacak insanlar var, ama o karanlıktan kurtulup aydınlığa çıktığın zaman onlar da seni eskisi kadar sevmeyecek. buna emin ol. sen bir kara deliksin, hayatın sana biçtiği rol bu. bu durumdan kurtulmanın tek yolu bu hayatı kalbinin atmayacağı şekilde terk etmek. ve senin buna cesaretin olmadığını ikimiz de biliyoruz. bu yüzden, böyle yaşayıp böyle öleceksin, başka yolu yok..''
haklıydı. gerçekten cesaretim yok. sandıkları gibi biri değilim. karanlıktan korkup ışığı açarak uyuduğum zamanlar da oluyor, biriyle gözgöze gelip gözlerimi kaçırdığım zamanlar da. kafamı dünyevi kaygılarla doldurmak istemediğimden, bu dünyayla ve içinde eskiyen insanlarla uzayan diyaloglara girmek istemiyorum. buna sebep olacak her şeyden kaçıyorum. ara sıra karanlıktan korkuyor olmamı, geceleri gördüğüm rüyalara ya da çocukken dinlediğimiz o üç harfli hikayelerine bağlayabiliriz. geri kalan kısmı bahsettiğim sebepten.
kendimi eve kapatıp böyle düşüncelere dalmaktan keyif almıyorum. bunları birinin karşısına oturup anlatmak da istemem. zaten yaşadıklarımı birine anlatsam ya oturup karşımda hüngür hüngür ağlar ya da 'atma amına koyayım ya' diyerek kalkıp gider masadan. karşımda ağlayan insanlar görmek istemiyorum, kimsenin suratını yumruklayıp ağzını burnunu kırmak da istemiyorum. bu eylemi en son yapışımın üzerinden sadece üç gün geçmişken ve sağ elimin üzerinde hala izleri duruyorken üstelik.
bazen bu düşünceler beynimi patlatıp kulaklarımdan taşacakmış gibi hissediyorum. derin bir nefes versem ruhum soluk borumdan uçup gidecekmiş gibi oluyor. iç organlarımı hissediyorum, kalbimin içi kafesine sığmayacak kadar dolu. ve bu doluluk insanı neşelendirecek şeylerden değil.
ve 500 yıl sonra mitoloji kitaplarında mutsuzluk tanrısı olarak yer alacak adım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)