parmak uçlarını raftaki kitaplarda gezdirdi. çocukken parmaklıkları olan bodrum katlarının yanından geçerken mahir de böyle yapardı. eski püskü bir deftere ilişti gözleri. diğer bütün kitapların aksi yönünde yatırılmış özensiz, eskimiş bir defter. onca ilgi çekici kitap kapağı varken, neden o eski püskü defter çekmişti ki ilgisini, diye merak etmedi mahir. çünkü biliyordu nedenini. cevabı karşısında duruyordu işte. mahirin oturma odasındaydı nazlı. okuyabilir miyim? diye sordu, hızlıca başını mahire doğru çevirip. omuzlarından aşağı dökülen saçları o sırada sağa sola savrulmuş ilahi bir ışık demeti görüntüsü veriyordu. odada yanan avizenin boynu büküldü bu manzara karşısında. maruz kaldığı görüntünün etkisiyle, hipnotize olmuş bir şekilde yalnızca, tabi, diyebildi mahir.
heyecanla sayfaları çeviriyordu nazlı. sanki yazanları okumuyor da, ilk kez gittiği bir şehrin sokaklarında dolaşıyordu. o heyecan vardı gözlerinde. nazlı şuan bir şehrin sokaklarında dolaşıyorsa şayet, mahir de o şehrin en yüksek noktasına çıkıp oradan seyrediyordu şehrin manzarasını. birden korku kapladı mahirin içini. böyle mutlu olduğu zamanlarda, bu büyüyü bozacak bir şeyler mutlaka olurdu çünkü. yıllardır işler böyle yürüyordu. ileri atılan sağlam bir adımdan sonra, geriye doğru yalpayarak, sendeleyerek atılan üç-dört adım. darmadağın olmak konusunda zirveyi kimseye bırakmamıştı geçen yıllarda. eksilmek konusunda da epey iyidi. taa ki eksilecek bir şeyi kalmayana kadar. ama ne olduysa birden nazlı çıkmıştı karşısına. canlı kanlı karşısında duruyordu işte, oturma odasındaydı üstelik. ama elbette bunun da bir cezası olacaktı. şimdiye dek bedelini ödemediği hiçbir mutluluğu yaşayamamış biri olarak bilincindeydi her şeyin. bu durumu nasıl normalleştirebilirim diye düşünürken, kahve içer misin, diye sordu nazlıya. bir şekilde toparlaması gerekiyordu çünkü. ve doğal davran, demişti otobüsteki adam oğluna. sevdiğin kızın yanında doğal davran. sanki her gün oturma odanda bir doğa olayı gerçekleşiyormuş gibi. yani ne kadar olabilirse işte..
kahveleri ben yaparım, dedi nazlı. tam da mahirin beklediği cevap. mutfağı kendisi buldu. yanlışlıkla banyoya ve yatak odasına girdikten sonra. pencereden dışarı baktı boş gözlerle. bir şeyler yapması gerekiyordu. bu anı ölümsüzleştirecek bir şeyler. bir şarkı mesela. kalktı radyoyu kurcaladı biraz. bugün dağların dumanı aralandı, hoşgeldin, diyordu hüsnü arkan. tamam, dedi mahir kendi kendine. işte şimdi bu manzaraya dışarıdan bakanlar bir şiiri seyredeceklerdi. eski püskü bir evin, vasatı bile aşamayacak eşyaları arasında gerçekleşen görsel bir şiir.
okuyabiliyor musun, diye sordu mahir. yazının bir önemi yok, hatta ne yazdığının bile. önemli olan bu kelimelerin okuyan kişide ne canlandırdığı. bunu sen de biliyorsun, diye cevapladı nazlı. buna benzer bir özlü sözü dün gece izlediği bir filmde de duymuştu. yazdığım yazıların üzerinden bir süre geçtikten sonra ben bile okuyamıyorum bazen ne yazdığımı, diyecekti ki, nazlı defteri kapattı hızlıca. kahvelerimiz oldu, dedi. bir kahve en fazla ne kadar güzel olabilirse, bir kahvenin içilecek kıvama geldiği ne kadar güzel anlatılabilirse o kadar güzeldi o manzara..
pencerenin önüne oturup, kahveleri de hemen yandaki peteğin üzerine koydu nazlı. dışarıdan yüzüne yansıyan ışıkla beraber, zaten mavi olan gözleri bambaşka bir renge bürünmüştü. literatürde tanımı yoktu bunun. daha önce hiçbir şiir dizesinde de bahsedilmemişti. okyanusları hayal eden bir adam için, bizzat okyanus kıyısında oturup kahve içme faaliyeti. - sonradan bu anı hatırlayıp şöyle yazdı mahir, az önce nazlının ellerinde olan o eski püskü defterine;
''ki ben ömrümde hiç okyanus görmedim
ama bilirim nasıldır
gözlerine uzun uzun bakmışlığım var''
uzunca bir şiirin yalnızca bir kesiti. size anlatmaya çalıştığım nazlı gibi işte, diye de ekledi şiirin sonuna not olarak. neden, diye sordu nazlı, neden hiç ondan bahsetmiyorsun yazdıklarında. o diye bahsettiği kendisiydi aslında. bunu ikisi de biliyordu, bilmiyorlarsa bile sonradan öğreneceklerdi.
gülümsedi mahir, tırnak uçlarına kadar hissettiğin bir sancıyı yazarak anlatamazsın, dedi..
sustular..
böyle zamanlarda söyleyecek bir şey bulamadığı için değil, ne söyleseler eksik kalacağını bilen bütün aşıklar gibi...
26 Ocak 2016 Salı
2 Ocak 2016 Cumartesi
serin bir sonbahar vakti, yaprak çıtırtıları eşliğinde yürüyoruz. nazlı kırmızı hırkasını parmak uçlarına kadar çekmiş, ben bu anı bir şarkıda duymuştum diyor. ellerini çırparak gülümsüyor ağaçlara, kuşlara, gökyüzüne..
ben bugün bulutların beni kıskandığına eminim. çünkü nazlı yanımda yürüyor..
devamını okumaya dayanamadı. derin bir iç çektikten sonra defteri bir kenara fırlattı. ne zaman geçmişte mutlu olduğu bir anı hatırlasa böyle yapardı mahir. etrafında ne varsa saçar sağa sola dağıtır. en çok da kendini. tabi bunu kimse görmez. ne kadar da mutluymuşuz o zamanlar, tebessümünü aradı bir süre belleğinde. bulunca takındı hemen. aynanın karşısına geçip, pişman olduğu anları düşündü. daha fazla dayanamadı tebessüm, lavabonun yarı tıkanmış deliklerinden aşağı süzülüp kanalizasyonun yolunu tuttu. yine yalnızca pişmanlığı kalmıştı yanında. mahir, yalnızlığı ve yalnızlığının yan komşusu pişmanlığı.. bir eliyle gömleğinin düğmelerini yukarıdan düğmeleyip diğer eliyle de fermuarını kapattı. ayakkabılarını aradı bir süre, bulunca hemen tekini giydi. ayakkabı giymediği ayağıyla seke seke kapıya doğru ilerledi. merdivenlerden inerken nereye gideceği konusunda bir fikri yoktu, her zaman takıldığı bara gidip bir kaç kadeh bir şeyler içse iyi olacaktı. bu fikre vardığında barın kapısında buldu kendini. buranın diğerlerinden farklı bir havası vardı. sahibiyle merhabalaşmıştı bir kaç kez. çalışanları da severdi mahiri, sessiz sakin kendi halinde takılan herkese davrandıkları gibi davranırlardı ona da. tabureye oturup eliyle işaret etti, önce tuzlu fıstığı, sonra da birayı doldurup koydu mahirin önüne. neden önce birayı değilde tuzlu fıstığı koyduğu konusunu düşündü biraz. bu konudan canı sıkılınca, çalan müziğe kulak verdi. keman, gitar ikilisi sahnedeydi yine. her cuma akşamı olduğu gibi bu akşam da masalar olduğundan daha kalabalıktı. bazı cumartesiler bile bu kadar kalabalık olmuyordu burası. sevgilisiyle sarmaş dolaş oturanlar, kız kıza eğlenmeye gelenler, bir de diğerleri.. diğerleri grubuna kimlerin dahil olduğunu düşünmeye gerek duymadı. çünkü diğerlerini herkes bilirdi. kendisi de bu gruba dahildi. bu grubunda çeşitli kolları vardı. sessiz sakin tek başınalar, sessiz sakin tek başınalardan biraz daha fazla sesleri çıkan ikililer, ikililerden daha fazla kahkaha atan üçlüler ve bu ilk üç sıraya dahil olmayan daha kalabalık gruplar.
sessiz sakin tek başınalar grubuna dahil olmayanlar, yine geceyi birlikte geçirecekleri bir karşı cins bulabilmek umuduyla saçlarını taramış, parfümlerini sıkmış, kendileriyle hiç alakası olmayan bir hale bürünüp çıkmışlardı sokağa. kendilerini kimsenin izlemediğinden emin oldukları zamanlarda yürüyüşleri, gülüşleri, konuşmaları değişiyordu. asıl oldukları kişiyi yalnızca o zaman görebiliyordunuz. bilirsiniz işte..
bardaki garsonlar, barmenler, hatta mekanın sahibi olan behçet ağabey, ilk görüşte kimin hangi gruba dahil olduğunu ayırt eder ve ona göre muamele ederler. mesela, nazlıyla ilk kez geldiklerinde mahirden hesap almamıştı kimse, ne kadar zorlasa da verememişti parayı. belki çok bir şey içmediklerinden, belki mahirin ilk kez biriyle yan yana gördüklerinden yapmışlardı bu jesti. bir güzellik yapalım da ayağı alışsın samimiyetsizliği yoktu. mahirin yerinde kim olsa, bu kadar sık gittiği bir mekanın bütün çalışanlarıyla çoktan samimi olmuştu. mahir ise yalnızca gülümser, teşekkür eder, bazen de eliyle işaret ederdi. mahirin adını biliyorlardı yalnızca, cüzdanını masada unuttuğu bir gece öğrenmişlerdi. nereden baksalar ilginç geliyordu mahirin tavırları. diğer grup mensuplarına benzememekle beraber, diğer tekbaşınalar gibi de değildi. başka bir sessizlik vardı bakışlarında. dikkat çekmeye çalışmayan, ilgi görme ihtiyacı duymayan bir kimsesizliği vardı.
onun bu kimsesizliğini, tenhalığıı görebilmek öyle kolay bir şey değildi. dikkatli bakmak gerekiyordu gözlerine ve mahir öyle dikkat çekecek bir görselliğe sahip değildi. nazlıya yazdığı ilk mektupta, ''ben güzelliği uzaktan anlaşılacak bir adam değilim. beni anlamak için kabuğumu kırman gerekir. çünkü uzaktan görünen ben saçmalıktan başka bir şey değil.'' yazmıştı, kendisi de farkındaydı olayın. ama genel olarak bu durumdan şikayetçi değildi. şikayetçi olduğu zamanlar da bukowski geliyordu aklına. çirkin olduğum için şanslıyım derdi, çünkü biliyordu, bir bok değildi güzellik..
ben bugün bulutların beni kıskandığına eminim. çünkü nazlı yanımda yürüyor..
devamını okumaya dayanamadı. derin bir iç çektikten sonra defteri bir kenara fırlattı. ne zaman geçmişte mutlu olduğu bir anı hatırlasa böyle yapardı mahir. etrafında ne varsa saçar sağa sola dağıtır. en çok da kendini. tabi bunu kimse görmez. ne kadar da mutluymuşuz o zamanlar, tebessümünü aradı bir süre belleğinde. bulunca takındı hemen. aynanın karşısına geçip, pişman olduğu anları düşündü. daha fazla dayanamadı tebessüm, lavabonun yarı tıkanmış deliklerinden aşağı süzülüp kanalizasyonun yolunu tuttu. yine yalnızca pişmanlığı kalmıştı yanında. mahir, yalnızlığı ve yalnızlığının yan komşusu pişmanlığı.. bir eliyle gömleğinin düğmelerini yukarıdan düğmeleyip diğer eliyle de fermuarını kapattı. ayakkabılarını aradı bir süre, bulunca hemen tekini giydi. ayakkabı giymediği ayağıyla seke seke kapıya doğru ilerledi. merdivenlerden inerken nereye gideceği konusunda bir fikri yoktu, her zaman takıldığı bara gidip bir kaç kadeh bir şeyler içse iyi olacaktı. bu fikre vardığında barın kapısında buldu kendini. buranın diğerlerinden farklı bir havası vardı. sahibiyle merhabalaşmıştı bir kaç kez. çalışanları da severdi mahiri, sessiz sakin kendi halinde takılan herkese davrandıkları gibi davranırlardı ona da. tabureye oturup eliyle işaret etti, önce tuzlu fıstığı, sonra da birayı doldurup koydu mahirin önüne. neden önce birayı değilde tuzlu fıstığı koyduğu konusunu düşündü biraz. bu konudan canı sıkılınca, çalan müziğe kulak verdi. keman, gitar ikilisi sahnedeydi yine. her cuma akşamı olduğu gibi bu akşam da masalar olduğundan daha kalabalıktı. bazı cumartesiler bile bu kadar kalabalık olmuyordu burası. sevgilisiyle sarmaş dolaş oturanlar, kız kıza eğlenmeye gelenler, bir de diğerleri.. diğerleri grubuna kimlerin dahil olduğunu düşünmeye gerek duymadı. çünkü diğerlerini herkes bilirdi. kendisi de bu gruba dahildi. bu grubunda çeşitli kolları vardı. sessiz sakin tek başınalar, sessiz sakin tek başınalardan biraz daha fazla sesleri çıkan ikililer, ikililerden daha fazla kahkaha atan üçlüler ve bu ilk üç sıraya dahil olmayan daha kalabalık gruplar.
sessiz sakin tek başınalar grubuna dahil olmayanlar, yine geceyi birlikte geçirecekleri bir karşı cins bulabilmek umuduyla saçlarını taramış, parfümlerini sıkmış, kendileriyle hiç alakası olmayan bir hale bürünüp çıkmışlardı sokağa. kendilerini kimsenin izlemediğinden emin oldukları zamanlarda yürüyüşleri, gülüşleri, konuşmaları değişiyordu. asıl oldukları kişiyi yalnızca o zaman görebiliyordunuz. bilirsiniz işte..
bardaki garsonlar, barmenler, hatta mekanın sahibi olan behçet ağabey, ilk görüşte kimin hangi gruba dahil olduğunu ayırt eder ve ona göre muamele ederler. mesela, nazlıyla ilk kez geldiklerinde mahirden hesap almamıştı kimse, ne kadar zorlasa da verememişti parayı. belki çok bir şey içmediklerinden, belki mahirin ilk kez biriyle yan yana gördüklerinden yapmışlardı bu jesti. bir güzellik yapalım da ayağı alışsın samimiyetsizliği yoktu. mahirin yerinde kim olsa, bu kadar sık gittiği bir mekanın bütün çalışanlarıyla çoktan samimi olmuştu. mahir ise yalnızca gülümser, teşekkür eder, bazen de eliyle işaret ederdi. mahirin adını biliyorlardı yalnızca, cüzdanını masada unuttuğu bir gece öğrenmişlerdi. nereden baksalar ilginç geliyordu mahirin tavırları. diğer grup mensuplarına benzememekle beraber, diğer tekbaşınalar gibi de değildi. başka bir sessizlik vardı bakışlarında. dikkat çekmeye çalışmayan, ilgi görme ihtiyacı duymayan bir kimsesizliği vardı.
onun bu kimsesizliğini, tenhalığıı görebilmek öyle kolay bir şey değildi. dikkatli bakmak gerekiyordu gözlerine ve mahir öyle dikkat çekecek bir görselliğe sahip değildi. nazlıya yazdığı ilk mektupta, ''ben güzelliği uzaktan anlaşılacak bir adam değilim. beni anlamak için kabuğumu kırman gerekir. çünkü uzaktan görünen ben saçmalıktan başka bir şey değil.'' yazmıştı, kendisi de farkındaydı olayın. ama genel olarak bu durumdan şikayetçi değildi. şikayetçi olduğu zamanlar da bukowski geliyordu aklına. çirkin olduğum için şanslıyım derdi, çünkü biliyordu, bir bok değildi güzellik..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)