sen sakallarımda deniz ve güneş kokusu
gittiğim bütün kıyılar
sen yeşilindesin çınar ağaçlarının
ve kırmızısındasın gülün
seni gördüğüm vakit, dört nala çaldı içimin sirenleri
bir gemi kalktı yüreğimden, senin kıyılarına doğru
o gemide yok yok güzelim
o gemide yok yok
tek başına yapılan pazar kahvaltıları, şişelerden taşan hüzünler, içilememiş biralar, yarım kalmış şiirler, suya düşmüş hayaller
hepsi o geminin içinde ve geliyor sana doğru
bana sorarsan kaç kurtar kendini derim
çünkü bu adam tahmin ettiğinden de derin
boğulursun
ardından ağlayanın da olmaz
çünkü bende bir başkası için akıtılacak tek damla gözyaşı kalmadı
göz pınarlarımda leş kargaları
ve çatlamış topraklar var
yağmur yağsa şemsiyeyle koşuyorlar üzerime
oysa benim ıslanmaya ihtiyacım var
bak yine anlatamıyorum derdimi
zaten ben ıslanmayı sevmem
ama yalan söylemeyi severim
ne diyorduk
bir gemi kalktı içimden sana doğru
rotası kayıp
yolcuları bitkin
güvertesinde beyaz güvercinler kanatları kirden pastan sararmış artık
nedendir bilinmez ama
bu geminin sağlam bir fırtınaya ihtiyacı var
ben alabora olmak istiyorum güzelim
belli ki böyle bir bütün halinde ulaşamayacağım sana
birgün parçalanıp dalgalara bırakacağım kendimi
işte o gün
elbet bir kırıntım ulaşacaktır kıyılarına
21 Mayıs 2016 Cumartesi
16 Mayıs 2016 Pazartesi
nazlıyı ilk gördüğü anın üzerinden günler geçmişti. zihninde sürekli onu canlandırıyor ses tonunu hayal etmeye çalışıyordu. ne demeliydi acaba ona, nasıl etkilemeliydi. hangi cümleleri kullanmalıydı. ya dili dolaşırsa, ya yanlış bir kelime söylerse, nolurdu? aylardan nisandı, 'istanbula bahar geldi, yüreğime sen' dese mesela, çok klişe olacaktı. giriş cümlesi ahmet batman yazıları gibi olsun istemiyordu. onun günseli'ye ihtiyacı vardı ve o kalibrede cümleler kurmalıydı.
otobüs durağında bekledi. bekledi. bekledi... ne şanslıyım, dedi kendi kendine. en azından hangi kampüste okuduğunu biliyorum. ya hakkında hiçbir şey bilmiyor olsaydım. ya bir daha göremeseydim onu? üzüldü. kendisiyle tartışmayı, çelişmeyi severdi. bazen zihnine hakim olamaz, düşünmek istemediği şeyleri düşünür, düşünmemeye çalıştıkça da kendine bir küfür savururdu. fakat sözkonusu nazlıyken buna gerek yoktu. bütün çakralarıyla hissediyordu onu. yokken hissediyordu üstelik. yokken bile bu kadar vardı, bir de oturup birlikte nohutlu pilav yeseler neler olurdu acaba? bu düşüncelerle kendi kendine gülümserken birden nazlıyı görür gibi oldu. herkesi ona benzetiyordu. acaba bu da o alakasız benzetmelerden biri miydi? yoldan arka arkaya geçen otobüslerden, gördüğü kişinin ne yöne gittiğini anlayamamıştı. yol boşalınca karşıya geçti. tanıdı, oydu. bir başkası böyle gökyüzünde süzülüyormuşcasına yürüyemez, dedi kendi kendine. ama aynı hızda yürüyorlar, yanındakiler paraşüt takmış olmalı. metroya doğru yürüyordu nazlı. yanında daha önce görmediği iki arkadaşı vardı. mutlu olduğu her halinden belliydi. bir an hüzün kapladı mahirin içini, varlığının onu mutsuz etme ihtimalini düşündü. siyah film kaplı bir hyundai'nin camından kendisine baktı. gördüğü görüntü hoşuna gitmiyordu. çirkindi. benim gibi bir adam için aşık olmak lüks sayılır, dedi. bir yandan da adımlarını hızlandırdı. mesafeyi koruyarak takip ediyordu onları. arkadaşlarından birini metro girişinde uğurladılar. ona görünmek istiyor muyum, diye soruyordu kendine. ve sürekli tekrar ediyordu, ya beni fark ederse? daha doğrusu ya beni fark etmezse? yani pek bir sohbetimiz yok sonuçta. merhaba, diye atlasam mı önlerine, ya sen kimsin bakışlarına mağruz kalırsam? ya görmek isteyeceği en son kişiysem şuan? en son olmasam bile ilk yüzde olmadığıma eminim. bi an yavaşladı, etrafına baktı. bu cümleleri sesli bir şekilde mi kuruyordu, kontrol etti. kendisine şaşkın bakışlarla bakan kimse yoktu. rahatladı, yürümeye devam etti...
otobüs durağında bekledi. bekledi. bekledi... ne şanslıyım, dedi kendi kendine. en azından hangi kampüste okuduğunu biliyorum. ya hakkında hiçbir şey bilmiyor olsaydım. ya bir daha göremeseydim onu? üzüldü. kendisiyle tartışmayı, çelişmeyi severdi. bazen zihnine hakim olamaz, düşünmek istemediği şeyleri düşünür, düşünmemeye çalıştıkça da kendine bir küfür savururdu. fakat sözkonusu nazlıyken buna gerek yoktu. bütün çakralarıyla hissediyordu onu. yokken hissediyordu üstelik. yokken bile bu kadar vardı, bir de oturup birlikte nohutlu pilav yeseler neler olurdu acaba? bu düşüncelerle kendi kendine gülümserken birden nazlıyı görür gibi oldu. herkesi ona benzetiyordu. acaba bu da o alakasız benzetmelerden biri miydi? yoldan arka arkaya geçen otobüslerden, gördüğü kişinin ne yöne gittiğini anlayamamıştı. yol boşalınca karşıya geçti. tanıdı, oydu. bir başkası böyle gökyüzünde süzülüyormuşcasına yürüyemez, dedi kendi kendine. ama aynı hızda yürüyorlar, yanındakiler paraşüt takmış olmalı. metroya doğru yürüyordu nazlı. yanında daha önce görmediği iki arkadaşı vardı. mutlu olduğu her halinden belliydi. bir an hüzün kapladı mahirin içini, varlığının onu mutsuz etme ihtimalini düşündü. siyah film kaplı bir hyundai'nin camından kendisine baktı. gördüğü görüntü hoşuna gitmiyordu. çirkindi. benim gibi bir adam için aşık olmak lüks sayılır, dedi. bir yandan da adımlarını hızlandırdı. mesafeyi koruyarak takip ediyordu onları. arkadaşlarından birini metro girişinde uğurladılar. ona görünmek istiyor muyum, diye soruyordu kendine. ve sürekli tekrar ediyordu, ya beni fark ederse? daha doğrusu ya beni fark etmezse? yani pek bir sohbetimiz yok sonuçta. merhaba, diye atlasam mı önlerine, ya sen kimsin bakışlarına mağruz kalırsam? ya görmek isteyeceği en son kişiysem şuan? en son olmasam bile ilk yüzde olmadığıma eminim. bi an yavaşladı, etrafına baktı. bu cümleleri sesli bir şekilde mi kuruyordu, kontrol etti. kendisine şaşkın bakışlarla bakan kimse yoktu. rahatladı, yürümeye devam etti...
10 Mayıs 2016 Salı
gitmek manifestosu
...
neden gidemiyoruz?
çünkü bizi gidemeyeceğimize inandırdılar. ciddi bir gitmenin mümkün olmayacağını ve küçük küçük gitmelerin bile ciddi sorunlara yol açacağına inanmamızı istiyorlar. ve bunu beceriyorlar da.
rutine ve monotonluğa mecbur muyuz? neden her gün aynı saatte uyanmamız gerekiyor?
hiçbir işine yaramayacak şeyleri üretmekle, çoğaltmakla ya da pazarlamakla geçen ömürlerin sonunda salt pişmanlıkla ölüyor insanoğlu. bunun farkına vardığında ise çok geç oluyor. gidecek gücün varken, cesaretini kıracak görevlendirmelere tabii tutuyorlar. gidecek cesareti bulduğunda ise gücün olmuyor. öyle hissetmen için ellerinden geleni yapıyorlar. dahil olduğun sistemin genel işleyişi dışında bir hamle yaparsan, düzenin bozulur, rahat edemezsin. bu çark böyle gelmiş, böyle işlemek zorunda. bunu dayatıyorlar. başka bir yaşamın, başka türlü bir eskimenin mümkün olmayacağını ezberletiyorlar, özellikle öğrencilik yıllarında. -eskimek, onların yaşamak dedikleri- kariyer planlamaları, sınavlar, sınavlar, sınavlar. mezuniyetler, sonra tekrar sınavlar. tekrar mezuniyetler, atamalar, maaş arttırımları, toplum saygınlığı. bütün bu virgül aralarında ise bol bol stres, bol bol mesai, bol bol bağımlı yaşam. ki bu bahsettiğim onların sunduğu yaşamların neredeyse en iyisi. özgürlük kavramı, onlar için; işten eve dönerken, hergün yürüdüğün yollarda ıslık çalma hürriyeti. yaptığın, yapacağın ve yapman gereken her şey onlara ait, onların sorunu. ama ıslık çalacak keyfin olmaması senin problemin.
suçlu onlar da değil aslında, onlara da böyle olmanın eğitimi verildi. çoğu insan yolculuğunu olmaktan korktuğu yerde tamamlıyor. örneğin, ortalama bir ofis insanını ele alalım. sıradan bir personelken müdürünün sergilemesinden yakındığı bütün davranışları, yıllar sonra, müdürlük yaptığı kurumlarda kendisi sergiliyor. şikayet ettiği ne varsa alışkanlığı oluyor. bunun için yalnızca biraz zaman ve hükmetme gücü gerekli. sistemin gediklileri tarafından ezildiği için, artık erk olmaya ihtiyaç duyuyor. ve bu mertebenin getirdiği güce dayanarak, gediklilerin yaptığı ne varsa aynısını uyguluyor, uygulatıyor. çünkü bu düzende kalıcı olmak bunu gerektirir. işler böyle yürüyor. zulüm arttıkça zalimlik çoğalıyor. yani gücü yeten yetene. dünün mazlumları, bugünün azılı zalimleri..
biliyorum bana katılıyorsun. söylediklerimi haklı buluyorsun.
ee o zaman gidelim buradan. neden gidemiyoruz ki? bizi tutan ne var? onların dayattıklarını neden yapmak zorundayız? bir etrafına baksana, burada işler iyi insanların istediği gibi yürümüyor.
hergün gördüğün bu suratlar sana benziyor mu? en yakınların, dostların, arkadaşların, sevgilin. ne uğruna yaşıyorlar? soruyor musun hiç? onları geçtim, kendine soruyor musun? en son ne zaman kendinle sohbet ettin? delilik miymiş bu, psikoloğun öyle mi diyor? siktiriniz gidiniz lütfen, deseydin. aylak aylak dolaştığın bir günde, karşına çıkan sokak köpeklerini, kuşları, ağaçları kendine hayatındaki bütün insanlardan yakın hissettiğin anlar olmuyor mu senin de?
iyilik kavramını bile televizyonlardan seyrediyor, öğreniyoruz. kamera hangi açıdan çekmek isterse, o açıdan gördüğümüz olayları, iyi-kötü diye adlandırıyoruz. kiminin elindeki çiçek silah oluyor, kiminin elindeki bomba papatya demeti. her şey biraz ters açı, biraz dublaj.
neyse işte, gidelim buralardan. bütün mağlubiyetlerimizi, kayıplarımızı, yıkılan umutlarımızı, kırılan kalplerimizi, gerçekleşemeyen hayallerimizi de yanımıza alıp gidelim. bir yere ulaşmak için de gitmeyelim üstelik. o yolculuğun kendisi için gidelim. varmak, tamamlamak demektir, bitirmek demektir. bitirmek ise, bir şeylerin sonlanması. hayatı boyunca bir şeyi aradığını düşün ve sonunda kavuştuğunu. bir süre o şeye sahip olmanın verdiği mutlulukla geçecek, sonra tekrar yola çıkmak isteyeceksin. ama bir bakacaksın ki, artık yaşamak için bir amacın kalmamış. ulaşmışsın artık aradığına. yıllardır hayatının neredeyse tamamı olan o arayış artık yok. ne büyük bir boşluk.
biten şeyler beni mutlu etmiyor, içeriği hiç önemli değil.
bu okuduğunuz satırlar bir ''yola çıkmak, gitmek'' manifestosudur. herhangi bir yere, herhangi bir yerden. terk ettiğiniz bir insan da olabilir, bir şehir de, bir yaşam da. yeter ki onurlu bir yola çıkış olsun. varacağınız yer hiç önemli değil. böyle durumlarda varmak, ölümle eşdeğer. yola çıkın. ama evden işe gider gibi değil. işlerin en yoğun olduğu zamanda, ceketinizi alıp istifanızı vermek gibi. rahmetli yakınınızın teneşirdeki görüntüsü gibi. fırtınadan sonra devrilen bir ağaç gibi.
aynı fikirdeysek, aynı kişiyiz.
gidelim..
neden gidemiyoruz?
çünkü bizi gidemeyeceğimize inandırdılar. ciddi bir gitmenin mümkün olmayacağını ve küçük küçük gitmelerin bile ciddi sorunlara yol açacağına inanmamızı istiyorlar. ve bunu beceriyorlar da.
rutine ve monotonluğa mecbur muyuz? neden her gün aynı saatte uyanmamız gerekiyor?
hiçbir işine yaramayacak şeyleri üretmekle, çoğaltmakla ya da pazarlamakla geçen ömürlerin sonunda salt pişmanlıkla ölüyor insanoğlu. bunun farkına vardığında ise çok geç oluyor. gidecek gücün varken, cesaretini kıracak görevlendirmelere tabii tutuyorlar. gidecek cesareti bulduğunda ise gücün olmuyor. öyle hissetmen için ellerinden geleni yapıyorlar. dahil olduğun sistemin genel işleyişi dışında bir hamle yaparsan, düzenin bozulur, rahat edemezsin. bu çark böyle gelmiş, böyle işlemek zorunda. bunu dayatıyorlar. başka bir yaşamın, başka türlü bir eskimenin mümkün olmayacağını ezberletiyorlar, özellikle öğrencilik yıllarında. -eskimek, onların yaşamak dedikleri- kariyer planlamaları, sınavlar, sınavlar, sınavlar. mezuniyetler, sonra tekrar sınavlar. tekrar mezuniyetler, atamalar, maaş arttırımları, toplum saygınlığı. bütün bu virgül aralarında ise bol bol stres, bol bol mesai, bol bol bağımlı yaşam. ki bu bahsettiğim onların sunduğu yaşamların neredeyse en iyisi. özgürlük kavramı, onlar için; işten eve dönerken, hergün yürüdüğün yollarda ıslık çalma hürriyeti. yaptığın, yapacağın ve yapman gereken her şey onlara ait, onların sorunu. ama ıslık çalacak keyfin olmaması senin problemin.
suçlu onlar da değil aslında, onlara da böyle olmanın eğitimi verildi. çoğu insan yolculuğunu olmaktan korktuğu yerde tamamlıyor. örneğin, ortalama bir ofis insanını ele alalım. sıradan bir personelken müdürünün sergilemesinden yakındığı bütün davranışları, yıllar sonra, müdürlük yaptığı kurumlarda kendisi sergiliyor. şikayet ettiği ne varsa alışkanlığı oluyor. bunun için yalnızca biraz zaman ve hükmetme gücü gerekli. sistemin gediklileri tarafından ezildiği için, artık erk olmaya ihtiyaç duyuyor. ve bu mertebenin getirdiği güce dayanarak, gediklilerin yaptığı ne varsa aynısını uyguluyor, uygulatıyor. çünkü bu düzende kalıcı olmak bunu gerektirir. işler böyle yürüyor. zulüm arttıkça zalimlik çoğalıyor. yani gücü yeten yetene. dünün mazlumları, bugünün azılı zalimleri..
biliyorum bana katılıyorsun. söylediklerimi haklı buluyorsun.
ee o zaman gidelim buradan. neden gidemiyoruz ki? bizi tutan ne var? onların dayattıklarını neden yapmak zorundayız? bir etrafına baksana, burada işler iyi insanların istediği gibi yürümüyor.
hergün gördüğün bu suratlar sana benziyor mu? en yakınların, dostların, arkadaşların, sevgilin. ne uğruna yaşıyorlar? soruyor musun hiç? onları geçtim, kendine soruyor musun? en son ne zaman kendinle sohbet ettin? delilik miymiş bu, psikoloğun öyle mi diyor? siktiriniz gidiniz lütfen, deseydin. aylak aylak dolaştığın bir günde, karşına çıkan sokak köpeklerini, kuşları, ağaçları kendine hayatındaki bütün insanlardan yakın hissettiğin anlar olmuyor mu senin de?
iyilik kavramını bile televizyonlardan seyrediyor, öğreniyoruz. kamera hangi açıdan çekmek isterse, o açıdan gördüğümüz olayları, iyi-kötü diye adlandırıyoruz. kiminin elindeki çiçek silah oluyor, kiminin elindeki bomba papatya demeti. her şey biraz ters açı, biraz dublaj.
neyse işte, gidelim buralardan. bütün mağlubiyetlerimizi, kayıplarımızı, yıkılan umutlarımızı, kırılan kalplerimizi, gerçekleşemeyen hayallerimizi de yanımıza alıp gidelim. bir yere ulaşmak için de gitmeyelim üstelik. o yolculuğun kendisi için gidelim. varmak, tamamlamak demektir, bitirmek demektir. bitirmek ise, bir şeylerin sonlanması. hayatı boyunca bir şeyi aradığını düşün ve sonunda kavuştuğunu. bir süre o şeye sahip olmanın verdiği mutlulukla geçecek, sonra tekrar yola çıkmak isteyeceksin. ama bir bakacaksın ki, artık yaşamak için bir amacın kalmamış. ulaşmışsın artık aradığına. yıllardır hayatının neredeyse tamamı olan o arayış artık yok. ne büyük bir boşluk.
biten şeyler beni mutlu etmiyor, içeriği hiç önemli değil.
bu okuduğunuz satırlar bir ''yola çıkmak, gitmek'' manifestosudur. herhangi bir yere, herhangi bir yerden. terk ettiğiniz bir insan da olabilir, bir şehir de, bir yaşam da. yeter ki onurlu bir yola çıkış olsun. varacağınız yer hiç önemli değil. böyle durumlarda varmak, ölümle eşdeğer. yola çıkın. ama evden işe gider gibi değil. işlerin en yoğun olduğu zamanda, ceketinizi alıp istifanızı vermek gibi. rahmetli yakınınızın teneşirdeki görüntüsü gibi. fırtınadan sonra devrilen bir ağaç gibi.
aynı fikirdeysek, aynı kişiyiz.
gidelim..
6 Mayıs 2016 Cuma
canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur.
adım fikret, bugün size bir arkadaşımın başından geçen enteresan bir olayı anlatacağım.
etraf iyiden iyiye kararmış, grupta azalmalar olmuştu. orada bulunan herkes ortak bir arkadaşın doğum günü vesilesiyle biraraya gelmişti ve g ile ilk kez orada karşılaştık. ne renk olduğuna hala kesin olarak kanaat getiremediğim gözleri, hafif sarı dalgalı saçları.. -genelde bu tarz benzetmeleri iyi yaparım. ama sözkonusu g olunca, kahvehanede akşama kadar ellibir/batak/okey üçlüsü etrafında toplanıp, futbol, siyaset, kadın konuşan emekli amcalara dönüyorum. yoksa o gülerken hafif kısılan gözlerini, bira içerken havaya kalkan burnunu çok rahat bir şekilde bin yüz elli iki sayfa boyunca anlatırdım. edebiyatım iyidir.- birbirini tanıyan herkes bir şekilde dağılmış, kala kala, daha önceden birbirinin adını dahi bilmeyen beş kişi kalmıştık orada. ilginç bir ortam oluşmuştu, bir ara bu konuya değinip gülüştük. boş bira şişesinin tepesine taktığımız mum her geçen dakika biraz daha kısalıyor, kötü esprilerin sayısı git gide azalıyordu. aramızda yarım metre mesafe olmasına rağmen g ile aynı ağaca sırtımızı yaslamıştık. en az yirmi beş yıllık, gövdesi kimbilir ne badirelere şahit olmuş heybetli bir çam ağacı. iki bambaşka hayat, iki bambaşka beden, iki bambaşka ruh milyonlarca olasılığın arasından sıyrılıp bir şekilde yan yana gelmiş ve aynı ağacın gövgesinde bir bütün olmuştuk. bir bütün olmaktan kasıt, aynı ağaca yaslanmış olmak işte. bunun ne anlama geldiğini yalnızca daha önceden tecrübe etmiş olanlar bilir. ben bilmezdim mesela, o gün öğrendim. olaylar hızlı cereyan ediyordu, gruba sonradan dahil olan g'nin ev arkadaşı hemen ortama adapte olmuş, telefonumdan açtığım müziklere eşlik ediyor, üzerine yorumlar yapıyordu. g'ile aramızda bir köprü vazifesi görüyor, ortamda eğreti duran her şeyi ve herkesi onun samimiyeti biraz daha mümkün, biraz daha olası kılıyordu. bir ara aynı şarkıya hep birlikte eşlik ettik.
aslına bakarsanız, o akşam g ile aramızda, herhangi bir şekilde biraraya gelmiş herhangi iki insanın başına gelebilecek şeyler dışında pek de enteresan bir olay gerçekleşmedi. stadyumda, tesadüfen yan yana maç izleyen iki yabancı arasında geçen diyalogdan fazlası geçmedi aramızda.. peki onu neden bu kadar ciddiye aldın diye merak ediyorsanız, asıl mevzu bahsi geçen akşamdan iki gün sonra gerçekleşti.
o akşam eve dönünce, ortak arkadaşların hesapları aracılığıyla g'nin profiline ulaştım. uzun uzun fotoğraflarına baktıktan sonra, neden bilmiyorum, bir şeyleri kağıda dökme ihtiyacı hissettim. önce, artık bir ritüel haline gelen, o, bir gün geleceğine inandığım kadın için tuttuğum günlüğe bahsettim g'nin gözlerinden, gülüşünden. sonra da bu hisleri, bir de mahir ve nazlı'nın hikayesine uyarlamak geldi aklıma. kalabalık bir caddede karşılaşacaklardı, nazlı'nın yanında iki arkadaşı olacak, mahir bütün çabalarına rağmen nazlı'nın kadrajına giremeyecek ve onun dikkatini çekemeyecekti. bu mahirle nazlı hikayesinin tanışma -daha doğrusu tanışamama- evresinden bir kesit olacak, olaylar sonradan gelişecekti.
o geceyi zihnimden geçen saçmalıkları kağıda dökerek geçirdim. ertesi sabah yine g'nin gülüşüne uyandım. yataktan kalkıp fotoğraflarına bakarken bir kaç parça çaldım. gitarla bir kaç ay haşır neşir olan herkesin çalabileceği türden üç beş basit şarkı. sonra abarttığımı farkettim. ne yapıyorsun oğlum sen? diye çıkıştım kendime. alt tarafı güzel bir kadın işte. aynı ortamda bulunduğun herhangi bir güzel kadından ne farkı var ki onun? ne olmuş yani gözlerine bakınca, yüksekçe bir tepeye çıkıp, oradan okyanusların ardından batan güneşi seyrediyormuş hissine kapılıyorsan? gülüşü aynı fotoğraf karesine sığmış milyonlarca papatyanın görüntüsünü andırıyorsa ne var bunda? bu benzetmeleri metrobüste gördüğün herhangi bir güzel kadına da yapamaz mısın? yapabilirdim, evet. iç sesime hak verdim. adamsın lan, dedim kendi kendime. her şeyi akışına bırakacaktım. evet epey güzel bir kadındı, oturmasını kalkmasını biliyor, birayı şişesinden içiyor ve müzik zevkimiz uyuşuyordu. -tam buraya uygun bir ayet biliyorum.- ama bu özelliklere uygun yüzbinlerce kadın yaşıyordu bu gezegende. o kişi neden o' olsundu ki? yıllardır hayalini kurduğum, sadece yokluğunun, olmayışının hayatımda bıraktığı izleri anlatırken bile belki binlerce sayfa karaladığım, birgün geleceğine inanarak uğruna şiirler, hikayeler yazdığım kişi neden o olsundu? emin değildim. sonra eğer bu kişi g'ise, hayat mutlaka bizi bir kez daha karşılaştıracaktır ve eğer bu karşılaşma gerçekleşirse, ''g'nin uğruna yapılması gerekenler listesi'' çıkaracak ve bu gereklilikleri bir bir yerine getirecektim. bilgisayarı kapattım. gitarı toparlayıp, staj için gideceğim okula doğru yola çıktım. içimde daha önce hiç hissetmediğim ilginç bir heyecan vardı. evden çıkarken, otobüse binerken, metroda, istiklal caddesine girerken hep bir beklenti vardı. sanki g'ile sözleşmiştik de birazdan buluşacaktık. o da istanbul üniversitesinde okuyor, -beyazıt kampüsü- mecidiyeköy'de oturuyordu. oturduğu evde daha önce bir kez bulunmuştum. hikayenin bu kısmından da apayrı bir hikaye çıkar aslında, ama benim için pek bir anlam ifade etmiyor, o yüzden o konuya değinmiyorum. günlerden salıydı, dersten çıkıp eve gitmeden önce taksime gelip bir şeyler içmek istemiş olabilirdi, karşılaşmamız muhtemeldi. iyimser düşünürsek, belki on milyonda bir ihtimal. bu kısmı daha iyi anlayabilmeniz için, adam fawer'ın olasılıksız kitabını okumuş olmanız gerekir. mesela ben yarıda bırakmıştım. her neyse..
meydan tarafından istiklal caddesine girmiş, her zaman tavuklu pilav yediğim mekana doğru yürüyordum.- ne zaman oranın yakınında bulunsam, aç olmasam da gider orada pilav yerim. epey ucuz çünkü.- elimde sartre'ın bulantısı vardı. gömleğin düğmeleri açık bırakmış, güneş gözlüğünü tişörtün yakasına takmıştım. güzel bir kadınla karşılaşılacaksa eğer, bunun için her şey hazırdı. şehre yeni yeni bahar geliyordu ve insanların giyinme konusunda kafaları karışıktı. montla gezenler de vardı, şortla dolaşanlar da. bir kadının, elini tuttuğu adamı ağzından öpmesine şahit olup gülümsedim. derse geç kalmıştım fakat yetişmek için ekstra bir çabam da yoktu. bir şeyler için acele edilmeyecek kadar tepedeydi güneş. ısıtmasa da oradaydı. yetiyordu. bazen bir şeylerin yalnızca bulunması yetiyor, herhangi bir etki yaratmasına gerek yok. derken birden yolun diğer tarafına ilişti gözlerim. baktım. bir şiir yürüyordu. canlı kanlı, bir şiir. yürüyordu. başta benzettiğimi düşünsem de dikkatli baktığımda anladım, oydu işte. vallahi oydu. saat 9 yönünde, yanında iki arkadaşıyla beraber yürüyor ve omuzlarından aşağı sarkan saçları, ilahi bir ışık demetini andırıyordu. gülümseyişinden tanımıştım. - unutmak ne mümkün- öyle güzel gülüyordu ki, her gülümeyişinde bütün ülkeye çay ısmarlayası geliyordu insanın. muhsin abimi şimdi daha iyi anlıyorum. kendime geldiğimde arkalarından yürüdüğümü farkettim. normalde bu tarz şeyler yapmazdım ama siz de kabul edersiniz ki durum pek normal değildi. kalbimin atışını kulaklarımda hissediyordum. mahir'le nazlı'nın hikayesinde de olduğu gibi, kestirme yoldan, sanki tesadüfmüş gibi karşılarına çıkıp en azından bir merhaba, deme hakkı kazanacaktım. sonrasına da bakacaktık. meydan tarafına doğru yürüyorlardı. hızlı adımlarla yönümü değiştirip ilk ara sokaktan girdim. etrafımda gelişen olaylardan bağımsız yürüyor, bir yandan da aptal aptal gülüyordum. başıma ilk kez böyle bir şey geliyordu. biraz şaşkınlık, biraz da içinde bulunduğum durumun verdiği enteresanlıkla onların yürüdüğü yolun ters istikametine çıkacağım bir şekilde ilerliyordum. yüz yüze olacağımız bir şekilde karşılaşma hesapları yapıyordum. buradan benden hızlı geçmiş olma ihtimalleri yoktu. oraya ulaşana kadar, şimdiye kadar hiç yapmadığım matematiksel hesaplamaları yapmış, kafamın içinde yol = hız x zaman formüllerini çözmüş ve bütün olasılıkların lehime olduğunu düşünerek, kendinden emin bir şekilde, karşılaştığımızda gülümseyerek ''merhaba'' mı desem, yoksa biraz daha ciddi bir tavırla ''selam'' mı desem tartışması yapıyordum kendimle. beni tanıyacak mıydı? az önce o da beni görmüş müydü? pek umrumda değildi açıkçası. bunlar ufak detaylar. sonuçta kendime bir söz vermiştim, onunla bir kez daha yolumuz kesişirse, onun için yapılması gereken ne varsa yapacaktım. bunu onun için değil, kendim için yapacaktım üstelik. birgün onunla karşılaşma ihtimalini düşünerek başka türlü yetiştiriyordum kendimi. kaportası beş para etmeyen ama yürüründe hiçir sıkıntı olmayan kelepir araçlar gibiydim. uzaktan görünen ben, saçmalıktan başka bir şey değildi. beni anlamaları için, belirli bir mesafeden bakmaları, etrafıma ördüğüm savunma duvarlarını aşmaları gerekiyordu. g'nin bu mesafede bulunması için elimden geleni yapmalıydım. başka seçenek yoktu çünkü. beni, mangal yapmayı becerebilen, dizinden sakat olduğu için bağdaş kuramayan, besyo okuyan, fena bir espri anlayışı olmayan ama bir o kadar da çirkin bir adam olarak biliyordu yalnızca. yan yana bulunduğumuz bir kaç saatte edindiği izlenimler en iyi ihtimalle böyleydi. hiçbir şey hatırlamıyor da olabilirdi. daha detaylı tanışmalıydık, kendimi ona ifade edebilmeliydim, çünkü onu dış görünüşümle etkilemem pek mümkün değildi. bugüne kadar yan yana yürümek istediğim bütün kadınları bir şekilde elde edebilmiştim ama bu konunun kesinlikle dış görünüşümle bir alakası yoktu. ne yapalım malzeme bu kadar.
hikayenin devamını nasıl tahmin ettiniz bilmiyorum ama sandığınız gibi bir karşılaşma olmadı. aynı bir gece önce yazdığım hikayede olduğu gibi, oturma olasılıkları olan bütün mekanları kontrol ede ede oradan uzaklaştım. aksi bir durum söz konusu olsaydı ne yapardım bilmiyorum. konuşabilir miydim, merhaba diyebilir miydim, hadi merhaba evresini bir şekilde aştık diyelim, konuşmanın devamını getirebilir miydim onu da bilmiyorum. muhtemelen getirirdim. bu kez mevzu farklı gibi duruyor çünkü. sonrası mı, sonrası henüz yok. bahsettiğim olayın üzerinden yaklaşık üç hafta geçti ve ben oturup bu yazıyı yazmaktan başka hiçbir şey yapmadım.
zaten bu durumda ne yapılırdı ki? yine günün birinde, kalabalık bir caddede elimde bir kitapla dalgın dalgın yürürken karşılaşmayı beklemekten başka ne yapılabilirdi?
hiç..
06.05.2016
etraf iyiden iyiye kararmış, grupta azalmalar olmuştu. orada bulunan herkes ortak bir arkadaşın doğum günü vesilesiyle biraraya gelmişti ve g ile ilk kez orada karşılaştık. ne renk olduğuna hala kesin olarak kanaat getiremediğim gözleri, hafif sarı dalgalı saçları.. -genelde bu tarz benzetmeleri iyi yaparım. ama sözkonusu g olunca, kahvehanede akşama kadar ellibir/batak/okey üçlüsü etrafında toplanıp, futbol, siyaset, kadın konuşan emekli amcalara dönüyorum. yoksa o gülerken hafif kısılan gözlerini, bira içerken havaya kalkan burnunu çok rahat bir şekilde bin yüz elli iki sayfa boyunca anlatırdım. edebiyatım iyidir.- birbirini tanıyan herkes bir şekilde dağılmış, kala kala, daha önceden birbirinin adını dahi bilmeyen beş kişi kalmıştık orada. ilginç bir ortam oluşmuştu, bir ara bu konuya değinip gülüştük. boş bira şişesinin tepesine taktığımız mum her geçen dakika biraz daha kısalıyor, kötü esprilerin sayısı git gide azalıyordu. aramızda yarım metre mesafe olmasına rağmen g ile aynı ağaca sırtımızı yaslamıştık. en az yirmi beş yıllık, gövdesi kimbilir ne badirelere şahit olmuş heybetli bir çam ağacı. iki bambaşka hayat, iki bambaşka beden, iki bambaşka ruh milyonlarca olasılığın arasından sıyrılıp bir şekilde yan yana gelmiş ve aynı ağacın gövgesinde bir bütün olmuştuk. bir bütün olmaktan kasıt, aynı ağaca yaslanmış olmak işte. bunun ne anlama geldiğini yalnızca daha önceden tecrübe etmiş olanlar bilir. ben bilmezdim mesela, o gün öğrendim. olaylar hızlı cereyan ediyordu, gruba sonradan dahil olan g'nin ev arkadaşı hemen ortama adapte olmuş, telefonumdan açtığım müziklere eşlik ediyor, üzerine yorumlar yapıyordu. g'ile aramızda bir köprü vazifesi görüyor, ortamda eğreti duran her şeyi ve herkesi onun samimiyeti biraz daha mümkün, biraz daha olası kılıyordu. bir ara aynı şarkıya hep birlikte eşlik ettik.
aslına bakarsanız, o akşam g ile aramızda, herhangi bir şekilde biraraya gelmiş herhangi iki insanın başına gelebilecek şeyler dışında pek de enteresan bir olay gerçekleşmedi. stadyumda, tesadüfen yan yana maç izleyen iki yabancı arasında geçen diyalogdan fazlası geçmedi aramızda.. peki onu neden bu kadar ciddiye aldın diye merak ediyorsanız, asıl mevzu bahsi geçen akşamdan iki gün sonra gerçekleşti.
o akşam eve dönünce, ortak arkadaşların hesapları aracılığıyla g'nin profiline ulaştım. uzun uzun fotoğraflarına baktıktan sonra, neden bilmiyorum, bir şeyleri kağıda dökme ihtiyacı hissettim. önce, artık bir ritüel haline gelen, o, bir gün geleceğine inandığım kadın için tuttuğum günlüğe bahsettim g'nin gözlerinden, gülüşünden. sonra da bu hisleri, bir de mahir ve nazlı'nın hikayesine uyarlamak geldi aklıma. kalabalık bir caddede karşılaşacaklardı, nazlı'nın yanında iki arkadaşı olacak, mahir bütün çabalarına rağmen nazlı'nın kadrajına giremeyecek ve onun dikkatini çekemeyecekti. bu mahirle nazlı hikayesinin tanışma -daha doğrusu tanışamama- evresinden bir kesit olacak, olaylar sonradan gelişecekti.
o geceyi zihnimden geçen saçmalıkları kağıda dökerek geçirdim. ertesi sabah yine g'nin gülüşüne uyandım. yataktan kalkıp fotoğraflarına bakarken bir kaç parça çaldım. gitarla bir kaç ay haşır neşir olan herkesin çalabileceği türden üç beş basit şarkı. sonra abarttığımı farkettim. ne yapıyorsun oğlum sen? diye çıkıştım kendime. alt tarafı güzel bir kadın işte. aynı ortamda bulunduğun herhangi bir güzel kadından ne farkı var ki onun? ne olmuş yani gözlerine bakınca, yüksekçe bir tepeye çıkıp, oradan okyanusların ardından batan güneşi seyrediyormuş hissine kapılıyorsan? gülüşü aynı fotoğraf karesine sığmış milyonlarca papatyanın görüntüsünü andırıyorsa ne var bunda? bu benzetmeleri metrobüste gördüğün herhangi bir güzel kadına da yapamaz mısın? yapabilirdim, evet. iç sesime hak verdim. adamsın lan, dedim kendi kendime. her şeyi akışına bırakacaktım. evet epey güzel bir kadındı, oturmasını kalkmasını biliyor, birayı şişesinden içiyor ve müzik zevkimiz uyuşuyordu. -tam buraya uygun bir ayet biliyorum.- ama bu özelliklere uygun yüzbinlerce kadın yaşıyordu bu gezegende. o kişi neden o' olsundu ki? yıllardır hayalini kurduğum, sadece yokluğunun, olmayışının hayatımda bıraktığı izleri anlatırken bile belki binlerce sayfa karaladığım, birgün geleceğine inanarak uğruna şiirler, hikayeler yazdığım kişi neden o olsundu? emin değildim. sonra eğer bu kişi g'ise, hayat mutlaka bizi bir kez daha karşılaştıracaktır ve eğer bu karşılaşma gerçekleşirse, ''g'nin uğruna yapılması gerekenler listesi'' çıkaracak ve bu gereklilikleri bir bir yerine getirecektim. bilgisayarı kapattım. gitarı toparlayıp, staj için gideceğim okula doğru yola çıktım. içimde daha önce hiç hissetmediğim ilginç bir heyecan vardı. evden çıkarken, otobüse binerken, metroda, istiklal caddesine girerken hep bir beklenti vardı. sanki g'ile sözleşmiştik de birazdan buluşacaktık. o da istanbul üniversitesinde okuyor, -beyazıt kampüsü- mecidiyeköy'de oturuyordu. oturduğu evde daha önce bir kez bulunmuştum. hikayenin bu kısmından da apayrı bir hikaye çıkar aslında, ama benim için pek bir anlam ifade etmiyor, o yüzden o konuya değinmiyorum. günlerden salıydı, dersten çıkıp eve gitmeden önce taksime gelip bir şeyler içmek istemiş olabilirdi, karşılaşmamız muhtemeldi. iyimser düşünürsek, belki on milyonda bir ihtimal. bu kısmı daha iyi anlayabilmeniz için, adam fawer'ın olasılıksız kitabını okumuş olmanız gerekir. mesela ben yarıda bırakmıştım. her neyse..
meydan tarafından istiklal caddesine girmiş, her zaman tavuklu pilav yediğim mekana doğru yürüyordum.- ne zaman oranın yakınında bulunsam, aç olmasam da gider orada pilav yerim. epey ucuz çünkü.- elimde sartre'ın bulantısı vardı. gömleğin düğmeleri açık bırakmış, güneş gözlüğünü tişörtün yakasına takmıştım. güzel bir kadınla karşılaşılacaksa eğer, bunun için her şey hazırdı. şehre yeni yeni bahar geliyordu ve insanların giyinme konusunda kafaları karışıktı. montla gezenler de vardı, şortla dolaşanlar da. bir kadının, elini tuttuğu adamı ağzından öpmesine şahit olup gülümsedim. derse geç kalmıştım fakat yetişmek için ekstra bir çabam da yoktu. bir şeyler için acele edilmeyecek kadar tepedeydi güneş. ısıtmasa da oradaydı. yetiyordu. bazen bir şeylerin yalnızca bulunması yetiyor, herhangi bir etki yaratmasına gerek yok. derken birden yolun diğer tarafına ilişti gözlerim. baktım. bir şiir yürüyordu. canlı kanlı, bir şiir. yürüyordu. başta benzettiğimi düşünsem de dikkatli baktığımda anladım, oydu işte. vallahi oydu. saat 9 yönünde, yanında iki arkadaşıyla beraber yürüyor ve omuzlarından aşağı sarkan saçları, ilahi bir ışık demetini andırıyordu. gülümseyişinden tanımıştım. - unutmak ne mümkün- öyle güzel gülüyordu ki, her gülümeyişinde bütün ülkeye çay ısmarlayası geliyordu insanın. muhsin abimi şimdi daha iyi anlıyorum. kendime geldiğimde arkalarından yürüdüğümü farkettim. normalde bu tarz şeyler yapmazdım ama siz de kabul edersiniz ki durum pek normal değildi. kalbimin atışını kulaklarımda hissediyordum. mahir'le nazlı'nın hikayesinde de olduğu gibi, kestirme yoldan, sanki tesadüfmüş gibi karşılarına çıkıp en azından bir merhaba, deme hakkı kazanacaktım. sonrasına da bakacaktık. meydan tarafına doğru yürüyorlardı. hızlı adımlarla yönümü değiştirip ilk ara sokaktan girdim. etrafımda gelişen olaylardan bağımsız yürüyor, bir yandan da aptal aptal gülüyordum. başıma ilk kez böyle bir şey geliyordu. biraz şaşkınlık, biraz da içinde bulunduğum durumun verdiği enteresanlıkla onların yürüdüğü yolun ters istikametine çıkacağım bir şekilde ilerliyordum. yüz yüze olacağımız bir şekilde karşılaşma hesapları yapıyordum. buradan benden hızlı geçmiş olma ihtimalleri yoktu. oraya ulaşana kadar, şimdiye kadar hiç yapmadığım matematiksel hesaplamaları yapmış, kafamın içinde yol = hız x zaman formüllerini çözmüş ve bütün olasılıkların lehime olduğunu düşünerek, kendinden emin bir şekilde, karşılaştığımızda gülümseyerek ''merhaba'' mı desem, yoksa biraz daha ciddi bir tavırla ''selam'' mı desem tartışması yapıyordum kendimle. beni tanıyacak mıydı? az önce o da beni görmüş müydü? pek umrumda değildi açıkçası. bunlar ufak detaylar. sonuçta kendime bir söz vermiştim, onunla bir kez daha yolumuz kesişirse, onun için yapılması gereken ne varsa yapacaktım. bunu onun için değil, kendim için yapacaktım üstelik. birgün onunla karşılaşma ihtimalini düşünerek başka türlü yetiştiriyordum kendimi. kaportası beş para etmeyen ama yürüründe hiçir sıkıntı olmayan kelepir araçlar gibiydim. uzaktan görünen ben, saçmalıktan başka bir şey değildi. beni anlamaları için, belirli bir mesafeden bakmaları, etrafıma ördüğüm savunma duvarlarını aşmaları gerekiyordu. g'nin bu mesafede bulunması için elimden geleni yapmalıydım. başka seçenek yoktu çünkü. beni, mangal yapmayı becerebilen, dizinden sakat olduğu için bağdaş kuramayan, besyo okuyan, fena bir espri anlayışı olmayan ama bir o kadar da çirkin bir adam olarak biliyordu yalnızca. yan yana bulunduğumuz bir kaç saatte edindiği izlenimler en iyi ihtimalle böyleydi. hiçbir şey hatırlamıyor da olabilirdi. daha detaylı tanışmalıydık, kendimi ona ifade edebilmeliydim, çünkü onu dış görünüşümle etkilemem pek mümkün değildi. bugüne kadar yan yana yürümek istediğim bütün kadınları bir şekilde elde edebilmiştim ama bu konunun kesinlikle dış görünüşümle bir alakası yoktu. ne yapalım malzeme bu kadar.
hikayenin devamını nasıl tahmin ettiniz bilmiyorum ama sandığınız gibi bir karşılaşma olmadı. aynı bir gece önce yazdığım hikayede olduğu gibi, oturma olasılıkları olan bütün mekanları kontrol ede ede oradan uzaklaştım. aksi bir durum söz konusu olsaydı ne yapardım bilmiyorum. konuşabilir miydim, merhaba diyebilir miydim, hadi merhaba evresini bir şekilde aştık diyelim, konuşmanın devamını getirebilir miydim onu da bilmiyorum. muhtemelen getirirdim. bu kez mevzu farklı gibi duruyor çünkü. sonrası mı, sonrası henüz yok. bahsettiğim olayın üzerinden yaklaşık üç hafta geçti ve ben oturup bu yazıyı yazmaktan başka hiçbir şey yapmadım.
zaten bu durumda ne yapılırdı ki? yine günün birinde, kalabalık bir caddede elimde bir kitapla dalgın dalgın yürürken karşılaşmayı beklemekten başka ne yapılabilirdi?
hiç..
06.05.2016
2 Mayıs 2016 Pazartesi
yine aklımdan gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler geçiyor. karanlık bir yolda ağır ağır ağır ilerliyorum. attığım her yeni adımda bir öncekini özleyerek.. özlenecek pek bir şey yok, biliyorum. insan her zaman özlenecek şeyleri özlemiyor. malum, garip yaratıklarız. son bir kaç haftadır aşık olmanın eşiğinden dönüyorum. olabilsem ne iyi. ama olamamak da çok dert değil. olmamalı. olmasın diye uğraşıyorum. yoksa, burada uzun uzun gözlerinden bahsedeceğim bir kadın var..
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda, demiş palyaço adlı şiirinde, adını henüz bilmediğimiz bir abimiz. oğlu hayri uyar'ın dediğine göre bu şiir turgut uyar'a ait değil. ama zaten konumuz da bu değil. bir ilan panosunda yüzünüze rastladınız mı hiç? ne büyük lüks. ben bazen aynaya bakarken bile yüzüme rastlayamıyorum. bu yorgun eller, bu çirkin surat, bu eskimiş duygular bana mı ait? bana mı ait kurduğum cümleler? bu gece, emin olmadığımız şeyleri konuşmayalım. mümkün olduğu kadar dürüst olmalıyız birbirimize karşı. yoksa nasıl seveceğiz. yirmibirinci yüzyıldayız güzelim, biraz samimiyetsiz yaşıyoruz. papatya kokulu mektupları hayal ediyorsan eğer buradan çok uzaklaşmanı tavsiye ederim.
içimden yolcusuz bir tren geçiyor. her korna sesi yeni bir buhran. her durakta bir ümitsiz bekleyiş. son durağa yaklaşırken frenleri patlamış, makinisti tarafından bir şekilde terk edilmiş, eski püskü bir yolcu treni. paramparça olsa haber değeri taşımaz. balatın o dar sokaklarında sırasıyla yanıp kül olan evler gibi. ikiyüzelli yıllık bir evin yanıp kül olması neden haber değeri taşımaz ki? nihayetinde eşyaya değer veren bir toplumuz. toplumuz evet. çok değil, bir duvar mesafesi uzaklıktakilerin bile adını bilmeden yan yana uyuyoruz her gece. eskimiş insanlar buna, komşuluk ölmüş, diyorlar. yolun başındakiler ise pek umursamıyor. maneviyat onlara göre değil.
atasporumuz beklemek. özlemek. karşılıksız sevmek. son dediğim biraz iddialı olacak ama, karşılıksız sevmek konusunda muasır medeniyetler seviyesinin yirmi beş kat falan üzerinde seyrediyoruz. olimpiyatları düzenlense altın madalyalara ambargo koyarız. sayın gençlik ve spor bakanımız bu fikri değerlendirmeli..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)