26 Ağustos 2016 Cuma

bir yaz sonu hikayesi

ihtimaller ihtimaller.. kafam hayli karışık, kendi uydurduğum hikayelere inanmaya, onları gerçekmiş gibi yaşamaya başladım. epeydir kafamdaki en belirgin soru işareti sensin ve ben galiba sana bir şeyler anlatmak istiyorum. daha önce duyma ihtimalin olmayan şeyleri anlatmak istiyorum özellikle. bu yüzden güzelliğine falan değinmeyeceğim, klişelerden hoslanmam. 
şöyle ifade etmeye çalışayım;

edip canseveri düşün, masmavi bir denizin kıyısına ayaklarını uzatmış, rakısını yudumlarken bir şeyler karalıyor. cemal geliyor sonra, süreya olan. oğlum o öyle olur mu diyor, eksik yazmışsın. değiştiriyor bir kaç yerini şiirin. turgut uyar kumsala uzanmış, kumların gece serinliğini ensesinde hissederek göğü seyrederken bu diyaloğa kulak kabartıyor, n'apiyorsunuz beyler siz sabahtan beri? diye dalıyor mevzuya. kağıda bir göz gezdiriyor, güzel, ama daha iyi olabilir.. başlıyor bir şeyleri silip yeniden yazmaya. bir yandan da gülümsüyor, lan diyor ben bu dallamaya boşuna şiir yazmadım, işte yalnızlıktan nefes alamadığı gecelerin mükafatı, diyerek havaya kaldırıyor kağıdı. -bahsettiği dallama benim, turgut uyar'ın adıma şiir yazdığını bilmeyen yoktur herhalde- üçü birden sevinip, göğe bakıyorlar. -yazmayı bıraktım 10 saniyeligine, otobüsün camına başımı yasladım, göğe bakiyorum. karanlık. saat 05 37.  dedim ya işte, hikayeyle gerçeği pek ayıramıyorum şu sıralar. şehir şehir dolaşıp, bir şeyler arıyorum mütemadiyen. niyetim bulmak değil,  belki aramış olmak da değil. daha çok bu arayış hali..-
didem madak, nilgün marmara'ya bir şeyler anlatırken denk geliyor manzaraya, konuşmayı kesip yanlarına koşuyorlar birlikte. kısa bir muhabbetten sonra kağıdı alıp birlikte okumaya başlıyorlar. her yeni satira  gülümsemelerini biraz daha büyüterek geçiyorlar.  -dünyadayken yapmayı pek beceremediklerini söylerlerdi, buna mutlu oluyorum.- her şey çok güzel, yalnız buna bir kadın eli değmeli deyip kağıdı alarak geldikleri yere dönüyorlar. kumun üzerine serdikleri çarşafa yüzüstü uzanarak kafa kafaya veriyorlar ve başlıyorlar bir şeyler  yazmaya. bir iki dörtlük daha uzatıyorlar kağıtta yazan şiiri. şimdi daha iyi oldu gibi, deyip gülümsüyorlar.. dikkatli bakiyorum, eğilmiş gamzelerinden su içiyor kuşlar. ne ilginç bir manzara. şiir gibi..
o sırada teknesiyle oradan geçen van gogh, gördüklerine inanamıyor. merak edip yanaşıyor kıyıya. vakit kaybetmeden bunun resmini cizmeliyim diyor kendi kendine, kağıt rüzgarın etkisiyle uçup van gogh'un sol kulağına takılıyor. bu ne lan şimdi? diye sorgularken, biraz meraktan, biraz da ortamın yarattığı havadan başlıyor okumaya.. son satıra geldiğinde kağıdı yere fırlatıp arka cebindeki fırçaya sarılıyor, koşarak edevatını alıyor tekneden. başlıyor az önce okuduklarını resmetmeye.. bir kaç günlük uğraştan sonra, bu böyle olmayacak deyip da vinciye mesaj atıyor "knk nerdesin" diye. kısa bir konuşmanın ardından yola çıkıyor da vinci. apar topar yola koyulmuş olmanın verdiği gerginlikle van gogh'a sitem ederken resmi görüyor, ovuşturuyor gözlerini, tekrar bakıyor, bu ne oğlum diyor, kim yaptı bunu? kağıdı gosteriyor van, burada gördüm diyor. okumaya başlıyor da vinci.. geride bıraktığı her satırda biraz daha hayret ifadesi beliriyor suratında. van gülüyor, ben sana demiştim diyor. okuma merasimi bitince da vinci, tablonun başında duran van'ın yanına koşuyor. uzun uzun tabloya baktıktan sonra, eksik olmuş oğlum bu, diyor. düzeltelim şuraları.. bir kaç gün daha uğraşıp nihayete erdiriyorlar sonunda. şimdi tamamdır, hadi bir kaç bira içelim diyorlar ve bukowski'nin işlettiği tekele gidiyorlar. biraları alırken kağıttan ve tablodan bahsediyorlar biraz.. bukowski, siktirin lan olur mu öyle şey amk, deyip kovuyor onlari. neyse ki gelen müşterilere biraları poşete koyduktan sonra kufur ediyor bukowski, usul erkan bilen adam nihayetinde. tekelci olmasi başlarda beni de şaşırtmıştı. tablonun yanına geldiklerinde mozart karsiliyor onlari, tabloya bakarak 2551. senfoniyi çalıyor. lan bu parça bu herifin hangi albümündendi diye bakiyorlar birbirlerine. neyse diyorlar, bizene biz dinleyelim. derken oğuz atay sese uyanıyor. ağır ağır dogrulup bu ne gürültü beyler diyor. yaptığınız bu şey sizce ne kadar normal? bütün bakışlar kağıda ve tabloya yöneliyor. bu ne şimdi deyip esneyerek yaklaşıyor ağır ağır ve aksayarak.. yaklaştıkça gergin yüzü gevsiyor,  hatta son birkaç adımda gülmeye başlıyor. biraz tabloya baktıktan sonra kağıdı alıyor eline, okuyor, okuyor.. oğlum bu olamaz, bu mümkün değil lan diyor ve tutuna tutuna geldiği bastonu fırlatıyor yere. selimi arayıp uyan oğlum turgut diyor, selime de söyle çabuk buraya gelsin, artık tutunacağız. hatlar heyecandan biraz karışıyor tabi. -oğuz abim büyük adam, çok büyük.-
can yücel'in sesi duyuluyor uzaklardan. napiyorsunuz lan siz burada,  burası babanızın tarlası değil lan, datça oğlum burası, benim memleketim. burda her şey gerçek, diye bağırarak olay yerine geliyor. gördüğü manzaraya hayret ederken, biralardan sarhoş olan van goghu işaret ederek turgut uyara bakıp, ne ayak lan bunlar diyor. turgut uyar hala naif. yaklaş da kendin gör diyor. lan hanım evde yoğurt bekliyor ne şiiri ne tablosu? derken didem madak okuması için rica ediyor. siz de mi burdaydiniz diyor can baba, ettigi kufurlerden biraz utanarak. neyse bari, bir bakayım diyor. tabloya attığı her adımda hipnotize oluyor adeta, görenler öyle yorumluyor bunu. bira verin lan bana diyor, hanginiz yaptınız bunu oğlum, benim hanımın gençlik yıllarına benziyor, diyerek bir dikiste bitiriyor da vincinin yarim birasını. soğan yemiş pezevenk, diyerek yüzünü ekşiterek gülümsüyor. sonra kağıdı alıyor eline. kağıdı eline aldıktan bir kaç saat sonra anca kendine gelip beni arıyor hemen. oğlum o saklandığın tepeden hemen aşağı in, burda sana ait bir şey var diyor. hem herkes senin orada olduğunu biliyor gerizekali, kimden saklaniyorsun, tisortunu kıyıda unutmuşsun, diye ekliyor sonra ve çok şanslısın lan diyerek gülüyor telefonu kapatırken. koşarak inmeye başlıyorum tepeden aşağı, calilardan, dikenlerden ve papatyalarin uzerinden atlayarak geçiyorum. sonra diyorum ki dur lan didem ablalara çiçek götüreyim, sonra kendimle çelişip salak mısın oğlum, kocaman çiçek bahcelerini ziyarete elinde bir tane cicekle gidilir mi diyerek vazgeçiyorum ve kosmaya başlıyorum tekrar. belki 5  belki 10 kilometre aralıksız koşuyorum. soluk soluğa kalıp ağzımı musluga dayayarak kana kana su iciyorum niyagara selalesinin kurnalarından. devam ediyorum son surat kosmaya ve cigerlerim patlamak üzereyken variyorum can abinin yanına. abi niyagara o kadar da büyük değilmiş he, bizi kaldırmışlar, diyorum, o bizim çay lan ne niyagarası mal mısın? diye karşılık veriyor o da bana. datcadayiz oğlum diyor, datcadayiz. o sirada gözüm tabloya ilişiyor, can abinin dediklerini duymaz oluyorum. kendime gelip, abi bunun burada ne isi var diye anca sorabiliyorum. hem kim çizdiyse gözlerini biraz şaşı çizmiş, söyleyelim düzeltsinler bunu. herkes aniden bana dönüp hep bir ağızdan siktir lan, diyorlar. didem abla çok ayıp der gibi bakıyor onlara. nilgün ablayla beraber yanıma geliyorlar. kağıdı elime turustururken, al bak bu senin, senin diyorlar. bu ne lan şimdi, noluyor burada, bu kızın resmini kim çizdi, hayırdır diyecekken oğuz abimle gözgöze geliyoruz, susuyorum. tabloyla, kağıdı verip bir otobüse bindiriyorlar beni. haydi datcaya gidiyorsun diyorlar. kendimde değilim, tepki veremiyorum. bir an öpecek gibi oluyorum tablodaki resmini. sonra dikkatli bakıp, lan vallahi tam yapamamislar ya, diyerek gülümsüyorum... 

muavinin sesiyle uyanıyorum sonra, 10 dakika ihtiyaç molası diyor. abi ne on dakikası lan, tablom nerde benim diyecekken, bakıyorum ki başka bir gezegendeyim. kendime gelmem 7 dakikami aliyor ve agir adimlarla üzülerek isemeye gidiyorum. adaletine yandigim dünyası. arka fonda yüksek sadakat çalıyor. belki bir gün bunları okursun, diye düşünerek alıyorum elime telefonu not defterine bunları yazıyorum.

abartma deme caminin ici, gerçekten o tablo tam olmamıştı. şiireyse bir kaç dörtlük daha eklenebilir...

15 Ağustos 2016 Pazartesi

falanca şehrin, falanca sokaklarından birinde, bir bilgisayara oturmuş bir şeyler karalıyorum. on altı gündür yollardayım. neden yolda olduğumu, nereye gittiğimi bilmeden.. bu ara sıra can sıkıcı olsa da genel itibariyle rahatlatıcı bir yolculuk şekli. bir arayış ya da varış ihtiyacı gözetmeksizin, kendimi tamamlamaya çalışıyorum. -bir yandan da eksiliyorumdur belki, ruhumun çürümüş uzuvlarını yürüdüğüm yollarda bırakıyorumdur, kim bilir.. ben bilmem..-
henüz bir şey bulamadım. bir şey bulduğum zamanlarda, bir şey bulduğumu o an idrak edemeyeceğimin de bilincindeyim. bu yüzden varışsızım, sonuçları önemsemiyorum. belki üzerinden yıllar geçtikten sonra bir dost sohbeti eşliğinde bu anlardan bahsederken anlayacağım, bu yolculuk esnasındaki kazanımlarımın ve mağlubiyetlerimin ne olduğunu. belki de bu günler benim geride kalan hayatımın tamamı olacak. bundan sonraki hayatımı yerleşik bir düzeni redderek yaşayacağım, kim bilir. yarına dair bildiğim hiçbir şey yok. an geldiğinde, hazırlıksız bir bugün'ün, artık yarına çıkamayacağı gerçekliği dışında. bir gün gelecek, o günün sabahı bizim için yarına ulaşmayacak. ve geride yalnızca böyle yazılar kalacak hakkımızda. şanslıysak birileri okuyacak bunları, vay amına koyayım, diyecek. herifle aynı şeyleri düşünmüşüz.
işte o vakit gökyüzünden aşağıya bakıp gülümseyeceğim, geç kaldın be amına koyayım, diyeceğim ben de. ama kızmayacağım tabi, nihayetinde hangimiz hangimize geç kalmadık ki? oğuz atay'ın şuan bize baktığı gibi bakacağım dünyaya tepeden. asla onun kadar büyük bir yazar olamayacağımın verdiği bilinçle tabii. oğuz abim, yaşasaydın bu yolculuğun sonunda senin eşiğine basmak isterdim. seninle aynı masaya oturup derdimi açmak isterdim sana. biliyorsun, bu pek yaptığım bir şey değildir. sen de bana anlatabilirsin, iyi sır tutarım... neyse güzel abim, daha fazla kafanı şişirmeden gideyim ben, bir çay içimlik borcum olsun. umarım bir dahaki sefere, atılgan yusuf abimi de alır galatada bir yerlerde otururuz.. selametle..

yollarda kendi kendine konuşanlara deli diyor bu toplum. şizofreni diyor biraz daha iyi ihtimalle, bir kapıya bakıp orada biri varmış gibi konuşanlara. ee peki yazarlara, şairlere duyulan bu saygı, sevgi neden? düşüncelerini sesli değil de yazılı ifade ettikleri için mi? saatlerce boş bir odaya bakıp, onlarca sayfa yazı yazan insanların sokakta görüp alay ettiğiniz o statü sahibi olmayan delilerden ne farkı var? var olmayan şeyleri varmış gibi düşünüp, var olan şeyleri yok eden bu yazıların sahipleri neden akil insanlarmış gibi lanse ediliyor. manyağız oğlum hepimiz, safi manyağız. bundan iyi bir şeymiş gibi bahsedenleri de ayrıca sikeyim. kötü bir şey de değil elbette, ama asla övünülecek bir şey olamaz. (kendimi ilk kez yuazar sıfatına dahil etmişim, sonradan farkettim. ilginç.)

bu beter düzenden benim payıma düşen delilik ise, dünya denen bu tımarhanedeki varoluş nedenimi sorgulayarak, bir neden arayışıyla yollara düşüp, hiçbir bok bulamamak. yukarıda da dediğim gibi, bulmuş olsam bile bunu idrak edebilecek kadar sağlıklı bir ruh haline sahip değilim şuan. yani aslında sizin delilik dediğiniz,biraz da bu gibi şeyler. söyleyin, bundan gocunmam.
ağlamaktan, güçsüz görünmekten de gocunmam artık. çünkü eskisi kadar güçsüz değilim. yola çıkarken yazdığım yazıda da söylediğim gibi, hiçbir şey artık o geceki gibi olmayacak. gerçekten hiçbir şey artık o geceki gibi değil. bir insanın iki haftada iki yıllık olgunluğu zihin heybesinde toplaması, dimağ süzgeçinden geçirip, kalan işe yarar kısımları kendi fikirlerine empoze etmesi ne derece mümkün sizce bilmiyorum ama ben her sabah aynaya baktığımda bunun keyfiyle uyanıyorum. ve duyduğum bu manevi keyif, maddi bir keyifsizliğe yol açıyor. içinde bulunduğum bu zifiri yalnızlığı biraz daha koyulaştırıyor ve aksi bir yaşamın pek de mümkün olmadığını hatırlatıyor bana her sabah. bunu değiştirmek için yapabileceğim pek bir şey yok, o yüzden hiçbir şey yapmıyorum. tek yapabildiğim gitmek. keyif aldığım tek duygu bu şu sıralar. duygu diyorum, çünkü gitmek, bir eylemden çok bir duygu selinin insan hayatına yansıması. sayın dinleyenler, bu dediğimi belki bir gün anlarsınız.. o zaman tekrar burada buluşalım.
velhasıl; yalnızlığımı da sırtlayıp gidiyorum.
belki bir kaç hafta sonra bu yazıya kaldığım yerden devam ederim. halinize üzüldüğümü bilmenizi isterim, sevgilerle..


gönderen: hiçbir yerde ol(a)mayan bir hiç kimse
alıcı: pek de önemli değil