21 Kasım 2015 Cumartesi

arkasına yaslandı. küllükteki sönmüş sigaraları seyretti bir süre. bir kere bile içine çekmemişti çoğunu, yakıp kül olmalarını seyretmişti. sigaranın da kendisine benzeyen yanları olduğunu düşünüyordu.fazlasıyla uykusu gelmişti artık, pencereden dışarı baktı, etrafta ışığı yanan bir pencere bulamadı. ışığını söndürüp sabahın olmasını beklemek üzere yatağına yöneldi.nazlıdan dördüncü mesaj da geldiğinde telefonu yan çevirip mesajları okudu. nazlı iyi bir kızdı. zeki, güzel, başarılı ve yeşil gözlü bir hukuk öğrencisi. bende ne buluyor bu kız diye sorar dururdu kendine mahir. bir cevabı yoktu. zaten kafasındaki sorulara bir cevap bulabilseydi bu durumda olmayacaktı, öyle düşünüyordu. nazlıdan gelen mesajları okuduktan sonra, yarın sabah ne yapacağını düşündü uzun uzun. once ne yapabilirimi düşündü bir sure, sonra ne yapmaması gerektiğini. yapılabilecek bir sürü şey varken hiçbir şey yapmamak mı daha zordu, yoksa yapılacak bir şey yokken bir şeyler yapmaya çalışmak mı. mahir'e göre  ilki daha zordu. elinden bir şey gelmese bile bir şeyler ortaya koyabilirdi insan ama elinden gelen bir şeyler varken hicbir şey yapmamak, öylece durup beklemek çok daha zordu. - bunun pişmanlığını yaşayanlar neyden bahsettiğimi daha iyi anlayacaklardır. -sabah olmadan uyumalıyım diye düşündü ve bu düşünceden yaklaşık on iki dakika sonra uykuya daldı.hayatta en çok korktuğu şey, aydınlık bir odada uyumak zorunda kalmaktı. annesinin öldüğü gece, evin bütün ışıklarını açıp sabaha kadar başında beklemişti annesinin. sekiz yaşındaydı ve bundan daha fazlası gelmemişti elinden.annesi beyin kanamasından öldüğü sıralarda, babası muhtemelen o esmer dansözün koynunda terlemelekle meşguldü. belki de değildi, belki de gerçekten mesaiye kalmıştı o gece. bu gerçeği babasından başka kimse bilmiyordu. birkaç yıl sonra da babasını bu soru  işaretleriyle beraber toprağa gömdü. artık 13 yaşındaydı ve babasının morarmış bedeninin teneşirdeki görüntüsünün ne anlama geldiğini idrak edebilecek olgunluğa ulaşmıştı.babası anlatmıştı ona ölümü. her gece pencerede annesinin gelmesini beklediğini görünce böyle bir çözüme başvurmuştu. zaten kimse kimseye yaşamayı öğretmiyor, herkes herkese ölmemeyi öğretiyor. yapılması gerekenlerden değil, yapılmaması gerekenlerden bahsediyorlar. özellikle de çocukken. birileri gelip işaret parmağıyla yanlış olanı gösteriyor sana ve bunu asla yapmaman gerektiğini söylüyor ama katiyen doğruyu gösterip yapman gerekeni öğretmiyorlar. sonra sende büyüyüp, böyle ne yapmaması gerektiğini bilen ama ne yapması gerektiği hakkında en ufak bir fikri bile olmayan vasıfsız bir adama dönüşüyorsun. bu hepimizin kaderi.annesi, bitlenmesin diye saçlarını hep üç numaraya vururmuş mahir'in. annesinin taziyesine gelen krem rengi çoraplı kadınlar aralarında konuşurken duymuştu bunu. ama o sıralar kurtarması gereken bir prenses vardı, annesinin ölümüyle ilgilenmeyecek kadar meşguldü mahir. hem üç numara sana yakışıyor demişti ahmet. ahmet neden yalan söylesin ki? bir ahmet neden yalan söyler? üstelik lösemi hastasıysa ve 9 yaşında ölmüşse kesinlikle söylemez. keşke ahmet yalan söyleyebilecek kadar uzun yaşasaydı, en iyi arkadaşıydı mahir'in. ahmet, mahirin kepçe kulaklarına aldırmıyordu, mahir'de ahmet'in dökülmüş saçlarına. aynı prensese aşık olmuşlardı. gözleri ve saçları vardı prensesin. üstelik, bir yetime ve bir lösemi hastasına göre çok daha sorunsuz nefes alıyordu.ara sıra o prensesin nazlı olup olmadığını düşünür mahir ve her seferinde bir sigara daha yakar. yakma eyleminin rahatlatıcı bir yanı var, içmesen de rahatlıyorsun. bunun tıpta da bir adı olduğuna eminim.ahmet yaşıyor olsaydı şimdi, o da nazlıya aşık olur muydu acaba. peki ya nazlı, mahiri sevdiği kadar sever miydi onu?dokuz yaşında ölen bir çocuğu herkes sever. peki ya sekiz yaşında ölmesi gerekirken, yirmi sekiz yaşına kadar ölemeyen bir adamı? kim, neden sever ki?nazlı o kalın kitapları okuya okuya aklını kaçırdı. zaten öyle kalın kitaplar okuyup aklını kaçırmamak mümkün değil. çünkü o kitapları yazanlar akli dengesi yerinde kimseler değiller. yazmak deli işi. akli dengesi yerinde insanlar yalnızca, borç defterindeki veresiye notlarını hesaplarken kullanırlar kağıt kalemi. kağıt kalem kullanmanın en faydalı şekli budur belkide.mahir yazmayı beceremediği gibi okumayı da beceremiyordu. 4 senelik üniversiteyi, geçen yaz, yedinci  senesinde, son sınava kendi yerine, kendisinden beş yaş daha küçük ve aynı zamanda huysuz apartman yöneticisinin oğlu olan hamdiyi sokarak bitirmişti. iyi çocuktur hamdi, babasının cebinden para çalmak gibi huyları yoktur. bir ara, yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu, sokak köpeklerini sevdiğini ve kadınların cinsel bir obje olarak görülmesinden çok rahatsız olduğunu dile getirmişti bir muhabbet esnasında. peki birinin iyi sayılabilmesi için bunları söylemesi yeterli miydi?eğer yeterince kötü insan tanımamış olsaydım, belki..
birini, iyi biri olduğuna inandırmanın en iyi yolu, ona kötü biri olduğunu söylemektir. kötü olduğunu kabul edebilecek ve bunu karşısındakine söyleyebilecek dürüstlüğe sahip olan birinden kimseye zarar gelmez çünkü. kötülüğü kendinedir onun. karşısındaki insan, feleğin işkembe çorbasından yeterince içmişse eğer bilir, güvenilir biridir o.felsefe dersinde, en güvendiğiniz insanın adını yazıp bunun sebebini açıklayın, diye tek soruluk bir sınav yapmıştı derya hoca ve o kağıdı boş bırakmıştı mahir. bir rivayete göre, derya hocayla böyle yakın dost olmaları da o boş kağıt sayesinde olmuştu..mahir uyandığında hava kararmak üzereydi, ağır ağır doğrultu yataktan. yine kafasının içinde milyarlarca anlamsız kelimeyle açmıştı gözlerini . o kelimelerden anlamlı bir cümle oluşturmak için çoğu zaman gözlerini bir noktaya diker ve bir aşçının lezzetli bir yemeği koklarken takındığı mimiklere benzeyen bir tavır takınırdı. bu anlamsız kelimelerin mide bulandırıcı bir tarafı vardı. ayarı bozulmuş bir dönme dolabın son sürat döndüğünü ve siz içindeyken bir daha asla durmayacağını düşünmekle aynı şeydi bu. belki daha kötüsü. büyük ihtimalle daha kötüsü..haftanın en az bir iki günü bu şekilde uyanmaya alışmıştı mahir ama son bir aydır hemen hemen her sabah bu şekilde uyanıyordu. biraz daha betimlemek gerekirse, bütün dünyayı sırtlayıp şınav çekmeye benziyordu mahirin içinin sıkıntısı. kendini dışarıya atıp başka şeylere odaklanmak işe yaramıyordu ve yataktan çıkmamak da bir çözüm olmaktan çıkmıştı artık. sanki dünya güneşin ve kendisinin etrafında dönmüyordu da mahir hem güneşin hemde dünyanın etrafında dönüyordu. -evet evet, bu betim daha uygun..-komidinin üçüncü gözüne koyduğu bozuklukları avuçlayıp caddedeki fırına gitmek üzere sertçe çarptı kapıyı.insanlarla sadece gerektiği kadar muhabbet ediyor, çok zorda kalmadıkça konuşmuyordu mahir. anlatmak istediği şeyi en kısa şekilde nasıl ifade edebilirse o şekilde ediyordu. üç kelimeyle anlatılabilecek bir şeyi beş kelimeyle anlatmak saçmaydı zaten. roman okumayı sevmeyen bütün çocuklar gibi mahirde aşırı betimlemelerin gereksiz olduğunu düşünüyordu. hatta mahir'e göre betimlemenin her türlüsü boşunaydı, zaman kaybıydı.simitçideki tezgahtar çocukla aralarındaki diyaloğu seviyordu mahir. eliyle sayıyı işaret edip gülümsüyordu sadece, bu yetiyordu. yine böyle bir sahne yaşanmış ve elinde simit poşetiyle fırından çıkmıştı.keşke herkesle bu şekilde anlaşabilsek diye düşünüyordu, fakat işe geç kaldığı sabahlarda taksiye binmek zorunda kalıyordu. bir taksiye bindiyseniz mutlaka taksiciyle şehrin eski yapısı, ülke gündemi ya da futbol gibi konularda konuşmak zorundasınızdır. özellikle istanbulda yaşıyorsanız, bir taksiye binip taksiciyle muhabbet etmeme olasılığınız, ülkenin avrupa birliğine girme olasılığıyla hemen hemen aynı.
güneş iyiden iyiye hissettiriyordu artık kendini, belli ki aylardan nisandı. rengarenk laleler bütün ihtişamıyla açılıp saçılmış, kiraz ağaçları kendi kına gecesinde ağlayan gelinlik kızlar edasında süslenmişlerdi. bahar ayları, bu gezegenin mezuniyet törenleri. biz farkında değiliz ama, ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler yani bütün insan olmayanlar insan olanlara oranla daha neşeli ve daha bir güzeller bahar aylarında.. ne kışın o yoksullara hissettirdiği beter duygu ne de yazın kuşlara çektirdiği eziyet var. yüreğinde bir tutam da olsa yaşama sevinci taşıyan herkes sever baharı.
mahir elini sol göğsüne götürerek yüreğindeki o bir tutam yaşama sevincini kontrol etti, yerinde duruyor muydu, bilmiyordu. tek bildiği oralarda hissettiği şeyin kocaman bir boşluk olduğuydu. belki içi sevgi ve mutlulukla doluydu ama o boşlukta kayboluyordu bütün iyimser duygular. yapması gereken şey o boşluğun ne olduğunu bulmaktı. nereden geliyordu, neyden kaynaklanıyordu, hangi zamandan kalmaydı bu boşluk. çocukken çok sevdiği bir oyuncağını kaybettiğinde de buna benzer bir boşluk hissederdi ama bu onlar kadar basit değildi. bu daha derin ve daha geniş bir boşluktu. bütün iyi ve güzel duyguları içine alıp yok edecek kadar büyük bir boşluk. mis kokulu çiçekleri, cıvıldayan kuşları, dalga seslerini, yosun kokunu, güzel gözlü kızları, gülümseyen çocukları, kısacası uğruna yaşanacak bütün güzellikleri yok ediyordu bu boşluk.bu mevsimde bir umudu olmalıydı insanın, yarından bir beklentisi olmalıydı.. en az üç şiir olmalıydı ezberinde, yeni bir romana başlamalıydı, yan yana olma hayalinin bile mutlu edeceği biri olmalıydı hayatında. sırt çantasını sırtlayıp, kırlarda, yollarda, daha önce hiç görmediği sahillerde kaybolmanın  düşünü kurmalıydı insan bu mevsimde.. bütün bunların farkında oluşu içindeki boşluğu daha da karanlık kılıyordu. öyle bir karanlık ki bu, avazın çıktığı kadar bağırsan da kimsenin seni duymayacağı bir yerde, duysalar bile orada yaşan kimsenin anlamayacağı bir dilde yardım istediğinin farkında olmak gibi nafile bir duyguyla dolu.
kırmızı kapılı binanın önünden geçerken nazlı geldi yine aklına. bu kapının mahir için çok derin anlamları vardı. bütün kırmızı kapılarda olduğu gibi. nazlıyı ilk kez böyle bir kapıdan çıkarken görmüştü ve ilk kez o an, sanki şehrin bütün camilerinden, okullarından, bütün megafonlarından kendi kalp atışlarını dinlemişti. bütün şehir duymuştu mahirin kalbini, bundan emindi. peki ya nazlı duymuş muydu? işte bunu bilmiyordu. ve uzunca bir süre  öğrenmek adına hiçbir şey yapmadı. her gece pencerenin önüne oturup derin hayallere dalıyordu. sevmek, sevilmek adına yaptığı tek aktivite buydu. böyleydi mahir, bütün mahirler, bütün gerçek aşıklar gibi o da söyleyemeyecekti içinden geçenleri. belki bir şeyler söylecekti bir gün, ama asla içinden geçenleri tam olarak anlatamayacaktı ona. bunca dil tercümanı varken, neden bir tane yürek tercümanı olmaz ki diye düşünürdü bazen. neden biri gelip sevdiklerimize, uyumadan önce düşündüğümüz o sülietlerin sahiplerine, kalbimizin ritmini belirleyenlere yüreğimizin çevirisini yapmıyordu ki? ne güzel olmaz mıydı? atomu parçalara ayırmak, küresel ısınmayı önlemek hatta kanserin tedavisini bulmak bunun yanında hiçbir şey kalırdı. insan ömrü yüz yıl olsa ne olacak, her gece aynı tavana bakıp aynı gözyaşlarını döktükten sonra. bakın burası çok önemli, ağlamak kesinlikle iyi bir şey. ağlamak kötü değil, kötü olan birinin ağlamasına sebep olmak. birinin tek başına ağlamasına sebep olmak. birinin hıçkırıklarını kimse duymasın diye ağzını avuçlarıyla kapatarak ağlamasına sebep olmak.ah o tavanlar yok mu, ben bir müteahhit olsaydım, evlere tavan koymazdım. bırakırdım insanlar göğe baksın geceleri, üşüyeceklerse üşüsünler. yalnızlığın soğuğu hangi santigrat dereceyle ölçülebilir ki? hangi ateş ısıtabilir buz tutmuş bir yüreği. hangi çatıya başımızı soksak, o haneye misafir sayılıyoruz. vatanımız, yuvamız yok sanki. ve daha kötüsü hiç olmayacak gibi duruyor.göğsüne sarılıp ağlayacak birini hiç tanıyamayacağız. öyle birini bulsak, ağlayacak cesareti bulamayacağız kendimizde. hani bu öyle bir yalnızlık ki, kendi tabutunu kendisi sırtlamış bir mevta düşünün, kendi mezarını kendi elleriyle kazıyor. öyle bir yalnızlık.
dünyanın bütün elvedaları bizim, dünyanın bütün kapılarını bizim yüzümüze kapadılar, bütün seni sevmiyorumların sahibi biziz.biziz bu karanlık gecelerin sahibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder