26 Mart 2016 Cumartesi

yaralıyız hepimiz. bir şekilde, bir yerden kanıyoruz. istisnası yok, kaçışı, kurtuluşu yok. bu her ne kadar can sıkıcı bir durum olsa da aynı zamanda bir yaşam belirtisi aslında. hala acıyorsa canımız, hayattayız demektir. bir şekilde hayattayız ama bunun bir önemi yok. işler yolunda gitmediği zamanlarda neye sığınıyoruz ya da sığınabiliyor muyuz, asıl önemli olan bu. ne kadar çaba gösteriyoruz mutlu olmak adına? yarınları hayal etmekten başka bir şey yapıyor muyuz bugünü anlamlı kılmak için? ertelediğimiz kaç mutluluğu yaşayabildik şimdiye kadar? harekete geçmek için doğru zamanı beklediğimiz planlarımızın kaçını gerçekleştirebildik? bu gece değilde ne zaman mesela? biliyor muyuz?
bilmiyoruz değil mi. evet.

kafamızı yastığa koyduğumuz bir gecenin sabahında artık atmıyor olacak içi boş kalplerimiz. içinden sağ çıkamayacağız bu keşmekeşin. sonu belli olmayan, bitiş çizgisi henüz tayin edilmemiş bir yarışın içerisindeyiz. hızla sona doğru yaklaşıyoruz. önümüzde uzayıp giden yollardan başka bir şey göremiyoruz. yanımızdan denizler, ormanlar, nehirler akıp gidiyor. durup, soluklanıp etrafı seyretmiyoruz.
toplum dediğimiz bu saçma insan birikintileri bize ne derece izin veriyorsa o derece yaşıyoruz dünya güzelliklerini ve o derece seviyoruz ve o derece seviliyoruz.
birini sevmek için gereken şartlar oluştuğunda muhtemelen karşımızdaki kişi bizimle aynı fikirde olmuyor. kuşları sevemiyoruz mesela. denizleri, martıları, sokak köpeklerini. gölgesinde uyumak gelmiyor aklımıza ağaçların, varsa yoksa kesip biçiyoruz, bazen ısınmak için, bazen de ticari çıkarlarımız falan. nefes almamızı onlara borçluyken üstelik. yanyana yürümeyi beceremiyoruz. kaçmak ve kovalamak konusunda ısrarcıyız. fedakarlık hiç bize göre değil. ama mütemadiyen fedakarlık bekliyoruz. samimi değiliz ama samimiyetten dem vuruyoruz dost sohbetlerinde. güzel olan ne varsa biz yarattık, kötüler ise hep başkalarının eseri. o başkaları da  bizim gibi düşünüyor. ortası yok bu işin. hiçbir güzel düşüncede kesişemiyoruz. onlar bir adım atsa, iyi bir şeyler yapsa biz de yapacağız, iddiasını söküp atmıyoruz, kesinlikle o bir şeyleri yapmaya yeltenmiyoruz.
ne bok yediğimiz belli değil. ne istediğimizi ne aradığımızı neye hizmet ettiğimizi sorgulamadan eskiyor bedenimiz. sorgulamadan, sevmeden, sevilmeden yaşamak eskimek değil de nedir?
yaşlanmak yalnızca doğum günü pastalarındaki mum sayısını arttıran bir şey. ki o da eğer size değer verip pastanıza mum dikecek birileri varsa mümkün.
bu satırları okurken mesela, hepimiz hak vereceğiz bir şekilde. ben yazarken evet lan, niye böyle oluyor, dedim az önce. muhtemelen siz de diyeceksiniz. ve yine yüksek ihtimalle siktir et dünyayı biz mi kurtaracağız deyip, o boktan sosyal hesap profillerimize geri döneceğiz.
bir de o var di mi, sosyal medya.. hepimizin olmak isteyip de olamadığı kişiyi oynadığı platform.
ne kadar bencilsek, o kadar cömert- miş gibiyiz. ne kadar korkaksak o kadar cesur. peki nereye kadar gidecek bu böyle. kitap okumadan, film seyretmeden, bir sahil kenarında kendimizi dinlemeden nasıl olacak bu işler.
başlarda saçma sapan yazılar yazmadan nasıl geliştireceğiz yazma- yeteneğimizi. ellerimize boya bulaşmadan nasıl ressam olacağız. mümkün mü bu? ya da bir çocuğun emeklemeden koşmaya başladığını düşünün mesela, bu nerede görülmüş?  peki bütün bunların bilincindeyken, neden emek vermeden, çaba göstermeden mutluluk denen o belli bir kalıbı, kuralı olmayan, yalnızca kişinin kendi iç dünyasında var olan, dünyevi kavramlarla hiç bir alakası olmayan bu flu hissin peşinden koşuyoruz. yeterli donanımımız var mı bunun için diye sorgulamıyoruz. spor salonlarında belimizi incelttik, solaryumlarda bronzlaştık, kuaförlerde ilginç saç kesimleri, boyalar filan.. eee sonra? gerekli şartlar oluştu ve etkiledik karşımızdakileri bu yapaylığımızla, sahteliğimizle. peki bir çay bahçesinde karşılıklı çay içerken mesela, ya da güncel bir konu hakkında yorum yaparken, nasıl kamufle edeceğiz sadeliğimizi, bayatlığımızı, vasatlığımızı..
maskelerimiz düştüğünde ortaya çıkacak o kötü görüntülerin yaşattığı hayal kırıklıklarıyla bulunduğumuz yönün aksi yönüne koşanları nasıl durduracağız. nasıl geri döndüreceğiz ve buna gerçekten gerek var mı?
maskelerinizi indirin arkadaşlar. maskelerinizi indirin. kuşandığınız sahte karakterleri bir kenara bırakın. mümkün olduğunca kendinize benzeyin. bomboş bir yolda kimsenin sizi görmediğinden eminken nasıl yürüyorsanız öyle yürüyün, nasıl gülüyorsanız, nasıl bakıyorsanız etrafınıza, öyle..
hiç kimse için değil, kendiniz için yapın bunu. ne kadar mümkün oluyorsa o kadar yapın.
dünya sahtelikten ve yapaylıktan dönmeyi bırakacak bir gün. dönen yerlerine zeytinyağı sürsek de nafile. çünkü öyle kir ve pas tutmuş ki seven yerlerimiz, hayatımızda akıcı olan tek şey kin ve nefret. taze tuttuğumuz, sürekli koruduğumuz tek yanımız kötülük.
güzelliklerden bihaber yaşıyoruz. simitleri bayatken yiyoruz, otobüslere tıklım tıklımken biniyoruz. mesela ben, insanların bu gelen ilk metrobüse karşı olan hassasiyetlerini anlamıyorum. bir sonra gelene binsen oturarak gideceksin, ilk gelene binip tavanda gidiyorsun, inerken seni elden ele uzatıyorlar. ne gerek var lan buna. biri mantıklı bir açıklama yapsın. yetkili birimlere sesleniyorum.
yazacak çok konu var, hepsini bitiremeyeceğimden bu yazıyı burada kesiyorum.
bu dediklerimi bi düşünün.

tabi yarın için hayati planlarınız ve randevularınız yoksa.

gece iyi. gece yazmaktan başka çaresi olmayanların vatanı. gece gerçeklerle yaşayanların cehennemi.
gece, gece işte..


12 Mart 2016 Cumartesi

merhaba sayın dinleyenler..

an itibariyle bugün üçüncü ayın on üçü. duvar saatlerimiz gece yarısını gösteriyor. yine derimize nüfuz eden yalnızlıklarımızı, umutsuzluklarımızı, kederlerimizi, mağlubiyetlerimizi kuşanma saatleri. saat gece yarısı, üfleyerek geçirmeye çalıştığımız yaralarımızı yavaş yavaş çıkarıyoruz heybeleremizden.aramızdaki mutluları ayıklayalım lütfen, bazen araya sıvışanlar oluyor, görüyoruz.bizi zor kullanmak durumunda bırakmayın.

bu akşamki yayınımız;
kaçırdığımız otobüslere, gidemediğimiz şehirlere, özleyip de göremediğimiz gözlere, yatırılamadan tutan kuponlara, yarışı sonuncu bitiren atlara, genç yaşında çaprazlarını koparıp futbolu bırakmak zorunda kalan umut vaad edici yeteneklere, sevdiğini alamayan bütün müezzinlere, en az bir gecesini bir sokak bankında geçirmiş olanlara, alkolü fazla kaçıranlara, alkolü fazla kaçırıp telefona sarılanlara, alkolü fazla kaçırdığı gecelerde bile arayacak kimseyi bulamayanlara, küme düşen anadolu takımlarına, deplasmana gidip de tribüne giremeyen taraftarlara, iktidar olamayan partilere, cebinde parası olmadığı için o yolu yürümek zorunda kalanlara, nargile/sigara dumanına anlam biçenlere, koltukta uyuyakalanlara, kapı açık tuvalete girenlere, kapıyı kendi anahtarıyla açanlara, kahvaltı sofrasına tek bardak koyanlara, sıkıntıdan flash tv izleyenlere, arkadaş düğünlerine davetli olanlara, halay çekmeyi bilmeyenlere, o önemli konuşmayı yaparken şarjı bitenlere, aynada gördüğü silüetle muhabbet edenlere, ezberinde en az üç şiir bulunanlara, neşet ertaş severlere, ece ayhanın kadın olmadığını bilenlere, edebiyattan başka tutunacak dalı olmayanlara, sayın cumhurbaşkanımız oğuz ataya, çay evlerinde çalışan garsonlara, simite alerjisi olan martılara, sınıfta esprisine gülünmeyen alicana, tuttuğu takım fark yedikten sonraki gün formasını sırtına geçirip gezenlere, filmleri iş yapmayan senaristlere, taslak olarak kalan romanlara, yırtılıp atılan şiirlere, söylenemeyen seni seviyorumlara, söylenebilip de karşılık alınamayan seni seviyorumlara, karşılık alınıp da sonu getirilemeyen aşklara, otobüste ayakta gidenlere, kaldırımdan yürümeyenlere, yağmurda şemsiye açmayanlara, şarabı şişesinden içenlere, nilgün marmaraya, umay umaya, didem madaka, emekli olduğu hafta beyin kanaması geçirip vefat eden kemal amcaya, mart ayında yalnız takılan kedilere, çiçek açtıktan sonra tipiye maruz kalan kiraz ağaçlarına, dalından kopartılan çiçeklere, annee su sal diyen yanakları kızarmış çocuklara, darbuka sesleri yükselen roman mahallelerine, sokak sanatçılarına, maden işçilerine, hastane koridorlarındaki fayansları sayanlara, ankarada dayısı olmayanlara, kronik hastalara, yazmak için geceyi bekleyenlere, düştüğü yerden kendi imkanlarıyla kalkmak zorunda kalanlara, ay sonunu getirmek için öğün atlayan kiracılara, üniversite hayali kuran liselilere, ygsde barajı geçemeyenlere, fakirlikten zeytine çatal fırlatanlara, hayatının bir döneminde de olsa yamalı pantolon giyenlere, domatesi ısırarak yiyenlere, bayat ekmeği çöpe atmayanlara, yalnızlığı belli olmasın diye bütün cümlelerinde ben yerine biz kullanan yazarlara, gariplere, düşmüşlere, acizlere, muhtaçlara, kısacası bütün insan olanlara, olabilenlere, olmaya çalışanlara ve bu yazıyı sonuna kadar okuma tahammülü gösteren bütün tutunamayan dostlarımıza gelsin.


safları sıkıştıralım arkadaşlar. her ne kadar bizim mücadelemizin bir adı olmasa da, artık birbirimizden başka bir kurtuluşumuz olmadığının da bilincine varmamız gerekiyor. dünyayı muhabbet güzelleştirecek, diyordu ya bir abimiz, evet, dünyayı muhabbet güzelleştirecek. dünyayı sokak köpekleriyle selamlaşan o güzel insanların samimiyeti kurtaracak.lütfen bireysel düşüşleri bırakıp, usul usul birbirimize tutunalım. belki dünyayı kurtaramayız ama en azından buraları daha yaşanılır bir hale getiririz.



oğlum n'olur üzülmeyin lan!

5 Mart 2016 Cumartesi

yağmurlu ve soğuk bir sonbahar gecesiydi. ezbere bilmediğim yollarda yürüyordum. gitmem gereken bir yer, yetişmem gereken bir işim yoktu. yarını düşünmüyordum. ayaklarım beni nereye götürecekti, ilgilendiğim tek konu buydu. uzun bir süre zamanın ve eşyanın farkında olmadan yürüdüm. burnuma keskin yosun kokuları gelmeye başladığında kendime gelmiştim. yine oradaydım işte, aynı yere gelmiştim. her şeyin başladığı ve bittiği yer.
sanırım size biraz buradan bahsetmem gerekecek; dört yıl öncesiydi, bir perşembe akşamı. işten ayrıldığım ve nerminin yurt dışına çıkma bahanesiyle beni terk ettiği o gece. benden kurtulmak için başka çaresi olmadığını söylemişti , herkese yüksek lisans için gidiyorum demişti ve sabaha kadar dizlerimde ağlamıştı o gece. ve ben onun o haline üzülmemiştim bile. galiba mutlu olmayı hak etmeyen biriyim. bir daha nermin gibisini bulamayacağımın da farkındaydım, ama olmuyordu. o evlilik düşünüyordu, ben dünyayı dolaşmak istiyordum. o hayatın dayattığı gerçeklerle debelenirken ben kafamın içindeki kumsalda güneşleniyordum. dünyayla ve dünyevi işlerle pek alakam yoktu. hiç bir işte tutunamıyordum. başarılı olduğum hiçbir alan yoktu, kaybetmek dışında. annem üzülmesin diye yaşıyordum ve ondan önce ölmemem gerekiyordu. buna mahallede top oynarken araba çarpıp ölen metinin cenazesinde annesinin halini gördüğüm gün karar vermiştim. 12 yaşında bir çocuğun görmemesi şeyleri görüp, almaması gereken kararlar alıyordum. niye böyleydi?

kendi bedenimin bile soyutlaştığı o gece,  kafamdaki düşünceler beni kendiliğinden buraya getirmişti. ıssız, kuytu, eski bir iskele. kırık dökük balıkçı teknelerinin bulunduğu, geceleri yalnızca şarapçıların ve benim gibi gidecek başka bir yeri olmayanların uğrayacağı türden bir mekan. kaybedecek bir şeyi olanların geçerken adımlarını hızlandıracağı ve zorunda kalmadıkları sürece kullanmayacakları bir güzergah. bulabildiğim en aydınlık yere oturup, ceketimin cebinden siyah poşete sarılmış şarabımı çıkarıp hemen yanımda duran kaldırım taşının üzerine koydum. çalan telefonun sesini kapatmak için ceplerimi karıştırırken bir anda karşımda onu gördüm. aksak adımlarla karanlık bir gölge bana doğru geliyordu. nedensiz bir şekilde kalp atışlarımın hızlandığını fark etttim. sanırım içinde bulunduğum durum korkutmuştu beni. hala kaybedecek bir şeylerin olduğunu o an anlamıştım. çünkü kaybedecek bir şeyi olmayanların korkuları yoktur. galiba bunu bir kitapta okumuştum. emin değilim. biraz daha yaklaşınca sakallarını ve dağınık saçlarını fark ettim. sonra sararmış bıyıklarını, eski püskü sarı montunu ve elindeki şarap şişesini. hiç bir şey söylemeden gelip yanıma oturdu. ürktüğümü belli etmemek için sakince şarabı açıp uzunca bir yudum almıştım. sanki o orada değilmiş gibi davranmaya çalışıyordum. yıllar boyu bu taktiği kullanmıştım. en çok korktuğum zamanlarda, korktuğum her ne ise onun orada bulunmadığını varsayıp rahat tavırlar sergilemeye çalışırdım. ve genelde becerirdim de. ortalama bir insandan daha cesur biri olduğumu düşünürdü çevremdekiler. cesaret; korkmamak değil, korkuya rağmenliktir, tezini savunurdum ben de. gençlik yıllarım korkudan neredeyse altıma işeyeceğim durumlarda  bile etrafa gülümseyerek bakmamı gerektirecek anlarla geçmişti. çünkü zincirin en son haklasıydım, benim ellerim titrerse kopacaktı o zincir. evet biraz abartmış olabilirim. ama durum buydu. herhangi bir mimik kullanma gereği duymadan, hiçbir şey söylemeden gelip yanıma oturmuş ve şarap şişesini kafasına dikmişti. bende ortada şaşıracak bir durum yokmuş gibi davranıyordum. sanki yıllardır tanışıyormuşuz da, ben zaten burada onu bekliyormuşum izlenimi yaratmıştım farkında olmadan. o bunu ne derece anlamıştı bilmiyorum. ondan rahatsız olduğumu anlasaydı da aynı şeyi yaparmıydı, onu da bilmiyordum.
yaklaşık bir saat boyunca aramızda hiç bir konuşma geçmedi. ben onunla göz göze gelmemek için, o ise beni umursamadığı için uzaklara bakıyordu.
bir ara bir şey söyleyecek gibi oldu, ilk kez o zaman göz göze geldik. daha önce hiç şahit olmadığım bir boşvermişlikle bakıyordu gözleri. derin bir nefes çektikten sonra, anlat evlat dedi, neden buradasın? biraz şaşkınlık biraz da söyleyecek bir şey bulamamanın getirdiği rahatsızlıkla, bilmiyorum, dedim. ayaklarım beni buraya getirdi. bir şekilde gelmiş bulundum.
derin bir sessizlik çökmüştü yine. o gece, söylemek istediğim, anlatmak için çırpınıp durduğum o kadar çok şey vardı ki, gözlerimin içine bakan ortalama bir insan bunu kesinlikle anlardı. ne iş yapıyorsun diye sordu sonra, bu saatte burada olduğuna göre yolunda gitmeyen bir şeyler var galiba, diye ekledi. umut ediyorum dedim, adını koyabildiğim tek işim bu. henüz basılmamış bir kaç kitabım, gerçekleşmemiş bir kaç eski püskü hayalim, okunmamış şiirlerim, bir de kirpiklerimde biriktirdiğim can kırıklarım var. saçma sapan bir şirketin saçma sapan bir biriminde saçma sapan bir iş yapıyordum düne kadar. artık bir işim yok.  gülümsediğini farkettim. söylediklerime cevap vermiyordu, dinlediğinden bile emin değildim.
şarabı tekrar kafasına dikti, şişeyi elinden bıraktıktan sonra, sonuna geldik, dedi ve doğruldu yavaşça. umarım hayatında bir daha seni buraya getirecek şeyler yaşamazsın, dedi. sol ayağının aksadığını fark ettim. kendimin bile zor duyacağı bir şekilde,
sen hep burada mısın? diye sordum.
martılar burada olduğu sürece, dedi. yeterince açıklayıcı olmuştu. boş şişeyi poşete koyup kalktım yerimden, diz kapaklarım soğuktan kilitlenmişti. üşüdüğümü fark edip şişenin dibini yokladım. her şarap şişesinin dibinde mutlaka bir kaç damla şarap kalır. yanılmıştım. ben hep yanılırım. yanılmadığım zamanlarda da keşke yanılsaydım diye düşünürüm. insanı yanılmadığına bile pişman ediyor bu hayat.
eve vardığımda hava aydınlanmaya başlamıştı. anahtarı üçüncü denemede kapının kilidine sokabilmiş, ayakkabılarımı çıkarmayı unutup kanepede uyuyakalmıştım.
gördüğünüz gibi, hikayenin pek de can alıcı bir kısmı yok. filmlerdeki o nasihat sahnelerini aktaracağımı düşündünüz muhtemelen. ben de öyle düşünmüştüm. öyle de oldu aslında ama bu hikayede klişelerden uzak duracağım..

(devamı gelecek)