5 Mart 2016 Cumartesi

yağmurlu ve soğuk bir sonbahar gecesiydi. ezbere bilmediğim yollarda yürüyordum. gitmem gereken bir yer, yetişmem gereken bir işim yoktu. yarını düşünmüyordum. ayaklarım beni nereye götürecekti, ilgilendiğim tek konu buydu. uzun bir süre zamanın ve eşyanın farkında olmadan yürüdüm. burnuma keskin yosun kokuları gelmeye başladığında kendime gelmiştim. yine oradaydım işte, aynı yere gelmiştim. her şeyin başladığı ve bittiği yer.
sanırım size biraz buradan bahsetmem gerekecek; dört yıl öncesiydi, bir perşembe akşamı. işten ayrıldığım ve nerminin yurt dışına çıkma bahanesiyle beni terk ettiği o gece. benden kurtulmak için başka çaresi olmadığını söylemişti , herkese yüksek lisans için gidiyorum demişti ve sabaha kadar dizlerimde ağlamıştı o gece. ve ben onun o haline üzülmemiştim bile. galiba mutlu olmayı hak etmeyen biriyim. bir daha nermin gibisini bulamayacağımın da farkındaydım, ama olmuyordu. o evlilik düşünüyordu, ben dünyayı dolaşmak istiyordum. o hayatın dayattığı gerçeklerle debelenirken ben kafamın içindeki kumsalda güneşleniyordum. dünyayla ve dünyevi işlerle pek alakam yoktu. hiç bir işte tutunamıyordum. başarılı olduğum hiçbir alan yoktu, kaybetmek dışında. annem üzülmesin diye yaşıyordum ve ondan önce ölmemem gerekiyordu. buna mahallede top oynarken araba çarpıp ölen metinin cenazesinde annesinin halini gördüğüm gün karar vermiştim. 12 yaşında bir çocuğun görmemesi şeyleri görüp, almaması gereken kararlar alıyordum. niye böyleydi?

kendi bedenimin bile soyutlaştığı o gece,  kafamdaki düşünceler beni kendiliğinden buraya getirmişti. ıssız, kuytu, eski bir iskele. kırık dökük balıkçı teknelerinin bulunduğu, geceleri yalnızca şarapçıların ve benim gibi gidecek başka bir yeri olmayanların uğrayacağı türden bir mekan. kaybedecek bir şeyi olanların geçerken adımlarını hızlandıracağı ve zorunda kalmadıkları sürece kullanmayacakları bir güzergah. bulabildiğim en aydınlık yere oturup, ceketimin cebinden siyah poşete sarılmış şarabımı çıkarıp hemen yanımda duran kaldırım taşının üzerine koydum. çalan telefonun sesini kapatmak için ceplerimi karıştırırken bir anda karşımda onu gördüm. aksak adımlarla karanlık bir gölge bana doğru geliyordu. nedensiz bir şekilde kalp atışlarımın hızlandığını fark etttim. sanırım içinde bulunduğum durum korkutmuştu beni. hala kaybedecek bir şeylerin olduğunu o an anlamıştım. çünkü kaybedecek bir şeyi olmayanların korkuları yoktur. galiba bunu bir kitapta okumuştum. emin değilim. biraz daha yaklaşınca sakallarını ve dağınık saçlarını fark ettim. sonra sararmış bıyıklarını, eski püskü sarı montunu ve elindeki şarap şişesini. hiç bir şey söylemeden gelip yanıma oturdu. ürktüğümü belli etmemek için sakince şarabı açıp uzunca bir yudum almıştım. sanki o orada değilmiş gibi davranmaya çalışıyordum. yıllar boyu bu taktiği kullanmıştım. en çok korktuğum zamanlarda, korktuğum her ne ise onun orada bulunmadığını varsayıp rahat tavırlar sergilemeye çalışırdım. ve genelde becerirdim de. ortalama bir insandan daha cesur biri olduğumu düşünürdü çevremdekiler. cesaret; korkmamak değil, korkuya rağmenliktir, tezini savunurdum ben de. gençlik yıllarım korkudan neredeyse altıma işeyeceğim durumlarda  bile etrafa gülümseyerek bakmamı gerektirecek anlarla geçmişti. çünkü zincirin en son haklasıydım, benim ellerim titrerse kopacaktı o zincir. evet biraz abartmış olabilirim. ama durum buydu. herhangi bir mimik kullanma gereği duymadan, hiçbir şey söylemeden gelip yanıma oturmuş ve şarap şişesini kafasına dikmişti. bende ortada şaşıracak bir durum yokmuş gibi davranıyordum. sanki yıllardır tanışıyormuşuz da, ben zaten burada onu bekliyormuşum izlenimi yaratmıştım farkında olmadan. o bunu ne derece anlamıştı bilmiyorum. ondan rahatsız olduğumu anlasaydı da aynı şeyi yaparmıydı, onu da bilmiyordum.
yaklaşık bir saat boyunca aramızda hiç bir konuşma geçmedi. ben onunla göz göze gelmemek için, o ise beni umursamadığı için uzaklara bakıyordu.
bir ara bir şey söyleyecek gibi oldu, ilk kez o zaman göz göze geldik. daha önce hiç şahit olmadığım bir boşvermişlikle bakıyordu gözleri. derin bir nefes çektikten sonra, anlat evlat dedi, neden buradasın? biraz şaşkınlık biraz da söyleyecek bir şey bulamamanın getirdiği rahatsızlıkla, bilmiyorum, dedim. ayaklarım beni buraya getirdi. bir şekilde gelmiş bulundum.
derin bir sessizlik çökmüştü yine. o gece, söylemek istediğim, anlatmak için çırpınıp durduğum o kadar çok şey vardı ki, gözlerimin içine bakan ortalama bir insan bunu kesinlikle anlardı. ne iş yapıyorsun diye sordu sonra, bu saatte burada olduğuna göre yolunda gitmeyen bir şeyler var galiba, diye ekledi. umut ediyorum dedim, adını koyabildiğim tek işim bu. henüz basılmamış bir kaç kitabım, gerçekleşmemiş bir kaç eski püskü hayalim, okunmamış şiirlerim, bir de kirpiklerimde biriktirdiğim can kırıklarım var. saçma sapan bir şirketin saçma sapan bir biriminde saçma sapan bir iş yapıyordum düne kadar. artık bir işim yok.  gülümsediğini farkettim. söylediklerime cevap vermiyordu, dinlediğinden bile emin değildim.
şarabı tekrar kafasına dikti, şişeyi elinden bıraktıktan sonra, sonuna geldik, dedi ve doğruldu yavaşça. umarım hayatında bir daha seni buraya getirecek şeyler yaşamazsın, dedi. sol ayağının aksadığını fark ettim. kendimin bile zor duyacağı bir şekilde,
sen hep burada mısın? diye sordum.
martılar burada olduğu sürece, dedi. yeterince açıklayıcı olmuştu. boş şişeyi poşete koyup kalktım yerimden, diz kapaklarım soğuktan kilitlenmişti. üşüdüğümü fark edip şişenin dibini yokladım. her şarap şişesinin dibinde mutlaka bir kaç damla şarap kalır. yanılmıştım. ben hep yanılırım. yanılmadığım zamanlarda da keşke yanılsaydım diye düşünürüm. insanı yanılmadığına bile pişman ediyor bu hayat.
eve vardığımda hava aydınlanmaya başlamıştı. anahtarı üçüncü denemede kapının kilidine sokabilmiş, ayakkabılarımı çıkarmayı unutup kanepede uyuyakalmıştım.
gördüğünüz gibi, hikayenin pek de can alıcı bir kısmı yok. filmlerdeki o nasihat sahnelerini aktaracağımı düşündünüz muhtemelen. ben de öyle düşünmüştüm. öyle de oldu aslında ama bu hikayede klişelerden uzak duracağım..

(devamı gelecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder