aksak atlar gibi geceye koşuyorum. kendimle girdiğim bütün mücadeleleri kaybettim. yarışın galibi çoktan belli. her seferinde sonunculuğumu kanıtlamak için varıyorum bitiş çizgisine. artık çabalarım alkışı haketmiyor.
ölmediğimi kanıtlamak için yürüyorum sokakları. kalabalıklara karışıp ben de sizdenim demek istiyorum. mavi balonlar var elimde, gökyüzü çekiyor içim. iğnelelerle üzerime koşuyorlar.
aynalarda yüzümü yadırgıyorum.
uçurumlardan düştüğüm rüyalarla başlıyorum güne. düşmek ne derin kelime.
kutsal kitapları yırtarcasına besliyorum nefes alamadığım karanlıkları. haritalarda naaşıma uygun yer bulamıyorum.
yollardan geçiyorum. hiçbir yere varmayan yollardan. nefes nefese koştuğum bütün adreslerde kapıda kalıyorum.
mutlu son diye bir şey yoktur, diyorum kendi kendime. kendimi, içinde bulunduğum felaketlerden daha kötülerini düşünerek avutuyorum.
kuyulardan geçiyorum. bir kuyudan geçmek ne demek? yanaklarımdan akan hüznü gömleğime siliyorum. gömleğim kırmızı hüzün ipliğinden dokunmuş. soluduğum ışık, geceden karanlık.
kalbimin odalarının ışıkları sönük. perdelerim rüzgarda savrulmuyor. kendi mezar taşıma ismimi kazıyorum, zihnimde muhafaza ettiğim bu körelmiş çivilerle.
eşiğimde tuzaklar buluyorum. insan eliyle yapılmış tuzaklar. insanoğlu eskiden açtı. tuzakları yalnızca avlanmak için kullanırdı. şimdilerde ise hobi olarak kullanılıyor bu kapanlar. tamam lan, çok istiyorsanız öleyim, diyorum bazen. iyi de benim naaşım kimin ne işine yarayacak?
varoluşumun izahını yapacak bir kitap yazılmadı henüz. hüznümü betimleyecek bir ölüme şahit olmadım. idam sehpasına gülümseyen bir adamın vakurluğu içerisindeyim. bütün tercihlerim seçeneksizlikten.
birilerine bir şeyleri itiraf edeyim istiyorum. kimse gerçekleri umursamıyor.. çalmasını bilmeyenlerin elinde gürültü çıkarmaktan öteye gidemeyen müzik aletleri gibiyim. daha ilk karşılaşmada istedikleri tınıların çıkmasını bekliyorlar. emek vermek yorucu bir iş. devir hazıra konmak devri. doğru sesleri çıkarmadığımı kabul ediyorum, ama kulakları tırmalayan bu seslerin müsebbibi ben değilim. beni duymak istemiyorsanız tellerime dokunmayın.
bir şeylerin inadına ayakta duruyorum. bir şeylerin inadına yürüyorum sokakları. bir şeyleri yalnızca, başka bir şeylere inat olsun diye yapıyorum. gülümsüyorum. acıya, kedere, karanlığa. inadına..
nasılsa istediğim yerlerde olamayacak, istediğim şeyleri yapamayacak olmanın verdiği rahatlıkla, hiçbir kaygıyı barındırmıyorum omuzlarımda. ama asıl yük buymuş meğer.
kayıtsızlık o kadar da rahatlatıcı bir varış noktası değilmiş.
her şeyi iş işten geçtikten sonra idrak ediyorum. tecrübe edindiğim hiçbir şey beni daha iyiye götürmüyor. aksine, bütün güzel ihtimalleri ortadan kaldırıyor çekingenliğim. kırılganlığım. umutsuzluğum. belki yarın güzel bir şeyler olur, beklentisiyle yazılan bütün kitapları parçalıyorum.
mutluluğa duyduğum nefret, kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesiyle aynı.
ne yapmamam gerektiğini virgülüne kadar ezberledim. ne yapmam gerektiği hakkında ise en ufak bir fikrim yok.
tırnaklarımla bir şeyler kazıyorum kimsenin göremeyeceği duvarlara. şiirlerim sokakta falan değil. bütün iyi ve güzel yanlarımı kimselerin ulaşamayacağı sandıklarda gizliyorum. kötü yanlarım günyüzünde. iğrençliğimi, acizliğimi saklama gereği duymuyorum.
penceremin önüne izmarit dolu saksılar diziyor, bahçemdeki dikenleri itinayla suluyorum.
papatyaları, gülleri, menekşeleri misafir kabul etmediğim odalarda muhafaza ediyorum uzun yıllardır. hem çiçeklere hem bana eziyet, biliyorum. olsun.
tanıdığım hiç kimse durgun kıyılarımı haketmiyor. bir annem var işte. dalgalarımı bir tek ondan sakınıyorum. geri kalan herkese fırtınalıyım.
sancılarım benden büyük. ve acılarım. ve kederlerim. bu kokuşmuş ruhumu bedenime sığdıramıyorum.
kalabalık caddelerden kanalizasyonlar akıyor maviliklerime. ormanlarıma izmaritler atıyorlar. ateşle yaklaşmayınız yazılı tabelalarımı ateşe veriyorlar. ee, biz yaktık da, sen de yanmasaydın, pişkinliğini görüyorum her gün karşılaştığım insanlarda.
uzun zamandır insanlarla yaşamıyorum, onlara maruz kalıyorum.
26 Kasım 2016 Cumartesi
18 Kasım 2016 Cuma
nazik dokunamıyorsak sebebi parmak uçlarımızdaki yaralar
10 ekim gecesi, bir apartmanın üçüncü kat balkonunda, tamam, dedim. artık ölmeliyim. bedenimdeki acı yoğunluğunun gelebileceği en üst nokta burası. daha ötesi yok bunun. ya kendi canıma kıyacaktım ya katil olacaktım. ikisini de yapamadım. daha cesurca bir şey yapıp, yaşamalıyım, dedim, kendi kendime. bir şey yapmadan, hiçbir şey olmamış gibi yaşamalıyım. -oradan bakınca çok da cesurca bir hareket gibi görünmeyebilir, umarım buna hep oradan bakarsınız.- sabaha kadar uyumadan düşündüm, düşündüm. sağ bileğimdeki kan lekelerine bakıp biraz daha düşündüm. izler bana ait değildi. 76 kiloluk bir bedene sığdırabileceğim maksimum acıyı sığdırdığımı düşünüyordum o gece. kafam patlayacak gibi oluyordu. zihnimde fokur fokur kaynayan bir şeyler kulak zarlarımı tırmalıyordu sanki, özgürlüğüne kavuşmak için. sesler duyuyordum, silüetler görüyordum. karanlıkta beni bekleyen bir şeyler vardı. evde duramadım, sokağa çıktım. sokak köpeklerine sarıldım. kaldırım taşlarına koydum başımı. o gece sigaraya başladım. sigara dediğim karanfilli djarum black. normalini içmem. bunun kokusu hoşuma gidiyor. her fırtta o geceyi hatırlıyorum.
sonra bir şekilde sabah oldu. öğlen sonu ancak kendim olduğumu hatırladım. baktım kendimi öldürmeye gücüm yetmiyor. bari kalkıp bir çay koyayım, dedim. zamanın ve mekanın bir önemi yoktu. hiçbir şeyin ağırlığını hissetmiyordum üzerimde. sanki yüz tonluk bir press makinesiyle üzerime bastırmışlardı. basıncın etkisiyle kala kala bir milim kalmıştım. var olup olmadığımı denemek için bir kaç kez duvarlardan geçmeyi düşündüm. zaten suratımda yeterince yara izi vardı. vazgeçtim. bütün insanlıktan nefret ediyordum. bütün insanlıktan. bu nefreti bir ömür gözlerimde taşıyacaktım, çakılı bir çivi gibi.
sonra, bardağa su doldururken elime kaynar su döküldü. baktım ki, hala canım acıyor. şaşırdım, acının bir sonu yoktu. akışkan bir madde gibi, bulunduğu ortamın şeklini alıyor. genişliyor, büyüyor, büyüyordu. sığacak yeni köşeler buluyordu kendine. işte tecrübe falan dedikleri de buydu.
insan ufkunu dar tutmalı...
bir pencereden bakmakla, bir dağın tepesinden bakmak bir olur mu hiç? pencereden bakarsan sokağın haline üzülüyorsun, bir dağın tepesinden bakarsan bütün şehrin haline..
yıllar geçti, yaralarımdan bir tepe oluşturdum, şimdi üzerine çıkıp oradan seyrediyorum hayatı.
her şey aşağıda kalıyor. hiç kimse, hiçbir yer, hiçbir duygu, beklentilerime denk değil.
belki, dedim, biri çıkıp gelir bir gün. anlıyorum lan seni, der. sarılır, omzunda hüngür hüngür ağlarım. ki ben, nelerin yanıp kül olduğunu seyrettim de, kirpiklerimden bir damla yaşı bırakamadım yanaklarıma. birileri beni seyrediyordu, beceremedim. babadan kalma alışkanlıklar.
kurtuluşu başka bir insanda aramak ne acı. ömrüm boyunca birilerine, bir şeylere bağımlı olmamak için uğraştım. kimseye ihtiyacım olmamalıydı. kimseden medet ummamalıydım. bütün kazançlarımı tırnaklarımla kazıya kazıya elde etmişken, kayıplarımda, mağlubiyetlerimde hep başkalarının parmak izi vardı. ben bu dünyanın adaletini sikeyim.
*insan haddinden fazla yaşamamalı.
insanız, kemiklerimiz kırılıyor.
insanız, kalbimiz kırılıyor.
insanız, hayallerimiz kırılıyor.
umutlarımız, düşlerimiz, çocukluğumuz, sevincimiz, gururumuz..
kırıldıkça sivri uçlara dönüşüyor köşelerimiz.
kime sarılsak batıyoruz.
şöyle demiştim zamanın birinde;
nazik dokunamıyorsak sebebi parmak uçlarımızdaki yaralar..
sonra bir şekilde sabah oldu. öğlen sonu ancak kendim olduğumu hatırladım. baktım kendimi öldürmeye gücüm yetmiyor. bari kalkıp bir çay koyayım, dedim. zamanın ve mekanın bir önemi yoktu. hiçbir şeyin ağırlığını hissetmiyordum üzerimde. sanki yüz tonluk bir press makinesiyle üzerime bastırmışlardı. basıncın etkisiyle kala kala bir milim kalmıştım. var olup olmadığımı denemek için bir kaç kez duvarlardan geçmeyi düşündüm. zaten suratımda yeterince yara izi vardı. vazgeçtim. bütün insanlıktan nefret ediyordum. bütün insanlıktan. bu nefreti bir ömür gözlerimde taşıyacaktım, çakılı bir çivi gibi.
sonra, bardağa su doldururken elime kaynar su döküldü. baktım ki, hala canım acıyor. şaşırdım, acının bir sonu yoktu. akışkan bir madde gibi, bulunduğu ortamın şeklini alıyor. genişliyor, büyüyor, büyüyordu. sığacak yeni köşeler buluyordu kendine. işte tecrübe falan dedikleri de buydu.
insan ufkunu dar tutmalı...
bir pencereden bakmakla, bir dağın tepesinden bakmak bir olur mu hiç? pencereden bakarsan sokağın haline üzülüyorsun, bir dağın tepesinden bakarsan bütün şehrin haline..
yıllar geçti, yaralarımdan bir tepe oluşturdum, şimdi üzerine çıkıp oradan seyrediyorum hayatı.
her şey aşağıda kalıyor. hiç kimse, hiçbir yer, hiçbir duygu, beklentilerime denk değil.
belki, dedim, biri çıkıp gelir bir gün. anlıyorum lan seni, der. sarılır, omzunda hüngür hüngür ağlarım. ki ben, nelerin yanıp kül olduğunu seyrettim de, kirpiklerimden bir damla yaşı bırakamadım yanaklarıma. birileri beni seyrediyordu, beceremedim. babadan kalma alışkanlıklar.
kurtuluşu başka bir insanda aramak ne acı. ömrüm boyunca birilerine, bir şeylere bağımlı olmamak için uğraştım. kimseye ihtiyacım olmamalıydı. kimseden medet ummamalıydım. bütün kazançlarımı tırnaklarımla kazıya kazıya elde etmişken, kayıplarımda, mağlubiyetlerimde hep başkalarının parmak izi vardı. ben bu dünyanın adaletini sikeyim.
*insan haddinden fazla yaşamamalı.
insanız, kemiklerimiz kırılıyor.
insanız, kalbimiz kırılıyor.
insanız, hayallerimiz kırılıyor.
umutlarımız, düşlerimiz, çocukluğumuz, sevincimiz, gururumuz..
kırıldıkça sivri uçlara dönüşüyor köşelerimiz.
kime sarılsak batıyoruz.
şöyle demiştim zamanın birinde;
nazik dokunamıyorsak sebebi parmak uçlarımızdaki yaralar..
9 Kasım 2016 Çarşamba
teşbihte hata olmaz;
bu kıyısızlık, beni çok iyi bir yüzücü haline getirdi. iyi bir yüzücü olmanın bir boka yaramadığı derinlikteyim. boğulmamış olmak hayatta kalmaya yetmiyor. yardım çağrısı istemek de nafile. derinlik sarhoşuyum ama her şeyi net hatırlıyorum.
çaresizlikten duvarları yumrukladığım gecelerde güçlendi bileklerim. ışıksız sokaklarda yürümek zorunda kaldığım gecelerde öğrendim karanlıktan korkmamayı. cesaret; korkuya rağmen'liktir. bunu da korkudan bacaklarım titrerken gülümsemek zorunda kaldığım anlarda öğrendim. cesaret, asla korkmamak değildi. korkularının üzerine gidebilmekti, titreyen diz kapaklarına rağmen o karanlık yolu yürümekti, o ateşin üstüne gitmekti sıcaktan gözbebeklerin sızlarken. öyle yaptım. beni yalnız bıraktılar, tekmelediler, çelme taktılar, düşürdüler bile isteye. sırtımda en yakınlarımın ayak izlerini taşıdım yıllarca. tek başıma dolaşmak zorunda kaldım bu sokakları. bütün felaketleri bir başıma sırtladım. kimseye anlatamadığım acılarımı göz kapaklarımdan yanaklarıma akıttım geceler boyu. yumruklarımı sıkmayı böyle gecelerde öğrendim. kimseye ihtiyacım yoktu. kimseye ihtiyaç duymamayı, sevinçlerimi aynadan kendimle paylaşırken öğrendim. bana gidecek hiçbir yer bırakmadılar. sevecek hiç kimse kalmadı etrafımda. güvenin esamesi bile yoktu.
sizden farklı yürüyor, sizden farklı bakıyor, sizden farklı yaşıyor, sizden farklı yazıyorsam bu yüzden. zira çiçekli bahçelerde yürüyerek güçlü olunmuyor. çiçekli bahçelerde büyüyen çocuklar; büyüdüklerinde çorak, dikenli topraklardan geçemiyor, karşı tarafa ulaşamıyor, o daracık düzlüklere sıkışıp kalıyor, gerçek hayatı tanımıyor, bilmiyorlar. ağızlarından samimiyeti düşürmeden, samimi olan herkesten kaçıyorlar dört nala. çünkü gerçekler acıtır, gerçekler yaşadıkları hayatın aslında bir bok olmadığını, mensubu oldukları gülüşlerin, sevişlerin tamamen hayal ürünü olduğunu gösterir onlara. samimiyet demek; gerçekleri bilmek, duymak, öğrenmek, paylaşmak ve bundan rahatsızlık duymamak demektir. bir masada oturmuş, kahkaha atarak bira içen beş kişinin en az ikisi birbirinden nefret ediyor. daha iyi bir seçenekleri olmadığı için orada bulunuyorlar. hadi bunu inkar edin. yüzüne karşı küfretmek istediğiniz insanlarla aynı sofralarda yemek yediğinizi inkar edin? seksi bedavaya getirmek için sürdürdüğünüz ilişkilerinizi inkar edin? sırf muhtaç olduğunuz için sadık kaldığınız insanları inkar edin?
bu tarz yazıları yazıları okumak hoşunuza gidiyor. peki hayatınızın bu raddeye gelmesini, her gece bu hislerle boğuşmayı hanginiz ister? hanginiz bunları yazmaktan başka çaresi olmayan bir adama dönüşmeyi istersiniz? ve ya bunu göğüsleyebilirsiniz? hanginiz tek başınıza saatler, günler, aylar hatta yıllar geçirebilirsiniz? kimseye muhtaç olmadan, ihtiyaç duymadan kaç gün geçirebilirsiniz? bir anda çevrenizdeki bütün yapaylıkları siktir edip, bile isteye, yalnızlığın samimi kollarına bırakabilirsiniz kendinizi? size bir şey diyim mi? siz hiçbir sikim değilsiniz beyler. ihtiyaçlarınız doğrultusunda ilişkiler kurduğunuz, adaletin yalnızca çıkarınıza uygunken tecelli etmesini istediğiniz, gerçek bir mutsuzluktansa, yapay mutlulukları tercih ettiğiniz, boktan ilişkilerinizi, boktan yetilerinizi nimetten saydığınız, hala kendinizi birilerinin yanında daha güvende hissettiğiniz sürece bir bok değilsiniz. olamayacaksınız da.
siz de bir halt değilsiniz kadın arkadaşlarım.
dürtülerinizi kontrol edemediğiniz, östrojen hormonlarının sizi ele geçirmesine izin verdiğiniz, kendinize saygı duymadığınız, iç çamaşır değiştirir gibi insan değiştirdiğiniz, başkalarına muhtaç bir yaşamı tercih ettiğiniz, kendinizi kendinize itiraf edemediğiniz sürece bir halt değilsiniz. olamayacaksınız da.
özendiğiniz dizi karakterlerine bir bakın. sevdiğiniz roman kahramanlarına. taklit ederek imajınızı değiştirdiğiniz o film karakterlerine bakın. imrendiğiniz aşk hikayelerine bakın. ne iyi değil mi? peki o kahramanlardan biri olmaya, o yaşadıkları hayatı yaşamaya hanginizin götü yer? uzaktan manzara seyretmek kolay tabii.
bir dağın tepesine tırmanmaya cesaretiniz yok, ama zirveler üzerine methiyeler diziyorsunuz.
derinlik, kelimesini dilinizden düşürmüyor, ama ne hikmetse sığ sularda bile boğulma tehlikesi atlatıyorsunuz.
bu yazıyı şunun için yazıyorum. ister yirminizde, ister altmışınızda olsun; sike sike yalnızlığı tadacaksınız. sike sike öğreneceksiniz tek başınıza hayatta kalmayı.
bu satırları, bu gerçekliğin memnuniyetiyle yaz/ş/ıyorum.
misal; siz gökyüzündeki bir kuşa bakıp, ne güzel süzülüyor diyorsunuz, bense onun kilometrelerce yolu teperek sıcak yerlere ulaşma çabasını görüyorum.
hepiniz birgün bu açıdan bakacaksınız hayata. doğru olan bu demiyorum, olması gereken de bu demiyorum ama bir gün aynı pencereden seyredeceğiz bu sokakları. bu yolları aynı dalgınlıkla yürüyeceğiz. ben yirmimde öğrendim, silahlarımı kuşanmam zor olmadı. siz ellinizde öğreneceksiniz bunu. ne silah tutma gücünüz ne de isabet ettirme yeteneğiniz olacak. gebereceksiniz oğlum. yıllarca inandıklarınızın, yalan olduğunu anlayacaksınız. kimsenin size ihtiyacı kalmadığı zaman, sizin işinize yaramayan insanlara yaptığınızı birileri de size yapacak. yastıkları ısırarak hıçkıracaksınız. toplum da bunu kabul etmeyecek. antropozdandır diyecekler. torunları ziyaret etmiyormuş, yazık diyecekler. çocukları hayırsız çıktı, diyecekler. o zaman hesaplaşacağız. yaşattıklarınızın hesabı öteki tarafa kalmayacak. geçin onları. hele bi elden ayaktan düşün, o taptığınız eşyalar, kulu olduğunuz insanlar kurtarabilecek mi bakalım sizi..
bana ne mi olacak. yirmilerimde öğrendiğim gerçeklerle yaşamaya çoktan alışmış, bütün planlarımı, ilişkilerimi bu gerçekliğe göre tasarlamış, bütün yatırımımı yapaylıktan kaçmak için kullanmış olacağım. mutluluğum da mutsuzluğum gibi gerçek olacak. en iyi ihtimalle ölmüş olacağım.
cesaretim kırıldığı zamanlarda güçlü olmak, gücüm kalmadığı zamanlarda da cesur olmak zorundaydım. beni buna insanlar zorladı. tek başına yürüdüm, tek başına büyüdüm. bunun getirisi de işte bu satırlar oldu.
yarın bir gün hep beraber bir felakete tanıklık etsek, sizin dizleriniz titrerken benim de dizlerim titreyecek belki; ama işte o anlarda ben sizden farklı olarak, gülümseyerek ıslık çalıyor olacağım.
velhasıl; adam olun lan işte. biraz büyüyün. kurtulun şu fazlalıklarınızdan. umrumda olduğunuzdan dolayı demiyorum. kendi dünyanızı yaşanmaz bir hale getiriyorsunuz, bazen sokaklarınızdan geçmem gerekiyor. pencerelerinizden taşan kanalizasyon atıkları ayakkabılarımı kirletiyor. canımı sıkıyor bu durum. he bi de o pahalı parfümlerle kamufle etmeye çalışsanız da, hepiniz tepeden tırnağa bok kokuyorsunuz. rahatsız oluyorum...
canım insanlar;
kötü, işe yaramaz ve vasat biri olduğunuzu kendinize itiraf edin. iyi şeyler doğurmanın, iyi biri olmanın birinci kuralı, aslında bir bok olmadığınızı kabullenmektir.
bu kıyısızlık, beni çok iyi bir yüzücü haline getirdi. iyi bir yüzücü olmanın bir boka yaramadığı derinlikteyim. boğulmamış olmak hayatta kalmaya yetmiyor. yardım çağrısı istemek de nafile. derinlik sarhoşuyum ama her şeyi net hatırlıyorum.
çaresizlikten duvarları yumrukladığım gecelerde güçlendi bileklerim. ışıksız sokaklarda yürümek zorunda kaldığım gecelerde öğrendim karanlıktan korkmamayı. cesaret; korkuya rağmen'liktir. bunu da korkudan bacaklarım titrerken gülümsemek zorunda kaldığım anlarda öğrendim. cesaret, asla korkmamak değildi. korkularının üzerine gidebilmekti, titreyen diz kapaklarına rağmen o karanlık yolu yürümekti, o ateşin üstüne gitmekti sıcaktan gözbebeklerin sızlarken. öyle yaptım. beni yalnız bıraktılar, tekmelediler, çelme taktılar, düşürdüler bile isteye. sırtımda en yakınlarımın ayak izlerini taşıdım yıllarca. tek başıma dolaşmak zorunda kaldım bu sokakları. bütün felaketleri bir başıma sırtladım. kimseye anlatamadığım acılarımı göz kapaklarımdan yanaklarıma akıttım geceler boyu. yumruklarımı sıkmayı böyle gecelerde öğrendim. kimseye ihtiyacım yoktu. kimseye ihtiyaç duymamayı, sevinçlerimi aynadan kendimle paylaşırken öğrendim. bana gidecek hiçbir yer bırakmadılar. sevecek hiç kimse kalmadı etrafımda. güvenin esamesi bile yoktu.
sizden farklı yürüyor, sizden farklı bakıyor, sizden farklı yaşıyor, sizden farklı yazıyorsam bu yüzden. zira çiçekli bahçelerde yürüyerek güçlü olunmuyor. çiçekli bahçelerde büyüyen çocuklar; büyüdüklerinde çorak, dikenli topraklardan geçemiyor, karşı tarafa ulaşamıyor, o daracık düzlüklere sıkışıp kalıyor, gerçek hayatı tanımıyor, bilmiyorlar. ağızlarından samimiyeti düşürmeden, samimi olan herkesten kaçıyorlar dört nala. çünkü gerçekler acıtır, gerçekler yaşadıkları hayatın aslında bir bok olmadığını, mensubu oldukları gülüşlerin, sevişlerin tamamen hayal ürünü olduğunu gösterir onlara. samimiyet demek; gerçekleri bilmek, duymak, öğrenmek, paylaşmak ve bundan rahatsızlık duymamak demektir. bir masada oturmuş, kahkaha atarak bira içen beş kişinin en az ikisi birbirinden nefret ediyor. daha iyi bir seçenekleri olmadığı için orada bulunuyorlar. hadi bunu inkar edin. yüzüne karşı küfretmek istediğiniz insanlarla aynı sofralarda yemek yediğinizi inkar edin? seksi bedavaya getirmek için sürdürdüğünüz ilişkilerinizi inkar edin? sırf muhtaç olduğunuz için sadık kaldığınız insanları inkar edin?
bu tarz yazıları yazıları okumak hoşunuza gidiyor. peki hayatınızın bu raddeye gelmesini, her gece bu hislerle boğuşmayı hanginiz ister? hanginiz bunları yazmaktan başka çaresi olmayan bir adama dönüşmeyi istersiniz? ve ya bunu göğüsleyebilirsiniz? hanginiz tek başınıza saatler, günler, aylar hatta yıllar geçirebilirsiniz? kimseye muhtaç olmadan, ihtiyaç duymadan kaç gün geçirebilirsiniz? bir anda çevrenizdeki bütün yapaylıkları siktir edip, bile isteye, yalnızlığın samimi kollarına bırakabilirsiniz kendinizi? size bir şey diyim mi? siz hiçbir sikim değilsiniz beyler. ihtiyaçlarınız doğrultusunda ilişkiler kurduğunuz, adaletin yalnızca çıkarınıza uygunken tecelli etmesini istediğiniz, gerçek bir mutsuzluktansa, yapay mutlulukları tercih ettiğiniz, boktan ilişkilerinizi, boktan yetilerinizi nimetten saydığınız, hala kendinizi birilerinin yanında daha güvende hissettiğiniz sürece bir bok değilsiniz. olamayacaksınız da.
siz de bir halt değilsiniz kadın arkadaşlarım.
dürtülerinizi kontrol edemediğiniz, östrojen hormonlarının sizi ele geçirmesine izin verdiğiniz, kendinize saygı duymadığınız, iç çamaşır değiştirir gibi insan değiştirdiğiniz, başkalarına muhtaç bir yaşamı tercih ettiğiniz, kendinizi kendinize itiraf edemediğiniz sürece bir halt değilsiniz. olamayacaksınız da.
özendiğiniz dizi karakterlerine bir bakın. sevdiğiniz roman kahramanlarına. taklit ederek imajınızı değiştirdiğiniz o film karakterlerine bakın. imrendiğiniz aşk hikayelerine bakın. ne iyi değil mi? peki o kahramanlardan biri olmaya, o yaşadıkları hayatı yaşamaya hanginizin götü yer? uzaktan manzara seyretmek kolay tabii.
bir dağın tepesine tırmanmaya cesaretiniz yok, ama zirveler üzerine methiyeler diziyorsunuz.
derinlik, kelimesini dilinizden düşürmüyor, ama ne hikmetse sığ sularda bile boğulma tehlikesi atlatıyorsunuz.
bu yazıyı şunun için yazıyorum. ister yirminizde, ister altmışınızda olsun; sike sike yalnızlığı tadacaksınız. sike sike öğreneceksiniz tek başınıza hayatta kalmayı.
bu satırları, bu gerçekliğin memnuniyetiyle yaz/ş/ıyorum.
misal; siz gökyüzündeki bir kuşa bakıp, ne güzel süzülüyor diyorsunuz, bense onun kilometrelerce yolu teperek sıcak yerlere ulaşma çabasını görüyorum.
hepiniz birgün bu açıdan bakacaksınız hayata. doğru olan bu demiyorum, olması gereken de bu demiyorum ama bir gün aynı pencereden seyredeceğiz bu sokakları. bu yolları aynı dalgınlıkla yürüyeceğiz. ben yirmimde öğrendim, silahlarımı kuşanmam zor olmadı. siz ellinizde öğreneceksiniz bunu. ne silah tutma gücünüz ne de isabet ettirme yeteneğiniz olacak. gebereceksiniz oğlum. yıllarca inandıklarınızın, yalan olduğunu anlayacaksınız. kimsenin size ihtiyacı kalmadığı zaman, sizin işinize yaramayan insanlara yaptığınızı birileri de size yapacak. yastıkları ısırarak hıçkıracaksınız. toplum da bunu kabul etmeyecek. antropozdandır diyecekler. torunları ziyaret etmiyormuş, yazık diyecekler. çocukları hayırsız çıktı, diyecekler. o zaman hesaplaşacağız. yaşattıklarınızın hesabı öteki tarafa kalmayacak. geçin onları. hele bi elden ayaktan düşün, o taptığınız eşyalar, kulu olduğunuz insanlar kurtarabilecek mi bakalım sizi..
bana ne mi olacak. yirmilerimde öğrendiğim gerçeklerle yaşamaya çoktan alışmış, bütün planlarımı, ilişkilerimi bu gerçekliğe göre tasarlamış, bütün yatırımımı yapaylıktan kaçmak için kullanmış olacağım. mutluluğum da mutsuzluğum gibi gerçek olacak. en iyi ihtimalle ölmüş olacağım.
cesaretim kırıldığı zamanlarda güçlü olmak, gücüm kalmadığı zamanlarda da cesur olmak zorundaydım. beni buna insanlar zorladı. tek başına yürüdüm, tek başına büyüdüm. bunun getirisi de işte bu satırlar oldu.
yarın bir gün hep beraber bir felakete tanıklık etsek, sizin dizleriniz titrerken benim de dizlerim titreyecek belki; ama işte o anlarda ben sizden farklı olarak, gülümseyerek ıslık çalıyor olacağım.
velhasıl; adam olun lan işte. biraz büyüyün. kurtulun şu fazlalıklarınızdan. umrumda olduğunuzdan dolayı demiyorum. kendi dünyanızı yaşanmaz bir hale getiriyorsunuz, bazen sokaklarınızdan geçmem gerekiyor. pencerelerinizden taşan kanalizasyon atıkları ayakkabılarımı kirletiyor. canımı sıkıyor bu durum. he bi de o pahalı parfümlerle kamufle etmeye çalışsanız da, hepiniz tepeden tırnağa bok kokuyorsunuz. rahatsız oluyorum...
canım insanlar;
kötü, işe yaramaz ve vasat biri olduğunuzu kendinize itiraf edin. iyi şeyler doğurmanın, iyi biri olmanın birinci kuralı, aslında bir bok olmadığınızı kabullenmektir.
5 Kasım 2016 Cumartesi
bir yangının küllerini soluyorum
penceremde mavilikler yok
göğüs kafesimde kuşlar beslerdim eskiden
şimdilerde sokağımdan kediler bile geçmiyor
sokaklarda telaşlı yürümek istiyorum
çünkü bu biraz da yaşıyorsun demektir
geç kalacağım hiçbir yer yok
epeydir otobüslerin peşinden koşmuyorum
bir savaşta yerle bir olan ordunun gazisi gibiyim
saklanmışım da bir ben sağ kalmışım sanki
bu yüzleri tanımıyorum, bu sesleri de
tanıdığım herkes bir yerlerde gömülü
ucu bucağı yok sancılarımın
ucu bucağı yok hayal kırıklıklarımın
söyle ey ucu bucağı olmayan gökyüzü
herkese mavi de, bir tek bana mı grisin?
bedenimde kederler ilikli son düğmesine kadar
nefes alamıyorum, ama nefessiz de değilim
bütün pencerelerden ışık saçılıyor sokağa
ben odamda gözlerimi karanlığa alıştırıyorum
bir şeyler anlatacaktım ama bunları değil
balkondan son izmariti atıyordum az evvel
şahit olduğum manzara yazmaya itti beni,
öyle bir yerdeyim ki,
burada kuşlar cıvıldamıyor, çığlık atıyor
penceremde mavilikler yok
göğüs kafesimde kuşlar beslerdim eskiden
şimdilerde sokağımdan kediler bile geçmiyor
sokaklarda telaşlı yürümek istiyorum
çünkü bu biraz da yaşıyorsun demektir
geç kalacağım hiçbir yer yok
epeydir otobüslerin peşinden koşmuyorum
bir savaşta yerle bir olan ordunun gazisi gibiyim
saklanmışım da bir ben sağ kalmışım sanki
bu yüzleri tanımıyorum, bu sesleri de
tanıdığım herkes bir yerlerde gömülü
ucu bucağı yok sancılarımın
ucu bucağı yok hayal kırıklıklarımın
söyle ey ucu bucağı olmayan gökyüzü
herkese mavi de, bir tek bana mı grisin?
bedenimde kederler ilikli son düğmesine kadar
nefes alamıyorum, ama nefessiz de değilim
bütün pencerelerden ışık saçılıyor sokağa
ben odamda gözlerimi karanlığa alıştırıyorum
bir şeyler anlatacaktım ama bunları değil
balkondan son izmariti atıyordum az evvel
şahit olduğum manzara yazmaya itti beni,
öyle bir yerdeyim ki,
burada kuşlar cıvıldamıyor, çığlık atıyor
2 Kasım 2016 Çarşamba
gaseyan
beni yaşıyor gösteren bütün aynaları parçalıyorum
bu kan revan ellerimle
parçalanmış her şey, parçalanmış
ve
planlanmış bir cinnet değil bu
ölümüme bir kaç kez şahit oldum
cesetleri bileğimle temizledim yanaklarımdan
ustalar değil, acemiler ölemiyor buralarda
boynumdaki jileti kazağımın içinde saklıyorum
kırmızı, katran
ölsen belli etmeyecek türden hani
hazırlıklıyım
cesedime yakışacak sekilde giyiniyorum epeydir
ayıplarlar çünkü
insan asıl ölürken yakışıklı görünmeli
bir yeri nasıl terkedersen öyle hatırlanırsın
nasıl hatırlanıyorsan öyle yaşamış sayarlar
eskimiş kumandalar gibiyim bu koltukta
oda var, televizyon var
kimse benim için kavga etmiyor
birileri gelip dizlerine vuruyor eski bir alışkanlıkla
anlayamıyorum
yirmi üç gün oldu
ölüme benzer bir şeyler fısıldıyorlar duvarların ardından
anladığım bir dil değil bu
bilmediğim lisanlarda yakıyorlar ağıtlarımı
coğrafi haritalarda elimle gösteremeyeceğim yerlere
dökülüyor içim
belki niyagara belki bil nehri
neredeyim,
emin değilim
emin değilim
hastalıklı bir köpek gibi uzanıyorum yerlere
haber değeri taşımıyorum
yaşasam da, ölsem de
hastalıklı bir köpeği baska bir köpek bile
umursamıyor
iyileşmek bunu gerektiriyormuş
görmezden gelmek dedikleri bu
sanıyorum
sanıyorum
kaybetmekten korktuğum bir şeylerin salası okunuyor
zamansız
cami avlularında uyanıyorum rüyalardan soluk soluğa
çocuklar taşlıyor pencerelerimi, kırılmıyorum
bir kadın geçerken yanımdan, kendi silüetini görüyor
bedenimde
kaşları çatılıyor,
paramparça oluyorum
paramparça oluyorum
nefes alamadığım yerleri gösteriyorlar yaşa diye
ne garip insanoğlu
ölmeden önce derin bir nefes almak için, soluksuz çalışıyor
ömür boyu
kanıyorum
kanıyorum
kanıyorum
kağıtlara dökülüyorum
geçer diyorlar
kanıyorum
geçmiyor
tren rayları geciyor zihnimden
yolculuklar geçiyor
düşüyorum
uçmak sayıyorlar bunu
normaldir, uçmanın bedeli yerle bir olmak diyorlar
ulan düşüyorum
diyemiyorum
korkularımı kontrol edemiyorum
bazen değil
kontrolden çıkıyorum
direksiyonu çevirecek gücüm de var
yoldan çıkmak hoşuma gidiyor
yalan değil
bir kadını öpüyorum boynundan
bir kadını daha öpüyorum
çıkmak istemiyorum koynundan birinin
karanlığım
bir kadınla olmak aydınlanmaya yetmiyor
- bu dediğim yalan da olabilir
yeni bir umut doğuruyorum
güneş doğmadan
karanlığa üç kez adını fısıldıyorum
-gaseyan
-gaseyan
-gaseyan
haykırmak istediğim dillerde susuyor
yaşamak istediğim yerlerde ölüyorum
kendimi suçluyorum eski bir alışkanlıkla
insan öyle kolay çıkamıyor
bir kez umutla girdiği kapıdan
-kapı da kapıymış ha
dizlerim ağrıyor, çok koşmuşluktan
hiçbir yere varamıyorum
zihnim bulanıyor
kokuşmuşluktan
kokuşmuşluktan
geçitler uzanıyor çocukluğumdan cesedime doğru
eskiyorum
eskiyorum
yaşlanmıyorum
afili acılar çekiyorum, afili sancılar
parmakla gösteriyorlar beni
uzaktayken güzel bir manzara bedenim
yakınlaşınca
üzerine basılmış bir salyangoz kadar çirkinim
üzerine basılmış bir salyangoz kadar çirkinim
yamulmus bir çivi gibi
bir şeyler bir yerlerde tutunsun diye eğiliyorum
tanrıyla konuştum geçen
amacının dışında kullanmasınlar beni
geriliyorum
bir yanlış üç doğruyu götürüyor
hiçbir şey kuralına uygun değil buralarda
ve
ve
ölüler çürümeden gömülmüyor
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)