17 Mart 2017 Cuma

herkes bir şeyleri arıyor, bekliyor, özlüyor. kimi bir hayalin, kimi birinin peşinde koşarken eskitiyor en güzel yanlarını. insan güzel yanlarını bir uğurda eskitiyorsa bir bildiği vardır elbet. herkesin olduğu gibi benim de bir bildiğim var. kendime göre. inandıklarım, inanmadıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim, özlediklerim.. başka kimsenin etkisi alanına girmeyen, değişmeyen ve şekillenmeyen düşüncelerimi derleyip toplayıp, yalnızlıkla yoğurduktan sonra etrafıma örüyorum.
kendime itinayla giydirdiğim bu kılıfı taşımaktan yorulsam da, bu kılıf beni samimiyetsizliklerden bir zırh gibi koruyor. ona hem minnettarım hem de ölümüne şikayetçiyim ondan. geceleri nefret ettiğim köşelerime, gündüzleri insanları seyrederken şükrediyorum. bu uzun yıllardır böyle devam ediyor. ulaşmak istediğim bir yer, sahip olmak istediğim bir şeyler, ait olmak istediğim hisler var. insan birine sahip olmaz ya da ait. insan ancak bir duyguya ait olur. ya da esiri olur bir duygunun. sevgi, nefret, özlem. ya da karanlık. karanlık da bir duygudur nihayetinde. epeydir karanlığım. kendimin gölgesi olarak ikamet ediyorum bu gezegende. aynalardan geçiyorum bazen, duvarlardan, ağaçlardan. bir sürü yerden geçiyorum da, bir türlü kendime ulaşamıyorum. bir kıyı var karşıda, oraya varabilsem kendimi bulacağım.  ama uzun soluklu yüzmelerin üstesinden gelecek gücüm kalmadı. bir yere ulaşma çabalarım bir kaç adım sonra yerle bir olmaktan öteye gitmiyor. yolculuklarım bir düşüş mesafesinde. ötesini bilmiyorum. dedim ya kendimin gölgesiyim ben. bedenimde barınanın kim olduğunu bilmiyorum. bir şeyleri unuttum, bir şeylerden vazgeçtim. unuttuğum her şey bana başka şeyleri hatırlattı. sevmek mesela. sevmeyi unuttukça, nefreti hatırladım. dostlukları unuttukça yalnızlığı. bu hayatta her şeyin bir karşılığı olacaktır ya elbet, ben hiçbir şeyi aramanın yorgunuyum.
altı yıl önce bir balkonda, kederden ölmek isteyip de ölemediğim gecelerden birinde, bir şişe vodkayı biriyle paylaşmak isteyip de paylaşacak kimseyi bulamamıştım. derdimi haykırmak için çırpınırken, avaz avaz sarılmak isterken birilerine, soğuk bir duvara yaslayıp sırtımı, kendime söz vermiştim. kendimi inşa etmek adına, zemine koyduğum ilk taştı o söz. ve o öyle ağır bir taştı ki, bir sürü şey altında kaldı o taşın. üzerine dünyaları koydum, koyuyorum. bana mısın demiyor. sağlam bir zeminin üzerine inşa edilmiş, çarpık bir bina gibiyim. beni işgüzar bir müteahhite vermişler. demirden çalmış, çimentodan çalmış, işçi parasından çalmış. küçük bir sarsıntıda yerle bir olacak gibiyim. ve bu o kadar belli ki, dairelerime kimse cesaret edip taşınmıyor. kimse basmıyor zillerime. ki zaten, muhtelemen şerefsiz müteahhit o zilleri de bozuk takmıştır. bütün müteahhitlerin anasını sikeyim, demem gerekebilirdi tam da burada. ama demeyeceğim. belki bazılarınızın babası müteahhittir. babalarınızın müteahhit olması, benim tanıdığım müteahhitlerin alayının orospu çocuğu olduğu gerçeğini değiştirmez tabi. neyse işte, söyleyin malzemeden çalmasınlar.
insan nefes alıp vermenin yorgunu olur mu? gündüzleri insanları kahkahalara boğup, geceleri bir duvara anlatır mı derdini, kederini. hani bir palyaço hikayesi vardı ya, perdenin arkasına geçip ağlayan palyaço. işte o palyaço bile benden hallicedir. en azından bir sıfatı var. benim bir sıfatım yok. varlığımın izahı yok. benim mantıklı bir açıklamam yok. neden varım, neden bu gezegende bulunuyorum bilmiyorum. bugün kpss diye bir sınava başvurdum mesela. neden bilmiyorum. sırf annem istedi diye üniversiteyi bitirdim, sırf annem istedi diye bir sınava giriyorum. isteklerini ciddiye aldığım bi annem kaldı. ona da gereken özeni göstermem lazım. yani, herhangi bir sınav beni isteklerime ulaştıramaz bunu biliyorum. öyle bir sınav olsaydı, kağıtların anasını ağlatırdım. okumadık kitap bırakmaz, en yüksek not neyse onu alırdım. ama yok. ki zaten ben de oturup ders çalışacak bir adam değilim. öğrencilik hayatım boyunca oturup aralıksız bir saat ders çalışmışlığım yoktur. zeki de değilim. bu eksikleri kapatmak için çok kopya çekmem gerekti. ama işte, kopya çekmek yalnızca eğitim sistemimizde işe yarayan bir şey. hayattan kopya çekemiyorsun. istemediğin derse girmemek gibi bir lüksün yok. hastasın, mutsuzluktan ölüyorsun ama devamsızlık hakkın yok. seve seve yaşayacaksın diyor tanrı. seve seve, yaşayacaksın. bu cümleden ne anlıyorsanız işte.
öyle.
sevmek, uzun ve karışık bir cümle. benim ezberim bozuk. adımdan gayrısını aklımda tutamıyorum. biri buna benzer bir şiir yazmıştı, şimdi söyleyince hatırladım. insan adını hatırlayamıyor da, bir şiiri hatırlıyor bazen, bazı gecelerde. edebiyat ne güzel şey be. lisede adıyla dalga geçtiğim yazarların müptelası oldum. edebiyattan kaldığım senelerden, beni zerre tanımayan insanların yazdıklarımı okuduğu zamanlara geldik. bu değişim öyle kolay olmadı tabi. insanın alışkanlıklarının, yaşam tarzının, düşüncelerinin değişmesi öyle kolay olmuyor. alakasız bir örnek vereyim; bir müşterim vardı. geçen senelerde her sabah dükkana gelir, çayı açık, üç şekerli içerdi. sonra uzun bir süre göremedim onu. aylar sonra geçen yaz çıkıp gelince, nasıl içersin, diye sormadan yine açık götürdüm çayını. ses etmeden içti. ikinci çayı isterken demli, şekersiz olsun, dedi. ilkinde nezaketen söyleyememişti muhtelemen. şaşırdım. bu öyle basit bir değişim değildi çünkü bana göre. üç şekerden iki şekere düşürse anlardım. hadi tek şekerli olsun. ama belliydi, bir şey olmuştu. sordum, çenemi sikeyim, ben genelde böyle zamansız ve sormamam gereken şeyler sorarım çünkü. hanımı kaybettim, dedi. o anı anımsıyorum da şimdi, harbiden çenemi sikeyim.
bu örneği neden verdiğimi bilmiyorum. ama işte, insan böyle böyle şekillenen bir varlık. geçenlerde de söylemiştim; en ihtişamlı ruhlar yıkıla yıkıla inşa edilir.
ulan ihtişamlı bir ruha sahip değilim. olamıyorum, olamam, olmak da istemiyorum; ben neden sürekli yıkılıyorum amına koyayım, diye soracak gibi oluyorum bazen. sorunun muhatabını bulamadığımdan susuyorum. benim bir muhatabım yok. eskiden osmanlı sadrazamı ingiliz bir şeyine denkmiş mesela. ingiliz olmaya da bilir. şuan tam hatırlamıyorum, zaten ırkçılığı da sevmem. biriydi işte, tarih dersiyle arası iyi olanlar kimden bahsettiğimi anlayacaklardır, diğerleri de benim gibi biri deyip geçsin.. koskoca osmanlı sadrazamının bile bir dengi varken; benim, yani bu basiretsiz türk şayirinin, okunmaması gereken şeylerin yazanı, yaşanmaması gereken şeylerin yaşayanı bu vasat adamın neden bir dengi yok? bir boş ben miyim lan bu gezegende.
evet, benim. normal, sıradan, basit biriyim. ne yazık ki, normal, sıradan, basit kimse kalmadı bu gezegende. herkes aykırı, herkes anormal. herkes, herkes işte. bir ben kaldım, herkes olamayan, hatta kendi bile olamayan. bir ben kaldım.
konuyla ilgili olarak, rahmetli metin altıok bir şiirinde şöyle demiş;

''bir ben kaldım şimdi
tek yakın bana .
ama ben eskiden de
hep böyle
yalnız çıkardım yola.''


bugün eve döndüğümde aylar sonra ilk kez annem temizlik için odama girmiş. dükkandayken roman için yazboz kağıdına yazdığım yazıları kaldırıp çöpe atmış. aradım, onlar çöp değil miydi? dedi. haklıydı. gülümsedim, çöptü, deyip kapattım. yazdıklarımın izahı bu kadar işte.
mesela, ben roman yazdım. yazdığım romanı henüz kimse okumadı. toparlasam bir ay içinde belki dört beş kitabı dolduracak kadar birikmiş saçmalığım var. ve o saçmalıkları birileri, bir gün okuyacaklar. kimbilir, belki ben bu gezegende yokken okuyacaklar. belki anlayacaklar, belki küfür edecekler, belki yokluğumu özleyecekler. belki varlığımdan nefret edecekler. ama şunu bilsinler, yani biliniz;
ruhumu gök kubbeye sığdıramadığım anlar oluyor, o anlarda birazımı törpüleyip kağıtlara döküyorum. beni hayatta tutan, o azınlık ama güzel duyguları da çürütmesinler diye, vebalı hislerimi kağıtlara dökünüyorum. yani yaşama devam edebilmek için, çıldırmamak adına, başvurduğum zoraki bir yol; yazmak. ruhumun raflarında biriken tozu temizlemek, eskiyen yanlarımdan kurtulmak için başka bir yöntem bilmiyorum. bir yarayı üflemek gibi, hatta nefes alıp vermek gibi düşünün..
sizin adınıza üzgünüm ama bu yüzden beni bu yanımla eleştirme lüksünüz yok maalesef. siz hiç birini kötü nefes alıp veriyor diye eleştirdiniz mi? gerçi eleştirebilirsiniz, seversiniz böyle şeyleri ama saçma olur yani. beklediğinizi alamazsınız.
ve dağılmış bir çöp yığınını da eleştirmezsiniz elbet. belki, kim koydu lan bunu buraya, diye şikayet edersiniz. o zaman da size kendi isteğinizle burada oluşunuzu hatırlatırım. yıllar sonra gelip buraları ya da, kitaplarımı okuyacaklara sesleniyorum;
buralar eskiden dutluk falan değildi; buralar eskiden de çöplüktü,
ve ebediyete kadar da çöplük kalacak.

ve son olarak;
günü gelip, yirmi tane kitap yazmış olsam bile, kendime asla yazar demeyeceğim.
çünkü, suyu satana sucu derler, içene değil.
ben edebiyatı içiyorum.

sevgilerle,
sizi sevmiyorum.

yazan: rüzgarda savrulan, eskimiş, çamur lekeli, siyah bir çöp poşeti.

12 Mart 2017 Pazar

adı telefonumda ''kötü bakkal'' şeklinde kayıtlı olan sadık abinin tekelinden aldığım corona'larla o metruk, harabe yere geldiğimde, cebimdeki açacakla biralardan birini açtım. zaten 35'lik bira, üç yudumda bitirdim ilkini. ve bu süre zarfında pek bir şey düşünmedim. ikinci birayı biraz daha ağır içeyim, fikri vardı zihnimde sadece. oysa düşünecek ne çok şey vardı. ne çok kayıp, ne çok eksik vardı şu dağınık, hiçbir şeye benzemeyen, sanki ikinci elciden ucuza kapatılmış eşyalar gibi yaşadığım hayatımda. ikinci biradan ilk yudumu aldığımda bu düşüncelerle kendime gülümsedim yanımdaki eskimiş, yarısı yıkılmış duvara bakarak. kendime benzettiğimden olsa gerek, sarılmak istedim o ana o duvara. ben bazen böyle şeyler isterim.
o esnada oradan geçen bir adam, beni bir tehlike olarak görmüş olacak ki beni gördükten sonra adımlarını biraz daha hızlandırarak karşı kaldırıma geçti arkasına tekrar bakmadan. bir süre arkasından seyrettim, karanlıkta kayboluşuna tanıklık ettikten sonra tekrar zihnime döndüm. daha yirmi dakika olmamıştı ve ikinci bira bitmek üzereydi. yavaş yavaş netleşiyordu bazı eksiklikler. ama öyle sarhoşluk gibi bir şey gelmesin aklınıza, ben içtikçe normalleşenlerdenim.
evden çıkarken cebime bir dal djarum black koymuştum, yapacak daha iyi bir şey bulamayınca cebimdeki kibriti çıkarıp onu yaktım. sigara yakmanın rahatlatıcı bir yanı var. bu hislerle hızlı hızlı içime çektim karanfil kokusunu. bir yandan da üçüncü biranın kapağını açtım. corona içmiş olanlarınız bilir, klasik biralar gibi değildir tadı. meyve suyu gibi bir dikişte bitirebilirsiniz ve ayarı çok kaçırmadığınız sürece sabahına da sizi rahatsız etmez. etse de farketmezdi gerçi. sabah uyandığımda gitmem gereken bir yer yoktu nasılsa. sabah dükkanı son kez, kardeşim açacak. sonrasında izmire gidip orada yeni bir hayat kuracakmış kendine. evden çıkmadan önce gideceğini söylediğinde, olum zaten iki ay önce gelmedin mi sen, gidip orada ne bok yiyeceksin, diyecek gibi olsam da, dememiştim bunu. gitsin. o da gitsin. zaten bizim öyle çok kuvvetli aile bağlarımız yok. hayatım boyunca ailemle bir kahvaltı sofrasına eksiksiz oturmuşluğumuz pek yoktur. pek değil hiç yoktur hatta. bu benim için büyük bir lükstü çocukluğumdan beri. akşam ezanından sonra, oğlum yemek hazır, baban bekliyo hadi eve gel, diye eve çağırılan çocuklara özenip durdum yıllar boyu. tabi bunun için kimseyi suçlamayacağım, hele annemi hiç. annem bu dünyada sahip olduğum tek şey. bırakıp gidemeyeceğim tek insan. gerçi ona da  bir şeyleri kabullendirdim artık. gitmemin sadece mesafeyle ilgili bir şey olacağını biliyor. çok da şeyapmaz. yani üzülür ama, gitme de demez. babamdan bahsetmem gerekirse, babam hep benim idolümdü çocukken. herkesin saygı duyduğu, korktuğu, çekindiği bir adam. zamanında epey psikopatlık yapmış. kürt ismet dediniz mi bu semtte babamı herkes tanır. zamanın eski kulağı kesiklerinden. çocukken kaç geceyi onun eve gelmesini bekleyerek sabah ettim bilmiyorum. neyse, babamı da her evladın babasını sevdiği kadar severim. sevmiyormuşum gibi algılanmasın. benim babam kral adamdır. hayatında bir kez bile beni öpmemiş olması bunu değiştirmez. konu niye buraya geldi bilmiyorum. konunun nereye gitmesi gerektiğini de bilmiyorum. sadece bir şeyler yazmam gerektiğini biliyorum. başka türlü yutkunamayacağım çünkü gırtlağımdaki bu kitleyi. rahat nefes alamayacağım başka türlü.
üçüncü birayı bitirdiğimde, karşı kaldırımda çiğköfte poşetiyle elele yürüyen bir çifti görür gibi oldum. o manzaraya şahit olmasam konu belki yalnızlığıma gelmeyecekti. ama biliyorsunuz ki,sokaklar el ele yürüyen çiftlerle dolu. altı yıldır kimseyi sevgili sıfatıyla hayatına almamış biri olarak, bu sahne bende de bazı hisler uyandırdı elbet. o kadarına da hakkım olduğuna inanıyorum.
sevmek benim için o kadar uzak  bir ihtimal ki, size nasıl tarif edeyim bilmiyorum. kanalizasyonda süzülen bir yağmur damlasının gökyüzünü özlemesi gibi bir şey bu benim için. duygularıma ne oldu bilmiyorum. vaktin birinde bir şey oldu, onu biliyorum. bir şey oldu ve artık hiçbir şey  eskisi gibi olmuyor, onu biliyorum sadece. eskiden inandığım yalanlara inanamıyor, eskiden sevdiğim şeyleri sevemiyorum. iyi ki de sevemiyorum gerçi. serserinin tekiydim ben eskiden. bunu alelade bir şey olarak söylemiyorum, gerçekten öyleydim. geride kalan hayatım, iyi biri olmanın hiçbir işe yaramadığı sokaklarda, kendimi kötü biri olmadığıma ikna etmeye çalışarak geçti. mesela, beş altı yıl öncesine kadar belinde döner bıçağıyla gezen bir adam düşünün işte. onlarca kişiyi arkasına takıp, hiç gereği yokken kavga gürültü çıkaran ve bunu bir marifet sanan vasıfsız bir adam düşünün. yani tam  olarak adam da sayılmazdım gerçi, çocuktum diyelim. şimdilerde çocuk değilim belki, ama vasıfsız olduğum konusu hala değişmedi. eskiden tribünde amigoluk yaparak kendimi bir şey yapmış hissederdim. insanlara hükmederken, onları yönlendirirken bu faaliyetten haz duyardım ve bolca üstüme vazife olmayan şeylere sokardım burnumu. hayatım boyunca belki yüzlerce kavgaya karışmışımdır, inanır mısınız hiçbirinin müsebbibi ben değildim. hep başkaları sebep oldu, hep başkaları yüzünden bedel ödemek durumunda kaldım. bu enaylikti tabi, aksini iddia edecek halim yok. ama şuan bu düşüncelere sahipsem; bu, geçmişimdeki enayiliklerin getirdiği farkındalık sayesinde. çok da şeyapmıyorum o yüzden. üniversiteye girmeden önceki hayatım, ve liseden sonra üniversiteyi kazanamadığım o bir yıllık süreçte yaşadıklarım bana o kadar çok şey öğretti ki; elli yıl hiçbir şey yaşamasam, yine de geriye düşünecek bir sürü şey kalır.
dipleri görmek, yerle bir olmak bu yanıyla iyi. bunlar insanın gelişimine, en az bir üniversite kadar katkıda bulunan şeyler. daha önce de söylemiştim, acı çekmeden olgunlaşmak mümkün değil. bir yemeği bile pişirmek için onu ateşe tabii tutmak gerek.
ve yere çarpmadan, dibi boylamadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir. baki de olamaz.
ama görüyorum, insanlar kendilerini kandırmak konusunda iyiler. görmezlikten gelmek, gerçekler yokmuş gibi yaşamak konusunda epey geliştirmişler kendilerini. ben o konularda iyi değilimdir mesela. beceremem unutmayı. ne insanları unuturum, ne bana yaşattıklarını, ne de ruhumda bıraktıkları izleri. unutmam arkadaş, neden unutayım. eksikliklerini hissetmem, özlemem ama unutmam da. şimdi böyle konuşunca aklınıza aşk falan gelmesin. ben en yakınlarımdan bahsediyorum. can ciğer olup, aynı yatakta uyuyup, aynı sofradan yemek yediğim insanlardan bahsediyorum. ailemden bahsediyorum. maalesef ki, gönül işlerini dert edece kadar sorunsuz bir hayatın mensubu değilim. öyle bir hayatım olsun isterdim. ama oraları çoktan geçtik galiba.
neyse işte, dördüncü biranın da yarısına geldiğimde, şikayet ettiğim tek konu yalnızlığımdı. yalnızlıktan ziyade, tekbaşınalık da acıtmaya başlamıştı canımı. hüzünlü bir geceydi, konuşulması gereken bir sürü şey vardı ve bunlara ek olarak, o an yanımda olsun isteyeceğim kimse yoktu hayatımda. bu o kadar acı bir şey ki size anlatamam. anlatırım gerçi, edebiyatım iyidir de, anlamazsınız. anlamayacaksanız da anlatmanın lüzmu yok. en kötüsü de ne biliyor musunuz, bir sürü imkanım var, bir sürü. yani o kadar çok kulvarda birden yaşıyorum ki bu hayatı, istesem hem karşı cinsten hem de hemcinslerimden onlarca belki yüzlerce arkadaş edinebilirim. mesela antrenmanlarımı yaptığım salonda, antrenman programı yazdığım insanlar gelse bu gece yanıma, en az on kişi olurduk. ya da sabahları dükkana gelen müşterilerden bir kaçını dost edinseydim mesela. ne bileyim, yazdıklarımı okuyan yüzlerce, binlerce insan var. haftada ortalama on onbeş kişiden mesaj alıyorum.  onlardan birkaçıyla samimi olabilirdim mesela belki. ama yok. olmuyor. denedim. insanlara ayak uyduramıyorum. senkronu tutturamıyorum.
ben bu çağın çok gerisinde kaldım arkadaşlar. laf olsun diye söylemiyorum ama ben hakikaten bu çağın çok gerisinde kaldım. yalnızlıktan başka çarem yok. sığınacak bir yerim yok, karanlık odamdan başka. oda ki ne oda, üç yıldır ampulü bile yanmıyor. belki yalnızlığım eğreti durmasın diye taktırmadım, belki kendime benzesin istedim. bilemiyorum ama, nihayetinde karanlık işte.

ben kendimden başka sarılacak kimseyi tanımıyorum. bana bir adres verseler mesela şimdi, al lan bunu; git, aradığın şey bu adreste deseler, gidecek halim yok. ben kendime bile yetemiyorum ki, kime ne vereceğim? kimi nasıl mutlu edeceğim? kiminle ne paylaşacağım? bir sürü güzel kadın girdi hayatıma, istisnasız hepsini üzdüm. bi kötülük etmedim, sorsanız arkamdan kötü söz söylemez hala hiçbiri, ama hepsini çok üzdüm. kendimle olan mücadelelerimden her mağlup çıkışımda uzaklaştım insanlardan. ama kimseden de gitmiş sayılmam, içim rahat o konuda. çünkü kimseye geldiğimi söylemedim. eğer hiç gelmemişsen, gitmiş de sayılmıyorsun. uzaksındır sadece. uzaktım ben. herkese uzaktım. ki hala herkese uzağım. kendimden bile, kendime bile, uzağım ben. zihnim bedenime uzak, bedenim zihnime.
neyse ne işte. yine aynı konulara geldik. biraları bitirip, yağmur damlalarının ıslattığı kaldırımlardan yürüpüp, bir şeyleri küfrederek eve dönerken; yanımdan geçen bir arabanın yarı aralıklı camından yankılanan bir şarkı duydum. ''bir yalnızlık şarkısı söyler sazım'' diyordu. sesi yabancı değildi ama tam seçemedim. eve geldim yarım saat önce, şarkıyı buldum. candan erçetin söylüyor. ne de güzel söylüyor. bir kaç kez üstüste dinledikten sonra kendime, dur lan ben bunu yazayım, dedim. ve yazdım işte. yazmak eylemi sadece biraz daha yaşanılır kıldı bu karanlığı, yalnızlığı. onun dışında elde ettiğim veya edeceğim herhangi bir şeyim yok. zaten bir şey elde edeceğimi bilsem oturup böyle şeyler yazmam. daha umutlu şeyler yazarım. daha herkesin anlayacağı şeyler. yazabilirim he, yazamam sanmayın. çiçekli şiirler falan da yazarım istesem. ama istemiyorum işte. içimden gelmiyor. çiçekli şiirler yazan yerlerimi yıkıp, alışveriş merkezi diktiler üstüne bir kaç sene önce. o yüzden siz de böyle törpülü yanlarımı, yıkık dökük taraflarımı okuyorsunuz.

yazı bitti.
söyleyecek daha çok şey olmasına rağmen, burada bitirmem gerekiyor. bütün bunları tek solukta yazdım ve hiçbir düzenleme yapmadan paylaşacağım. mazur görmeseniz de olur.
neredeyse sarhoşum. önümde içmem gereken iki bira, geçirmem gereken uzun, karanlık bir gece var. ve bütün bunların yanında arka fonda şöyle diyor candan abla;

''gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yeryüzünde sizin kadar yalnızım''

işte o kadar.


5 Mart 2017 Pazar


kutsal kitaplara inanan herkes gibi, insan en çok görmediğine inanmak istiyor. bulamadığını arıyor. gelmeyeni, gidemediğini özlüyor. bu bazen bir şehir oluyor, bazen bir kişi. ekseriyetle aşikar olmayana meyilliyiz. muammaların peşinde koşturmaktan yorgunuz. sabitlikten hoşlanmıyor, güzelliklerin kalıcı olmayışından şikayet ediyoruz. şehrin yapısına uygun olmayan ironik bir heykel gibi duruyoruz meydanlarda..
var olanı sevmek, pek de iyi olduğumuz bir konu değil. eziyete uğramış bir köpeğin eksilen kuyruğunu özlemesi gibi, çocukken peşinden koştuğu tüp arabalarını özleyen bütün çocuklar gibi, yaşlı bir ağacın budanan dallarını özlemesi gibi, özlüyoruz bir şeyleri. özlemek kavuşmakla ilişkili bir şeyse şayet, insan kavuşma ihtimali olmayan şeylere meyillidir. yaradılışla alakalı olmayabilir bu. ama zaten insan bu dünyaya sıfırdan başlamıyor mu? bu dünya değil midir ki insanı yontan, şekillendiren. çerçevelerini görmek istemediği  manzaralarla donatan. her gece, olmaktan korktuğu kişiye bir adım daha yaklaştıran dünya, bu dünya değil midir?
kararında yaşamamak gibi bir hastalığa kapılıyor insan. büyümekten ve anlamaktan sonraki en ölümcül hastalığımız da bu biraz.  zaten insan anlamadan, büyümüş sayılır mı? bence sayılmaz. sizce sayılabilir. ama bunlar çok da önemli konular değil.

beklemekten yaratılmışız sanki. bedenimiz baştan başa beklemek. tırnaklarımız beklemekten pembeleşiyor. gözlerimiz beklemekten kara. saçlarımız beklemekten ağarıyor. şuramızdaki sancı hep beklemekten. ''beklemek üzerine felsefe kitabıydık'' diyor ya, biri. işte bizim felsefemiz, misyonumuz hep beklemek. kimileri beklerken hamleler yapıyor, süreci ve beklenene olan mesafeyi kısaltmak için stratejiler uyguluyor falan. ne kadar etkili oluyor bilemiyorum ama görüyorum. kimileri de hakkını veriyor beklemenin. ''olmadığım bir yerde, bir şeyleri bekliyorum, saklanarak'' demiştim geçenlerde.
bir anlamı, bir duyguyu beklemek; belki de en acısıdır eskimelerin. beklediğin şeye yaklaşmak mümkün değildir çünkü. kendinden daha fazlasına ihtiyacı vardır bazen insanın. öyle bir bazendir işte bu beklemek.  ve çoğalır, uzar, gitmek bilmez.

devletimizin politikasını beğenmediğimi daha önce de belirtmiştimdi. bekleyenler üzerine bir khk çıkartılmalı acilen. acilen vergilerden muaf tutulmalı bekleyenler.
bu bekleyen kişileri sigortaya bağlanmalı, yirmisekizinden sonra beklemekten emekliye ayrılmalı. isviçrede bekleyenler bile mutluymuş. türkiyede bekleyenler yaşıyor bile sayılmaz. buradan sayın cumhuru reisimize seslenmek istiyorum, toplu taşımalarda bekleyenler için ayrı koltuklar ayrılmalı. okullarda, stadyumlarda, tren garlarında bu insanlara bir ayrıcalık tanınmalı artık.
''ki beklemek, en zor halidir yaşamanın'' diyenlere kredi kolaylığı sağlanmalı mesela. yani işte, bir güzellik yapmalı devlet büyüklerimiz, her gece aynalarda cansız bedenlerini seyredenlere. bu kişiler toplu katliamlardan muaf tutulmalı. tek kişilik banklar inşa edilmeli acilen. ulan hadi onu da geçtim, bari bir aylık akbil falan sağlasınlar. böyle olmuyor.
konuya bir şekilde giriş yapıp da sonunu getiremeyen herkes gibi, uzay boşluğuna konuşanlara gereken özeni göstermeli hava yolu firmaları.
yani, bence iyi olurdu.

muhatap alınmayacak birinden, zeval gelmeyecek biryerlere,
arz ve ricalarımla.

*tanrıya ve devlete bir şikayet mektubudur. altına imzasını atacak herkese, buradan hayırlı geceler diliyorum.
unutmadan; yalnız değilsiniz he, bir ara gelin de hep birlikte bekleyelim.