17 Mart 2017 Cuma

herkes bir şeyleri arıyor, bekliyor, özlüyor. kimi bir hayalin, kimi birinin peşinde koşarken eskitiyor en güzel yanlarını. insan güzel yanlarını bir uğurda eskitiyorsa bir bildiği vardır elbet. herkesin olduğu gibi benim de bir bildiğim var. kendime göre. inandıklarım, inanmadıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim, özlediklerim.. başka kimsenin etkisi alanına girmeyen, değişmeyen ve şekillenmeyen düşüncelerimi derleyip toplayıp, yalnızlıkla yoğurduktan sonra etrafıma örüyorum.
kendime itinayla giydirdiğim bu kılıfı taşımaktan yorulsam da, bu kılıf beni samimiyetsizliklerden bir zırh gibi koruyor. ona hem minnettarım hem de ölümüne şikayetçiyim ondan. geceleri nefret ettiğim köşelerime, gündüzleri insanları seyrederken şükrediyorum. bu uzun yıllardır böyle devam ediyor. ulaşmak istediğim bir yer, sahip olmak istediğim bir şeyler, ait olmak istediğim hisler var. insan birine sahip olmaz ya da ait. insan ancak bir duyguya ait olur. ya da esiri olur bir duygunun. sevgi, nefret, özlem. ya da karanlık. karanlık da bir duygudur nihayetinde. epeydir karanlığım. kendimin gölgesi olarak ikamet ediyorum bu gezegende. aynalardan geçiyorum bazen, duvarlardan, ağaçlardan. bir sürü yerden geçiyorum da, bir türlü kendime ulaşamıyorum. bir kıyı var karşıda, oraya varabilsem kendimi bulacağım.  ama uzun soluklu yüzmelerin üstesinden gelecek gücüm kalmadı. bir yere ulaşma çabalarım bir kaç adım sonra yerle bir olmaktan öteye gitmiyor. yolculuklarım bir düşüş mesafesinde. ötesini bilmiyorum. dedim ya kendimin gölgesiyim ben. bedenimde barınanın kim olduğunu bilmiyorum. bir şeyleri unuttum, bir şeylerden vazgeçtim. unuttuğum her şey bana başka şeyleri hatırlattı. sevmek mesela. sevmeyi unuttukça, nefreti hatırladım. dostlukları unuttukça yalnızlığı. bu hayatta her şeyin bir karşılığı olacaktır ya elbet, ben hiçbir şeyi aramanın yorgunuyum.
altı yıl önce bir balkonda, kederden ölmek isteyip de ölemediğim gecelerden birinde, bir şişe vodkayı biriyle paylaşmak isteyip de paylaşacak kimseyi bulamamıştım. derdimi haykırmak için çırpınırken, avaz avaz sarılmak isterken birilerine, soğuk bir duvara yaslayıp sırtımı, kendime söz vermiştim. kendimi inşa etmek adına, zemine koyduğum ilk taştı o söz. ve o öyle ağır bir taştı ki, bir sürü şey altında kaldı o taşın. üzerine dünyaları koydum, koyuyorum. bana mısın demiyor. sağlam bir zeminin üzerine inşa edilmiş, çarpık bir bina gibiyim. beni işgüzar bir müteahhite vermişler. demirden çalmış, çimentodan çalmış, işçi parasından çalmış. küçük bir sarsıntıda yerle bir olacak gibiyim. ve bu o kadar belli ki, dairelerime kimse cesaret edip taşınmıyor. kimse basmıyor zillerime. ki zaten, muhtelemen şerefsiz müteahhit o zilleri de bozuk takmıştır. bütün müteahhitlerin anasını sikeyim, demem gerekebilirdi tam da burada. ama demeyeceğim. belki bazılarınızın babası müteahhittir. babalarınızın müteahhit olması, benim tanıdığım müteahhitlerin alayının orospu çocuğu olduğu gerçeğini değiştirmez tabi. neyse işte, söyleyin malzemeden çalmasınlar.
insan nefes alıp vermenin yorgunu olur mu? gündüzleri insanları kahkahalara boğup, geceleri bir duvara anlatır mı derdini, kederini. hani bir palyaço hikayesi vardı ya, perdenin arkasına geçip ağlayan palyaço. işte o palyaço bile benden hallicedir. en azından bir sıfatı var. benim bir sıfatım yok. varlığımın izahı yok. benim mantıklı bir açıklamam yok. neden varım, neden bu gezegende bulunuyorum bilmiyorum. bugün kpss diye bir sınava başvurdum mesela. neden bilmiyorum. sırf annem istedi diye üniversiteyi bitirdim, sırf annem istedi diye bir sınava giriyorum. isteklerini ciddiye aldığım bi annem kaldı. ona da gereken özeni göstermem lazım. yani, herhangi bir sınav beni isteklerime ulaştıramaz bunu biliyorum. öyle bir sınav olsaydı, kağıtların anasını ağlatırdım. okumadık kitap bırakmaz, en yüksek not neyse onu alırdım. ama yok. ki zaten ben de oturup ders çalışacak bir adam değilim. öğrencilik hayatım boyunca oturup aralıksız bir saat ders çalışmışlığım yoktur. zeki de değilim. bu eksikleri kapatmak için çok kopya çekmem gerekti. ama işte, kopya çekmek yalnızca eğitim sistemimizde işe yarayan bir şey. hayattan kopya çekemiyorsun. istemediğin derse girmemek gibi bir lüksün yok. hastasın, mutsuzluktan ölüyorsun ama devamsızlık hakkın yok. seve seve yaşayacaksın diyor tanrı. seve seve, yaşayacaksın. bu cümleden ne anlıyorsanız işte.
öyle.
sevmek, uzun ve karışık bir cümle. benim ezberim bozuk. adımdan gayrısını aklımda tutamıyorum. biri buna benzer bir şiir yazmıştı, şimdi söyleyince hatırladım. insan adını hatırlayamıyor da, bir şiiri hatırlıyor bazen, bazı gecelerde. edebiyat ne güzel şey be. lisede adıyla dalga geçtiğim yazarların müptelası oldum. edebiyattan kaldığım senelerden, beni zerre tanımayan insanların yazdıklarımı okuduğu zamanlara geldik. bu değişim öyle kolay olmadı tabi. insanın alışkanlıklarının, yaşam tarzının, düşüncelerinin değişmesi öyle kolay olmuyor. alakasız bir örnek vereyim; bir müşterim vardı. geçen senelerde her sabah dükkana gelir, çayı açık, üç şekerli içerdi. sonra uzun bir süre göremedim onu. aylar sonra geçen yaz çıkıp gelince, nasıl içersin, diye sormadan yine açık götürdüm çayını. ses etmeden içti. ikinci çayı isterken demli, şekersiz olsun, dedi. ilkinde nezaketen söyleyememişti muhtelemen. şaşırdım. bu öyle basit bir değişim değildi çünkü bana göre. üç şekerden iki şekere düşürse anlardım. hadi tek şekerli olsun. ama belliydi, bir şey olmuştu. sordum, çenemi sikeyim, ben genelde böyle zamansız ve sormamam gereken şeyler sorarım çünkü. hanımı kaybettim, dedi. o anı anımsıyorum da şimdi, harbiden çenemi sikeyim.
bu örneği neden verdiğimi bilmiyorum. ama işte, insan böyle böyle şekillenen bir varlık. geçenlerde de söylemiştim; en ihtişamlı ruhlar yıkıla yıkıla inşa edilir.
ulan ihtişamlı bir ruha sahip değilim. olamıyorum, olamam, olmak da istemiyorum; ben neden sürekli yıkılıyorum amına koyayım, diye soracak gibi oluyorum bazen. sorunun muhatabını bulamadığımdan susuyorum. benim bir muhatabım yok. eskiden osmanlı sadrazamı ingiliz bir şeyine denkmiş mesela. ingiliz olmaya da bilir. şuan tam hatırlamıyorum, zaten ırkçılığı da sevmem. biriydi işte, tarih dersiyle arası iyi olanlar kimden bahsettiğimi anlayacaklardır, diğerleri de benim gibi biri deyip geçsin.. koskoca osmanlı sadrazamının bile bir dengi varken; benim, yani bu basiretsiz türk şayirinin, okunmaması gereken şeylerin yazanı, yaşanmaması gereken şeylerin yaşayanı bu vasat adamın neden bir dengi yok? bir boş ben miyim lan bu gezegende.
evet, benim. normal, sıradan, basit biriyim. ne yazık ki, normal, sıradan, basit kimse kalmadı bu gezegende. herkes aykırı, herkes anormal. herkes, herkes işte. bir ben kaldım, herkes olamayan, hatta kendi bile olamayan. bir ben kaldım.
konuyla ilgili olarak, rahmetli metin altıok bir şiirinde şöyle demiş;

''bir ben kaldım şimdi
tek yakın bana .
ama ben eskiden de
hep böyle
yalnız çıkardım yola.''


bugün eve döndüğümde aylar sonra ilk kez annem temizlik için odama girmiş. dükkandayken roman için yazboz kağıdına yazdığım yazıları kaldırıp çöpe atmış. aradım, onlar çöp değil miydi? dedi. haklıydı. gülümsedim, çöptü, deyip kapattım. yazdıklarımın izahı bu kadar işte.
mesela, ben roman yazdım. yazdığım romanı henüz kimse okumadı. toparlasam bir ay içinde belki dört beş kitabı dolduracak kadar birikmiş saçmalığım var. ve o saçmalıkları birileri, bir gün okuyacaklar. kimbilir, belki ben bu gezegende yokken okuyacaklar. belki anlayacaklar, belki küfür edecekler, belki yokluğumu özleyecekler. belki varlığımdan nefret edecekler. ama şunu bilsinler, yani biliniz;
ruhumu gök kubbeye sığdıramadığım anlar oluyor, o anlarda birazımı törpüleyip kağıtlara döküyorum. beni hayatta tutan, o azınlık ama güzel duyguları da çürütmesinler diye, vebalı hislerimi kağıtlara dökünüyorum. yani yaşama devam edebilmek için, çıldırmamak adına, başvurduğum zoraki bir yol; yazmak. ruhumun raflarında biriken tozu temizlemek, eskiyen yanlarımdan kurtulmak için başka bir yöntem bilmiyorum. bir yarayı üflemek gibi, hatta nefes alıp vermek gibi düşünün..
sizin adınıza üzgünüm ama bu yüzden beni bu yanımla eleştirme lüksünüz yok maalesef. siz hiç birini kötü nefes alıp veriyor diye eleştirdiniz mi? gerçi eleştirebilirsiniz, seversiniz böyle şeyleri ama saçma olur yani. beklediğinizi alamazsınız.
ve dağılmış bir çöp yığınını da eleştirmezsiniz elbet. belki, kim koydu lan bunu buraya, diye şikayet edersiniz. o zaman da size kendi isteğinizle burada oluşunuzu hatırlatırım. yıllar sonra gelip buraları ya da, kitaplarımı okuyacaklara sesleniyorum;
buralar eskiden dutluk falan değildi; buralar eskiden de çöplüktü,
ve ebediyete kadar da çöplük kalacak.

ve son olarak;
günü gelip, yirmi tane kitap yazmış olsam bile, kendime asla yazar demeyeceğim.
çünkü, suyu satana sucu derler, içene değil.
ben edebiyatı içiyorum.

sevgilerle,
sizi sevmiyorum.

yazan: rüzgarda savrulan, eskimiş, çamur lekeli, siyah bir çöp poşeti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder