adı telefonumda ''kötü bakkal'' şeklinde kayıtlı olan sadık abinin tekelinden aldığım corona'larla o metruk, harabe yere geldiğimde, cebimdeki açacakla biralardan birini açtım. zaten 35'lik bira, üç yudumda bitirdim ilkini. ve bu süre zarfında pek bir şey düşünmedim. ikinci birayı biraz daha ağır içeyim, fikri vardı zihnimde sadece. oysa düşünecek ne çok şey vardı. ne çok kayıp, ne çok eksik vardı şu dağınık, hiçbir şeye benzemeyen, sanki ikinci elciden ucuza kapatılmış eşyalar gibi yaşadığım hayatımda. ikinci biradan ilk yudumu aldığımda bu düşüncelerle kendime gülümsedim yanımdaki eskimiş, yarısı yıkılmış duvara bakarak. kendime benzettiğimden olsa gerek, sarılmak istedim o ana o duvara. ben bazen böyle şeyler isterim.
o esnada oradan geçen bir adam, beni bir tehlike olarak görmüş olacak ki beni gördükten sonra adımlarını biraz daha hızlandırarak karşı kaldırıma geçti arkasına tekrar bakmadan. bir süre arkasından seyrettim, karanlıkta kayboluşuna tanıklık ettikten sonra tekrar zihnime döndüm. daha yirmi dakika olmamıştı ve ikinci bira bitmek üzereydi. yavaş yavaş netleşiyordu bazı eksiklikler. ama öyle sarhoşluk gibi bir şey gelmesin aklınıza, ben içtikçe normalleşenlerdenim.
evden çıkarken cebime bir dal djarum black koymuştum, yapacak daha iyi bir şey bulamayınca cebimdeki kibriti çıkarıp onu yaktım. sigara yakmanın rahatlatıcı bir yanı var. bu hislerle hızlı hızlı içime çektim karanfil kokusunu. bir yandan da üçüncü biranın kapağını açtım. corona içmiş olanlarınız bilir, klasik biralar gibi değildir tadı. meyve suyu gibi bir dikişte bitirebilirsiniz ve ayarı çok kaçırmadığınız sürece sabahına da sizi rahatsız etmez. etse de farketmezdi gerçi. sabah uyandığımda gitmem gereken bir yer yoktu nasılsa. sabah dükkanı son kez, kardeşim açacak. sonrasında izmire gidip orada yeni bir hayat kuracakmış kendine. evden çıkmadan önce gideceğini söylediğinde, olum zaten iki ay önce gelmedin mi sen, gidip orada ne bok yiyeceksin, diyecek gibi olsam da, dememiştim bunu. gitsin. o da gitsin. zaten bizim öyle çok kuvvetli aile bağlarımız yok. hayatım boyunca ailemle bir kahvaltı sofrasına eksiksiz oturmuşluğumuz pek yoktur. pek değil hiç yoktur hatta. bu benim için büyük bir lükstü çocukluğumdan beri. akşam ezanından sonra, oğlum yemek hazır, baban bekliyo hadi eve gel, diye eve çağırılan çocuklara özenip durdum yıllar boyu. tabi bunun için kimseyi suçlamayacağım, hele annemi hiç. annem bu dünyada sahip olduğum tek şey. bırakıp gidemeyeceğim tek insan. gerçi ona da bir şeyleri kabullendirdim artık. gitmemin sadece mesafeyle ilgili bir şey olacağını biliyor. çok da şeyapmaz. yani üzülür ama, gitme de demez. babamdan bahsetmem gerekirse, babam hep benim idolümdü çocukken. herkesin saygı duyduğu, korktuğu, çekindiği bir adam. zamanında epey psikopatlık yapmış. kürt ismet dediniz mi bu semtte babamı herkes tanır. zamanın eski kulağı kesiklerinden. çocukken kaç geceyi onun eve gelmesini bekleyerek sabah ettim bilmiyorum. neyse, babamı da her evladın babasını sevdiği kadar severim. sevmiyormuşum gibi algılanmasın. benim babam kral adamdır. hayatında bir kez bile beni öpmemiş olması bunu değiştirmez. konu niye buraya geldi bilmiyorum. konunun nereye gitmesi gerektiğini de bilmiyorum. sadece bir şeyler yazmam gerektiğini biliyorum. başka türlü yutkunamayacağım çünkü gırtlağımdaki bu kitleyi. rahat nefes alamayacağım başka türlü.
üçüncü birayı bitirdiğimde, karşı kaldırımda çiğköfte poşetiyle elele yürüyen bir çifti görür gibi oldum. o manzaraya şahit olmasam konu belki yalnızlığıma gelmeyecekti. ama biliyorsunuz ki,sokaklar el ele yürüyen çiftlerle dolu. altı yıldır kimseyi sevgili sıfatıyla hayatına almamış biri olarak, bu sahne bende de bazı hisler uyandırdı elbet. o kadarına da hakkım olduğuna inanıyorum.
sevmek benim için o kadar uzak bir ihtimal ki, size nasıl tarif edeyim bilmiyorum. kanalizasyonda süzülen bir yağmur damlasının gökyüzünü özlemesi gibi bir şey bu benim için. duygularıma ne oldu bilmiyorum. vaktin birinde bir şey oldu, onu biliyorum. bir şey oldu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, onu biliyorum sadece. eskiden inandığım yalanlara inanamıyor, eskiden sevdiğim şeyleri sevemiyorum. iyi ki de sevemiyorum gerçi. serserinin tekiydim ben eskiden. bunu alelade bir şey olarak söylemiyorum, gerçekten öyleydim. geride kalan hayatım, iyi biri olmanın hiçbir işe yaramadığı sokaklarda, kendimi kötü biri olmadığıma ikna etmeye çalışarak geçti. mesela, beş altı yıl öncesine kadar belinde döner bıçağıyla gezen bir adam düşünün işte. onlarca kişiyi arkasına takıp, hiç gereği yokken kavga gürültü çıkaran ve bunu bir marifet sanan vasıfsız bir adam düşünün. yani tam olarak adam da sayılmazdım gerçi, çocuktum diyelim. şimdilerde çocuk değilim belki, ama vasıfsız olduğum konusu hala değişmedi. eskiden tribünde amigoluk yaparak kendimi bir şey yapmış hissederdim. insanlara hükmederken, onları yönlendirirken bu faaliyetten haz duyardım ve bolca üstüme vazife olmayan şeylere sokardım burnumu. hayatım boyunca belki yüzlerce kavgaya karışmışımdır, inanır mısınız hiçbirinin müsebbibi ben değildim. hep başkaları sebep oldu, hep başkaları yüzünden bedel ödemek durumunda kaldım. bu enaylikti tabi, aksini iddia edecek halim yok. ama şuan bu düşüncelere sahipsem; bu, geçmişimdeki enayiliklerin getirdiği farkındalık sayesinde. çok da şeyapmıyorum o yüzden. üniversiteye girmeden önceki hayatım, ve liseden sonra üniversiteyi kazanamadığım o bir yıllık süreçte yaşadıklarım bana o kadar çok şey öğretti ki; elli yıl hiçbir şey yaşamasam, yine de geriye düşünecek bir sürü şey kalır.
dipleri görmek, yerle bir olmak bu yanıyla iyi. bunlar insanın gelişimine, en az bir üniversite kadar katkıda bulunan şeyler. daha önce de söylemiştim, acı çekmeden olgunlaşmak mümkün değil. bir yemeği bile pişirmek için onu ateşe tabii tutmak gerek.
ve yere çarpmadan, dibi boylamadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir. baki de olamaz.
ama görüyorum, insanlar kendilerini kandırmak konusunda iyiler. görmezlikten gelmek, gerçekler yokmuş gibi yaşamak konusunda epey geliştirmişler kendilerini. ben o konularda iyi değilimdir mesela. beceremem unutmayı. ne insanları unuturum, ne bana yaşattıklarını, ne de ruhumda bıraktıkları izleri. unutmam arkadaş, neden unutayım. eksikliklerini hissetmem, özlemem ama unutmam da. şimdi böyle konuşunca aklınıza aşk falan gelmesin. ben en yakınlarımdan bahsediyorum. can ciğer olup, aynı yatakta uyuyup, aynı sofradan yemek yediğim insanlardan bahsediyorum. ailemden bahsediyorum. maalesef ki, gönül işlerini dert edece kadar sorunsuz bir hayatın mensubu değilim. öyle bir hayatım olsun isterdim. ama oraları çoktan geçtik galiba.
neyse işte, dördüncü biranın da yarısına geldiğimde, şikayet ettiğim tek konu yalnızlığımdı. yalnızlıktan ziyade, tekbaşınalık da acıtmaya başlamıştı canımı. hüzünlü bir geceydi, konuşulması gereken bir sürü şey vardı ve bunlara ek olarak, o an yanımda olsun isteyeceğim kimse yoktu hayatımda. bu o kadar acı bir şey ki size anlatamam. anlatırım gerçi, edebiyatım iyidir de, anlamazsınız. anlamayacaksanız da anlatmanın lüzmu yok. en kötüsü de ne biliyor musunuz, bir sürü imkanım var, bir sürü. yani o kadar çok kulvarda birden yaşıyorum ki bu hayatı, istesem hem karşı cinsten hem de hemcinslerimden onlarca belki yüzlerce arkadaş edinebilirim. mesela antrenmanlarımı yaptığım salonda, antrenman programı yazdığım insanlar gelse bu gece yanıma, en az on kişi olurduk. ya da sabahları dükkana gelen müşterilerden bir kaçını dost edinseydim mesela. ne bileyim, yazdıklarımı okuyan yüzlerce, binlerce insan var. haftada ortalama on onbeş kişiden mesaj alıyorum. onlardan birkaçıyla samimi olabilirdim mesela belki. ama yok. olmuyor. denedim. insanlara ayak uyduramıyorum. senkronu tutturamıyorum.
ben bu çağın çok gerisinde kaldım arkadaşlar. laf olsun diye söylemiyorum ama ben hakikaten bu çağın çok gerisinde kaldım. yalnızlıktan başka çarem yok. sığınacak bir yerim yok, karanlık odamdan başka. oda ki ne oda, üç yıldır ampulü bile yanmıyor. belki yalnızlığım eğreti durmasın diye taktırmadım, belki kendime benzesin istedim. bilemiyorum ama, nihayetinde karanlık işte.
ben kendimden başka sarılacak kimseyi tanımıyorum. bana bir adres verseler mesela şimdi, al lan bunu; git, aradığın şey bu adreste deseler, gidecek halim yok. ben kendime bile yetemiyorum ki, kime ne vereceğim? kimi nasıl mutlu edeceğim? kiminle ne paylaşacağım? bir sürü güzel kadın girdi hayatıma, istisnasız hepsini üzdüm. bi kötülük etmedim, sorsanız arkamdan kötü söz söylemez hala hiçbiri, ama hepsini çok üzdüm. kendimle olan mücadelelerimden her mağlup çıkışımda uzaklaştım insanlardan. ama kimseden de gitmiş sayılmam, içim rahat o konuda. çünkü kimseye geldiğimi söylemedim. eğer hiç gelmemişsen, gitmiş de sayılmıyorsun. uzaksındır sadece. uzaktım ben. herkese uzaktım. ki hala herkese uzağım. kendimden bile, kendime bile, uzağım ben. zihnim bedenime uzak, bedenim zihnime.
neyse ne işte. yine aynı konulara geldik. biraları bitirip, yağmur damlalarının ıslattığı kaldırımlardan yürüpüp, bir şeyleri küfrederek eve dönerken; yanımdan geçen bir arabanın yarı aralıklı camından yankılanan bir şarkı duydum. ''bir yalnızlık şarkısı söyler sazım'' diyordu. sesi yabancı değildi ama tam seçemedim. eve geldim yarım saat önce, şarkıyı buldum. candan erçetin söylüyor. ne de güzel söylüyor. bir kaç kez üstüste dinledikten sonra kendime, dur lan ben bunu yazayım, dedim. ve yazdım işte. yazmak eylemi sadece biraz daha yaşanılır kıldı bu karanlığı, yalnızlığı. onun dışında elde ettiğim veya edeceğim herhangi bir şeyim yok. zaten bir şey elde edeceğimi bilsem oturup böyle şeyler yazmam. daha umutlu şeyler yazarım. daha herkesin anlayacağı şeyler. yazabilirim he, yazamam sanmayın. çiçekli şiirler falan da yazarım istesem. ama istemiyorum işte. içimden gelmiyor. çiçekli şiirler yazan yerlerimi yıkıp, alışveriş merkezi diktiler üstüne bir kaç sene önce. o yüzden siz de böyle törpülü yanlarımı, yıkık dökük taraflarımı okuyorsunuz.
yazı bitti.
söyleyecek daha çok şey olmasına rağmen, burada bitirmem gerekiyor. bütün bunları tek solukta yazdım ve hiçbir düzenleme yapmadan paylaşacağım. mazur görmeseniz de olur.
neredeyse sarhoşum. önümde içmem gereken iki bira, geçirmem gereken uzun, karanlık bir gece var. ve bütün bunların yanında arka fonda şöyle diyor candan abla;
''gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yeryüzünde sizin kadar yalnızım''
işte o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder