27 Mart 2020 Cuma

Gölgeler, Sesler ve Karantina



Değil. Karanlık? Değil.  Hissiz? Değil. Güpegündüz bir ilkbahar öğleni. Her şeyi hissediyorum. Kapıyı çektim. Merdivenleri usul usul iniyorum. Aklımda bir şeylerin gölgesi. Aklımda bir şeylerin aydınlığı. Her şey geçmişte yaşanıp bitmiş sanki. Şu an olan tek şey: hiçbir şeyin olmaması. Hiçbir şey hiçbir şeyi aydınlatmıyor ya da karartmıyor. Hiç kimsenin hiç kimseye bir zararı ya da faydası yok. Ne güzel dünya! Hayır, değil! Sessizlik ve tenhalık. Çaresizlik ve umutsuzluk. Bir yerde hiçbir şey olmuyorsa orada iyi şeyler de olmuyor demektir. Klişeler, başıbozuk düşünceler; korku ve tedirginlik. Aklıma mukayyet olmalıyım. Sokağa iniyorum. Elektrik direğinin dibindeki çöp poşetleri yalnız. Başını sokup işe yarar bir şeyler arayan kediler yok. Yetişkinlikten bihaber, gerçeğin uzağında oyun oynayan çocuklar yok. Şapkamı başıma geçiriyorum. Rüzgar esiyor. Serinletiyor mu? Hayır. İyi hissettiriyor mu? Hayır. Güneş hala tepede, bunu hiçbir şeye yormuyorum. Adımlarım gereksiz hızlı. Yavaşlıyorum. Ellerimi cebime yerleştirdim. Bir ıslık tutturmalı mıyım? Ezberimde hiç şarkı yok. Gereksiz düşünceler. Gerekli olan bir şeyler bulmalıyım. Beş dakikadır yürüyorum, hiç kimseyle karşılaşmadım. Her şeyin her şeyliği. Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği. Durmaksızın gelişmeyen gelişmeler… Açık bir market bulacağım şimdi. Evden çıkmama sebep olan gayreti hatırladım. Dolap bomboş. Dün gece yediğim makarna kilerdeki sonuncusuydu. Kaç param kaldı? Çok değil. Markete yaklaştım. Ellerinde poşetlerle yürüyen bir adam. Evden çıkmak için bana benzer şeyler hatırlamış olsa gerek. Kapıdan içeri girdim. Kasiyer mutsuz. Biraz da ürkek görünüyor. Önündeki yazar kasaya öfkeli gibi. Belki de onu şu an burada oturtan koşullara öfkelidir, bilemiyorum. Güçlü bir ülkedeydik en son. Makarna reyonunun önündeyim. Makarnayı çok mu seviyorum, hayır. Başka seçeneği varken makarnayı kim sever ki zaten? Ben sevmem. Üç paket makarna aldım. Biri burgu, diğer ikisi çubuk. Şarküteri reyonunun önünden hızla geçtim. Aklım bir şeyde kalsın istemiyorum. Beş litrelik suları nereye saklamışlar. Tamam, buldum. Kasiyer kız bana bakıyor. Nasıl görünüyorum kim bilir?.. Şu sıralar herkes herkesmiş gibi görünüyor. Korkunun, çaresizliğin  ve garibanlığın herkesi aynılaştırma durumu.  Kasanın önündeyim. Cebimdeki kağıt parayı çıkarmaya çalışıyorum. Yalnızca yirmi liram kalmış. Bunu zaten biliyordum. Ellerimi ceplerimde biraz oyalasam mı? Kasiyer son paramın bu olduğunu zannetmesin. Gereksiz bir hassasiyet. Parayı uzattım. İyi günler mi desem yoksa kolay gelsin mi? İkisi de boş laf. Hiçbir şey söylemedim. Marketten ayrıldım. Bir kedi konteynırın önünde yalanıyor. Göz göze geldik. Eskiden olsa haline üzülürdüm. Bana bakıyor. Bu kez o benim halime üzülmüş olacak. Eğilip başını okşamıyorum. Eldivenle kedi sevilmez. Gereksiz bir sevgi gösterisi. Herhangi bir gösterinin muhatabı olmak istemiyorum. Adımlarımı hızlandırdım. Markette dolaşırken nefesimi tutmuşum farkında olmadan. Göğsümde bir ağırlık. Yoksa… Hayır hastalanmadım. Psikolojik bir reaksiyon. Kaç haftadır başka ne düşündüm ki? Rakamlar, istatistikler, alınmayan önlemler. Şu kasiyer kız da alınmamış bir önlem, ben de alınmayan bir önlemim. Başımıza bir iş gelirse yalnızca bir sayıdan ibaret olacağız. Ne iyi. Televizyonları böyle şeylerle meşgul etmememiz lazım. Devletimize zeval gelir sonra. Gelmemeli. Niye gelmemeli bilmiyorum. İktidarı oldum olası sevmem. Tuttuğum bir taraf da yok. Benimki genel bir tavır: yeryüzündeki hiçbir iktidarı sevmiyorum. İktidarlar da beni sevmiyor zaten. Cebimde dokuz liram var çünkü. Binanın önündeyim. Çöp poşetleri hala yalnız. Çöpçüler kaçta uğrayacak acaba. Kötü kokular yayılıyor etrafa. Haftalardır iyi kokan bir şeye rastlamadım. Merdivenleri çıkıyorum. Göğsümdeki doluluk azalmadı. Anahtarı nereye koydum? Telefonum titrer gibi oldu. Hayır titremedi. Aylardır faturayı ödeyemiyorsun çünkü. Kapıyı açtım. İliklerime kadar kirlenmiş hissediyorum. Hiçbir yere dokunmadım oysa ki. Lavabonun karşısındayım işte. Sabun da bitmek üzere. Ellerimizi yirmi saniye yıkamalıymışız. Sular ne zaman kesilir? En son faturayı ne zaman ödedim?Musluğu kapatıyorum. Karnım acıktı mı? Bilmem. İyice akşam olsun öyle yerim. Birkaç gün daha evden çıkmak istemiyorum.


Uyandım. Uyuyalı kaç saat olmuş. Odamda saat yok. Hiç olmadı. Zamanın yalnızca adı var epeydir. Ne geçiyor ne de duruyor. Yaşam hala inatçı. Nabzım da öyle. Dünya da öyle. Bana rağmen dönüyor. Kendine rağmen dönüyor. Her akşam televizyona çıkıp ölü sayısı açıklayan çirkin adamlara rağmen dönüyor. Aylaklığın, işe yaramazlığın meşrulaştığı zamanlar. Hiçbir şeyi kaçırmış hissetmiyorum. Hiçbir şeye yetişmeye çalışmıyorum çünkü. Ayaklarım odanın parkelerine değiyor. Mutfağa gitmeliyim. Gırtlağımda ve ciğerlerimdeki berbat hisle uyandığım kaçıncı sabah? Bilmem. Sigaraya başlayalı dört yıl oldu. Tütünüm beni kaç gün idare edecek? Parkelerin çıtırtısı mutfak kapısındaki hamamböceğini ürkütmüş olacak. Kapının dibine kaçıp hareketsiz kaldı. Benden mi kaçıyor? Hayır. Parkenin çıtırtıları telaşlandırdı onu. O kadar ıssızım ki, mutfaktaki hamamböcekleri bile benden kaçmıyor artık. Şairane bir tasvir. Şair olsaydım bunu yazardım. Neyse ki değilim. En son ne zaman bir şeyler yazdım? Belki bir ay önce. Ona yazmıştım. Pastaneden poğaça almıştım. Yediğim son poğaçaydı. Kese kağıdının yanına karaladığım akrostiş şiir... Görmemişti bile. Hem kötü bir şiirdi zaten. Romantizm neden yasaklanmadı? Gerçekleşmesi için hala para harcanması gerekiyor çünkü. Balkon penceresini açtım. Sokak yine tenha. Tenhalık kocaman bir ülkeye dönüştü. Herkes nerede acaba? Bana ne bundan. Ben buradayım. Çayı demledim. Dolapta yiyecek ne vardı? Bir parça helva. İyi ki zamanında almışım. Beş gündür her sabah helva yiyorum. Tadı kötü gelmiyor. Bir alternatifi yok çünkü. Olsaydı yüzüne bile bakmazdım. Kaç gündür evdeyim. On? Onbeş? Bu gün günlerden ne? Ne önemi var ki? Hala ölmedim. Aklımı yitirdiğim de söylenemez. Hamamböcekleriyle konuşuyor olmam delirdiğim anlamına gelmez ki? Onlar hala konuşmuyorlar benimle. 

****


Televizyon karşısında bir süre beynimi boşalttıktan sonra boş bir zihinle mutfağa yöneliyorum. Masada bir kitap. Çok okunmayan bir kitap. İstemeye istemeye sayfalarını çeviriyorum. 
Bir sayfasında şöyle yazıyor: ''Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.''
Esas çıldırtıcı olan da bu işte, diye sesleniyorum odaya. Kimse duymuyor. Kimsenin beni duymayacağı şekilde konuşmuyorum oysa ki! Kitabı kapatıyorum. İnsanı çıldırtacak ne çok şey var. Mutlu edecekse -neredeyse- hiç. Telefonumu seyrediyorum. Boş, bomboş fikirler okuyorum. Bomboş fikirler kusuyorum. Bereket, evin interneti hala kapanmamış. Demek ki o kadar da uzun zaman olmadı eve kapanalı. Dolap iyice boşaldı. Kapıya bırakılan faturalara artık bakmıyorum bile. Yatak odasına yürüyüp etrafı seyrediyorum. Oda dağınık değil ama yine de çirkin görünüyor. Duvarları seyrediyorum. Badana zamanı gelmiş, diyorum kendi kendime. Bir şeylerle ilgilenmeliyim çünkü. Annemin çerçevelettiği diploma henüz eskimemiş. Yatağa yatıyorum, uykum yok. Kalkıyorum, odaları dolaşıyorum. Bunu yapmam için hiçbir sebep yok. Telefonum çalıyor, hayret. Hayatta olduğum kimin aklına geldi acaba? Hevesle komodinin üzerinde duran telefona koşuyorum. Aslında gelecek hiçbir telefonun bana hevesli bir haber vermeyeceğini bilerek. Eski işverenim arıyor. Ha siktir! Ne anlatacak acaba. Beni aramasını gerektirecek ne olmuş olabilir? Geriye dönüp kamera kayıtlarını mı seyretti acaba? Seyretse ne olacak? Ne yaptım ki sanki? Mesai saatinde telefonu kurcaladığım için arıyorsa artık vakit çok geç! Sıradan bir garson daha illegal ne yapmış olabilir ki? Dolaptan kutu kola içmiştim bir ara, o mu yoksa bu aramanın sebebi? Telefonu açıyorum. Hayır delirmedim, hayır hala hayattayım. İyiyim evet. Hamamböceklerine soracak olursanız onlar böyle söyler. Onları öldürmüyorum. En radikal tavrım onları peçeteyle alıp balkondaki çiçeksiz saksıların içine koymak oluyor. Elemanın biri işten ayrılmış. Ayrılır tabii. Kimse ölmek istemiyor. Ben istiyor muyum. Elbette hayır. Boktan bir yaşamın mensubu olsam da hayır. Yarın kansere yakalanacağımı bilsem bile hayır. Tamam, kabul ediyorum. Yarın dükkana geleceğim ve beş para etmez poğaçalarını beş para etmez insanlara satacağım. Çünkü hayatta kalmalıyım. Yıl olmuş 2020. Açlıktan ölürsem komşulara çok ayıp olur. Kendilerini kötü hissederler belki. Neticede hala müslüman mahallesi burası. Yatak odasına dönüp diplomama bakıyorum. Garsonluk mezunu falan yazmıyor üzerinde. Gülümsüyorum. Neye gülümsüyorum? Yoksa az önceki telefon mutlu mu etti beni? Hem poğaçalar neden boktan olsun ki, fırından sıcak sıcak çıktığında taze bir çayla keyifle mideye indirmiyor muyum onları? Hayır. Kendimi ikna etmeme gerek yok. Uzun zamandır tasvip etmediğim şeyler yapıyorum zaten. İnsan onaylamadığı bir hayatın da mensubu olabilir. Hatta buna mecburdur bazı zamanlar.  Öyle bir zaman mı? Ya hastalık kaparsam? Alacağım yevmiye bırak beni tedavi ettirmeyi, hastaneye götürecek taksi parasına bile yetmez. Yine de gideceğim. Gideceğim ve onlara kendi kararımmış gibi göstereceğim bu mecburiyeti. 

****

Hava henüz aydınlanmamış. Telefon alarmının sesi ruhumun diplerinde çınlıyor. Nefret ediyorum bu andan. İnsan en sevdiği şarkıyı alarm sesi yaparak ziyan etmemeli. Kimse neşeli sabahlara uyanmıyor bu aralar. 
Parmak uçlarım parkeye temas ettiği anda yine aynı çıtırtıyı hissediyorum. Etrafta hiç hamamböceği yok. Nereye gittiler acaba? Onlar bile benden, bu evden umudu kesmişlerse çok üzülürüm. Neyse, uyanır uyanmaz açlığımı hatırlamamalıyım. Birazdan işe gideceğim. Pantolonu bacağımdan geçirdim. Siyah tişörtü, kazağı... Aynanın karşısından kendimi seyretmem gerekir mi? Bir bakayım, burnumda falan sümük kalmıştır belki.  Yok. Gayet temiz görünüyorum. Yüzümde yaralar çıkmamış, göz altlarım morarmamış... Hala bir patronun işine yarayacak düzeydeyim. Bu iyi mi? Bu iyi.
Hala birilerinin zenginliklerini düşünmesi iyi. Salt karnını doyurmak isteyenler bu zamanlarda karnını nasıl doyuracak başka türlü? Kimseden yardım isteyemem. Aslında isterim, yardım edecek kimsenin olmayışını bu şekilde kapatmaya çalışıyorum. Sus. Aklım... gevezelik etme! Benimle misin değil misin onu söyle! 
Evden çıktım. Bir köpek havlıyor. Bana değil. Evden çıkarken sardığım tütünü şimdi yakmalıyım. Akşama yenisini alırım. 
Dükkanın kapısındayım. Işıkları yanıyor. Benden önce birileri gelmiş demek ki... Tüm günü burada geçireceğim. Bu gün böyle geçsin, akşama maske alayım kendime. Maskeyle çalışmama izin verirler mi? Sorarım. Hayır soramazsın. Bunu yapabileceksen onlar sana söyler. Günaydın! Günaydın! 
Hoş geldiniz! Hoş geldiniz!
Ne arzu edersiniz? Böreği beğenmediniz mi? Bok yiyin. Hayır yemeyin. Siz de çalışmaya gidiyorsunuz. Sizinle bir derdim yok. Afiyet olsun. Oradan poşeti uzatır mısın? Uzatırım. Evet onları paketledim. Bu paket hangi arkadaşındı? Senin mi güzel kız. Al bakalım sana bir de gülümseme. Annen, baban neden kendi gelmedi? Kötü ebeveynlerden nefret ederim. Ama yine de al bakalım. 
Sokağa çıkma yasağı gelecekmiş diyor patron.  Bunu üzülerek söylüyor. Ben de üzülerek dinliyorum. Biraz daha çalışmalıyım. Makarnayı bedava dağıtacaklarsa bu yasağı desteklerim. Makarnayla işi yok kimsenin. Büyük bir ihalenin ortağı olsaydım birileri ilgilenirdi benimle... ama benim gibilere poğaça satıyorum. İçeride oturmak yasaklanmış, iyi bari. Paket servis yapıyoruz yalnızca. Daha az yorucu. Dükkandan içeri biri girdiğinde nefesimi tutuyorum farkında olmadan. Göğsümdeki yoğunluk artmaya başladı. Kapının önüne çıkıp derin derin soludum ama geçmedi. Ellerimi kaç kez yıkadım. Patron bunu sorun eder mi? Müşterilerin yüzüne bakmamaya çalışıyorum. Patron görmese bari. Görürse görsün. Başka iş mi yok? Yok. Kendine gel. Gençsin daha salgından ölmezsin. Ama açlık yaşlı genç dinlemiyor. Mesai bitmek üzere. Bir vukuat yaşamadım. Ellerimi on iki kez yıkadım ve maske alacak mısınız diye iki kez patronun yüzüne baktım. Birinde dolaylı olarak maskeden konu açtım, oralı olmadı. Normal şartlarda hijyenik görünür bu durum ama şimdilerde, karnını doyurmak için buraya gelmiş birilerine hastalığı hatırlatabilir. Ben olsaydım bana hastalığı hatırlatan birinin elinden yiyecek alır mıydım? Almazdım. Patron işlerini düşünüyor ve haklı. Ben de hayatımı düşünüyorum ve haklıyım. Nasıl yapacağız bilemiyorum. Yarın yeniden geleceğim buraya. Kapıdan çıkıyorum. Yevmiyemi aldım işte. Bir elli, bir yirmilik. Bir sürü makarna alınır buna. Hatta tütün, su, peçete bile alınır. Keyfim yerine geldi. Göğsüm hala daralıyor. Bu bir şeye işaret mi? Ateşimi kontrol ediyorum. Normalim. En azından şimdilik.

****

Buradaki üçüncü günüm. Her şey olağan seyrediyor. Bir felaket filminin girizgahı gibi zamanlar...  Sessiz, sakin. Ama bir şeylerin eşiğinde olduğumuz aşikar. Dolabı doldurdum. Birkaç haftalık tütünüm de var artık. Göğsümdeki doluluk sabit. Ne artıyor ne azalıyor. Bu sabah ondan mesaj aldım. Beni özlemiş. Bunun bir anlamı var mı? Neden olmasın? İçimde hala bir şeylere anlam yükleyecek bir taraf var. Onu epeydir besleyemiyorum ama orada olduğunu biliyorum. Cevap veremedim. Faturayı hala ödemedim. Ödemeyi de düşünmüyorum. Eve geçince cevap vermenin başka bir yolunu bulurum. Malum, sosyal medya çağındayız. Mesaim bitti. Bugün daha az yoruldum. Ölümler arttıkça müşteri sayısı azalıyor. İşime gelir. Yüz kişi de gelse on kişi de gelse aynı parayı alacağım. Annemi özledim. Babam pek aklıma gelmiyor. Hızlıca eve yürüyorum. Gelen mesaja bir cevap vermeliyim.  Ben de onu özledim. Ne güzel günlerdi. Ne yazayım peki? Ben de seni özledim, dersem fazla istekli görünürüm. Neticede o terk etti beni. İyi misin? yazayım. Evet, en iyisi bu. Mesajı yazıp, telefonu yatağın üzerine fırlattım. Böyle anlarda telefondan uzaklaşma ihtiyacı doğuyor içimde. Bu herkese oluyor mu bilmiyorum. Beni ilgilendirmez, ben böyleyim. Hamamböcekleri ne alemde, bir bakayım. Hava kararmadan ortaya çıkmazlar. Yerleri en son ne zaman sildim? Bir tütün sarıp balkona çıkayım en iyisi. Çakmağımın gazı bitmek üzere. Evde gazı bitmiş onlarca çakmak var. Yine de düzenli olarak yeniden deniyorum hepsini. Nafile çabalarımdan yalnızca biri. Masumane bir yanılgı. Yanılmayı seviyor muyum? Hayır. Haklı çıkmayı seviyor muyum? Yine hayır. En çok haklı çıktığım konular mutsuz ediyor beni. Mutlu olabilmem için bir şeylerin düzenli olarak beni yanıltması gerek.  
Ön yargılı biriyim sanırım. Buna hala karar veremedim. Karşı balkonda bir silüet. Bu daire uzun zamandır boştu. Gözlerimi ovuşturuyorum. Gördüğüm manzaranın ilginçliğinden değil, sanırım o da benim bulunduğum tarafa bakıyor. Saçları uzun ve siyah. Bir kadın olmalı bu. Şimdi sokağı seyrediyor. Beni yeterince ilgi çekici bulmadı demek ki. Ben de ona bakmayacağım. O da yeterince ilgi çekici sayılmaz.  İçeri geçeyim, belki ondan mesaj gelmiştir.

***


Dün gece yarı uykulu yarı uyanıkken birtakım gölgeler gördüm, sesler işittim. Kalkıp evdeki tüm ışıkları yaktım. Ses olsun diye açtığım televizyon sabaha kadar çalışıp durdu. Televizyonun tek iyi yanı bu, evde biri daha varmış gibi hissettiriyor. 
Sabah oldu. Görevini tamamladı. Artık susması lazım. 
Televizyonu kapattım. Haber kanallarında tüm memleketin sıhhatini düşünenler hain ilan edilirken, bir zümrenin çıkarlarını gözetenler vatansever ilan ediliyor yine. Bu yeni bir şey değil. Her tarihte bir yerlerde böyle şeyler cereyan etmişti. Hüznüne maruz kalmasak hala güzel ülkeyiz aslında. Ağaçlarımız güzel, kuşlarımız, kıyılarımız, denizlerimiz, toprağımız güzel. İnsanımızı tamir etmeliyiz yalnızca. Neyse. Kendi yaşamımdan başka bir şeye öfkelenmek istemiyorum bu sabah. Bana kendini hatırlatıp mesajıma cevap vermemesinin üzerinden üç gün geçti. Onu düşünmeyi bıraktım. Birkaç kez karşı balkondaki kadını kontrol ettim. Henüz denk gelemedik. Hamamböcekleriyle aram hala iyi. Dün mutfakta bir şeyler okurken birinin bana seslendiğini hissettim. Bu kötü işte. Bu kötü. Onun bana seslenmesi değil, benim onu duyabiliyor olmam kötü. Yoksa hayvanların da kendi aralarında bir dilinin olduğuna ve zaman zaman bir şeylerden ötürü insanlığa haykırdıklarına eminim.  Bugün iş yok. Hangi koltukta uyuklasam acaba? Ne fark eder? Uzan işte şuraya. 
Kalkıp kahvaltı edecek kadar yaşam sevinci bulamıyorum içimde. Öğünleri azalttım. Bunun yaşam sevinciyle pek ilgisi yok. Dolaptakileri idareli kullanmak istiyorum. 
Saatler boyunca evin içinde dolaşıp durdum. Uzandığım koltuktan kalkıp, bir şeyler atıştırıp yeniden aynı koltuğa bıraktım bedenimi. 
Döngü. Tekerrür. Yeknesak. Tekdüze... Dünün bugünden, bugünün yarından bir farkı yok. Canım sıkılmıyor artık. Benim için can sıkıntısı bir lüks. Lüks ihtiyaçlara ayıracak bir şeyim yok. Bir şeylere alışmak, bir şeylerle barışmak için düşünmeyi bırakmaya çalışıyorum. Olmuyor. Gündüzleri iyi yine. Sokaktan tek tük insanlar geçiyor. İyi hissediyorum. Gece olunca kendimle baş başayım. Dünyanın bilmem kaç milyar insan nüfusuna sahip olması yalnızlığımı daha da körüklüyor: çünkü bir başınayım burada.  Bir başınayım. İnsan olarak yani. Gündüzleri köşelerine çekilen böcekler yalnızlığımı anlıyor olsa gerek, hava kararır kararmaz çıkıyorlar piyasaya. Evin kuytu köşeleri onların. Dün her yeri temizledim ama yine gelecekler biliyorum. Mutfak tezgahının ve dolaplarının arka kısmında bir yol var onları yalnızlığıma dahil eden. Başlarda nasıl da sinir olmuştum. Süpürgeyle çekmiştim birkaçını. Şimdi özür dilemek istiyorum onlardan. Hem eskisi kadar çirkin de görünmüyorlar artık. Aynı aileden olup olmadıklarını bilmiyorum ama büyük olanlar küçük olanlara oranla daha cesur. Evin her yerinde görebiliyorum onları. Sürekli olarak aynılarına mı denk geliyorum bilmiyorum. Hepsi birbirine benziyor. Sevgili dostlarım, sizi birbirinizden ayırt etmem lazım artık. Kiminle sohbet ettiğimi bilmeliyim, hepinize konuyu yeni baştan anlatmak istemiyorum. 
Hava iyice karardı. Balkonda bir sigara içerek etrafı seyrettim. Kadın hala piyasada yok. Belki de o eve gelen bir misafirdi... Artık  seyretmeyi bırakmalıyım. Televizyonu aç, telefona bak, duşa gir, aynanın karşısında kendini seyret, bir şeyler oku. Yok. Sıkıntım geçmiyor. Etrafı kontrol ediyorum. Hamamböceği dostlarım, neredesiniz? Dip, köşe, sandalye altı, masa ayağı, çekyat arkası... Her yere baktım. Neredesiniz? Bir sandalye çekip mutfak dolabıyla buzdolabının kesiştiği yerin önüne oturdum. Onları en sık gördüğüm yer burası. Beni ziyaret etmek için bu yolu kullanıyorlar. Bekliyorum. Gelecekler. Biraz ekmek kırıntısı serpiştirdim yere. Işığı kapattım. Işığı sevmiyorlar biliyorum. 

Birkaç saat öylece etrafı seyrettikten sonra yatağa uzandım. Etrafa ışık ve gürültü saçan laptopa sırtımı döndüm. Önce uyku başladı, sonra da  o malum rüya...
Bol ışıklı, oldukça parlak ve ölesiye sessiz bir ortamdayım. Etraf beyaz. Aydınlığı değil karanlığı çağrıştıracak kadar beyaz. Etrafımdaki sis mi yoksa ortamın doğal rengi mi bilemiyorum. Ayaklarımda beyaz bir ayakkabı, öylece duruyorum. Her yer öylesine beyaz ki ayaklarımı seçemiyorum. Ellerimde beyaz bir eldiven. Üzerimde bembeyaz bir giysi. Bir yerlerden sesler gelmeye başladı. Sesler uzaktayken anlamadığım bir dilde yankılanıyor. Yakınlaştıkça anlamlandırıyorum onları. Neye göre anlamlandırdığımı bilmiyorum. Bilmediğim bir dili yeni öğrenmiş gibiyim. Bir anda perdeler kapanıyor. Sonsuz karanlık. Yine uzaktan yabancı, yakınlaştıkça tanıdık gelen sesler. Bir süre sessizliği bekliyorum. Gelmiyor. Sonra bu gürültünün içerisinden işe yarar cümleler bulmaya çalışıyorum. Sonra düşüş başlıyor. Yüksek, çok yüksek bir yerden. Sırtıma temas eden boşluğu hissediyorum. Boşluk elleriyle okşuyor bedenimi. Düşmüyorum, alçalarak yükseliyorum. İlk kez kullandığım bir uyuşturucunun pik yaptığı noktadayım sanki. Boşlukta süzülüyorum. Boşlukta süzülüyorum ve bu boşluğun bir sonu olmadığına eminim. Boşluk korkutmuyor beni. Yürümek gibi, bakkala gitmek gibi olağan bir aktivite bu düşüş. Bu boşluk yaşamın kendisi oluyor bir anda. Korkulacak hiçbir yanı yok. Ellerim iki yanımda açık, başım gökyüzüne benzer bir tavana bakıyor. Yıldızlar yok. Alabildiğine geniş, ışıksız, siyah bir perdeyi seyrediyorum. Başımı sağa, sola çeviriyorum. Görebildiğim tek şey hiçbir şey görememenin kendisi. Kendimi duyduğum hazzın kucağına bırakıyorum. Bir anda etrafımda katmanlar oluşmaya başlıyor. Her an bir katmanı geride bırakıyorum düşerek. Bir katmandan diğerine geçerken kağıt kadar ince, ipekten bir ağı deliyorum. Bu ağ sırtımla temas ediyor, hissediyorum. Hissettiğim en yoğun şey bu. Başka hiçbir şey hissetmiyorum. Hissetmemeyi hissediyorum. İliklerime kadar sinen boşluk duygusundan devasa bir haz duymaya başlıyorum. Derken sesler yeniden yükseliyor. Daha önce duymadığım bir müziği duyumsuyor. Müzik saçlarımı okşuyor. Rüzgardan bir müzik. Her notasını, her tınısını tenimde hissediyorum. Katmanlar ortadan kalkıyor. Kauçuktan, hafif bir zemine ayaklarımın üzerinde iniş yapıyorum. Bir anda renkler çoğalıyor. Ömrümde ilk kez gördüğüm renklerden oluşmuş bir dünya uzanıyor bakışlarımın yettiği yerlerde. Sallanan salıncaklar rengarenk. İlerde bir ırmak akıyor, akan suyun rengini ilk kez görüyorum. Kuşların kanatlarını, ağaçların dallarını... Yeşile benziyor, yeşil değil. Pembeye benziyor pembe değil. Yürümeye başlıyorum. Bir anda bir ıslık öttürüyorum. Dudaklarımdan dökülen ıslık değil de bir piyano sesi sanki. Dudaklarımla kusursuz bir piyano bestesini icra ediyorum. Her şey pamuktan sanki. Akan suyun sesini duyumsuyorum. Yaklaşıyorum ona. Avuçluyorum. Ellerim rengarenk oluyor. Kirlenmiş değil, arınmış hissediyorum. Kendimi suya bırakıyorum. Ne sıcak ne soğuk. Tenimle aynı ısıda. Bedenimde hiçbir farklılık uyandırmıyor. Mutluluğun kucağındayım sanki. Mutluluktan bir ırmakta yüzüyorum. Kafamı suyun içine sokuyorum, soluğum kesilmiyor. Sudan çıkıyorum, ıslak değilim. Yürümeye başlıyorum yeniden. Etrafta ilk kez gördüğüm canlılar. Bana gülümsüyorlar. Ağaçlar bana gülümsüyor, kuşlar, hayvanlar. Hayvan olduklarına emin değilim ama bana benzemiyorlar. Yavru bir ceylanı andırıyor kimileri, kimileri insana benzer ayakları olan bir pengueni.  Hiçbir şeyden ürkmüyorum. Hiçbir şey benden ürkmüyor. Aralarından geçiyorum. Yürüyerek değil, süzülerek...
Gülümsüyorum, kaslarımda hiçbir hareketlilik olmadan. Yüzüm doğalında kocaman bir gülümseyişe benziyor. Her yerden yüzümü görebiliyorum. Yüz hatlarım tam da istediğim gibi. Hayalimdeki her şeyi yaşıyor ve her şeye dokunabiliyorum sanki. Olmak istediğim şey neyse ona dönüşüyorum hiçbir çaba harcamadan. Bedenimde hiçbir değişiklik olmuyor. Bedenimin kusursuz görüneceği bir dünyadayım. Fikirlerimin, tavırlarımın... Öyle ki hiçbir şeye iyilik yapmaya ihtiyacım yok kendimi sonsuz iyi hissetmem için. Üzerinde adımladığım dünya, attığım her adımda bana minnettar kalıyor. 

Bir anda irkiliyorum. Her şey bitiyor ve yeni bir dünya başlıyor az önce yaşadığımın tam aksine. Başımı yastıktan kaldırmadan arkamı dönüyorum. Laptoptan açtığım videonun sonrasında daha gürültülü bir video açılmış. Aradaki bu ses farkı sebebiyle uykudan uyandım. Etraf ışıksız, her şey gerçek. Ne berbat bir uyanıklık hali. Daha sessiz bir video açıp yeniden uyumayı deniyorum. Olmuyor. 





Devamı gelecek...


29 Ocak 2019 Salı

nereye, ne kadar gidersem gideyim
hüzünlere kök salmış ruhumu bir milim bile oynatamıyorum yerinden
uzaklardan birileri sesleniyor, bir yerler çağırıyor beni
duyuyorum ama
benim beklediğim başka türlü bir şey bambaşka insanlardan, bambaşka yerlerden

hatırlar mısın, diyorum kendime, gidilecek yerler vardı, hevesli yolculuklar, neşeli kuş cıvıltıları, masmavi kıyılar, kızıl günbatımları
hatırlamıyorum, diyorum sonra 
oysa çok zaman geçmedi üzerinden
bir aşk gelip geçmişti vakitsiz, bir sevgi büyümüştü ansızın
şimdilerde adını bile hatırlayamadığım birinden

kuyunun dibi: her şeye, her zaman hazırlıksız yakalanmak
insanı felaketlere hazırlayan bir hali var bu dünyanın
dünyanın şakası yok, insanın üzerine geldi mi kalabalık geliyor 
ne zaman yarınlar için tahammül üretsem hala canlı bir yerlerimden canlı bir şeyler çıkartıp
umudumu kırıp döküyor, yaşamak denen bu huysuz çocuğun elleri 
ben ki mutsuzuyum
yanlış zamanlarda yanlış yerlerde bulunmanın

doğru zamanı da doğru yeri de aramıyorum artık 
imkanına talibim,
bir yerlerde 
manzarasını seveceğim bir yer bulmanın


tek başına yürünecek tüm yolları yürüdüm
diyorsam, yalan değil, yürüdüm 
düşmekten yılmadım, kalkmaktan gocunmadım
ancak
en kötü zamanlarımda yalnız yürüdüm işte şimdi bunu bana hangi kalabalık unutturacak?

kendimle çelişmenin yorgunuyum
yoksa 
kalabalık olmanın nesi kötü ki
bak sigaraları bile peş peşe söndürüyorum artık

bir ocak akşamında, dört kişilik bir masada kendim olamayacak kadar azalmış bir mevcutlukla
beşiktaş'tayım
insanlar bana bakınca ne görüyor bilmem
ben tam da şimdi
şiir yazmaktan başka hiçbir şey yapılmayacak bir durumdayım


yine yalnızım ya, yalnızlık marifetse
insan yalnızken başka ne yapar, sorular sorar kendine elbet
şiir de, yazanının bu dünyaya bıraktığı bir sorgulama eylemidir
bir yanıyla 
kendini aramasıdır, kendine yaklaşmasıdır

dahası,
şiir, insanın kendini bulmasıdır
daha önce bir kez bile bulunmadığı yerlerde...



"fonda çalınsın:
shekare ahoo va jane maryam-farid farjad"

9 Ocak 2019 Çarşamba

üniversiteden mezun olduktan sonra çevremdeki herkesle ilişiğimi kesip yaşayacak başka bir yer, mensubu olacak başka bir yaşam bulma umuduyla yollara düşmüştüm. beni herhangi bir yere bağlayan herhangi bir şey yoktu. bulunduğum yere ait hissedemiyor; hergün gördüğüm, temas ettiğim insanları sevemiyor, onlarla sorunsuz, sağlıklı bir iletişim kuramıyordum. insanların güldüğü şeylere gülemiyor, hüzünlendiği şeylere hüzünlenemiyordum. konulduğu her yerde eğreti duran bir eşya gibi uyumsuz, biçimsiz hissediyor; kendimi ne kadar zorlasam da herhangi bir topluluğun mensubu olamıyordum. bu durumda yapılması gereken en iyi şeyi yaptım sonra, yola çıktım. kendimden ve zihnimdekilerden uzaklaşabilmek umuduyla günlerce, haftalarca, aylarca yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... yürüdüğüm sokakları tanımıyor, uyuduğum adresleri ezbere bilmiyordum. bir yere varmak gibi bir derdi yoksa, nerede olursa olsun kaybolmuş gibi hissetmiyor insan. üç ay bu hissiyatlarla şehir şehir gezdim sırt çantamla. çok şey öğrendim, çok insan tanıdım. iyi insanların varlığına inandım. tekbaşınalığın getirdiği iyi ve kötü her duyguyu iliklerime kadar yaşadım. yaşamımı, öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayıran bir süreç oldu bu dönem benim için. otostop yolculuklarında, insanlardan kendim için bir şey talep edebilmeyi öğrendim. yemek seçmemeyi; aslında herkesin eşit ve ortak haklara sahip olması gereken bu dünyada karşılaştığım iyiliklerin karşısında minnet duymamayı, kısmen de olsa öğrendim. bir iki yer de buldum hatta varoluşuma uygun. sonra şanssızlığım hasıl oldu. ülkede darbe oldu. başka problemler de oldu tabii. bilirsiniz, problemler her zaman olur. özellikle de yeni bir başlangıca meyil ettiyse insan...

sonra yeniden yaşama başladığım sokaklara döndüm bir şekilde. kendimi evde olma duygusunun huzuruna bıraktım. derken zaman geçti; işsizliği, parasızlığı ve gerçek yalnızlığı tanıdım. gerçek yalnızlık diyorum, yani hayatınla ilgili aldığın ve alacağın tüm kararların bedelini yalnız başına ödemekten, yardım çağrısında bulunacağın, bulunsan da bu çabanın nafile olacağını ezbere bildiğin bir süreçten, böyle bir yaşamın mensubu olmaktan bahsediyorum. insanlar yalnızlığı sevgilisizlik falan sanıyorlar. ne saçma. şu dakika ölse, kimseyi yalnız bırakmayacak; yokluğu, olmayışı dünyada dönen hiçbir çarkı sekteye uğratmayacak insanlar tanıdım. ailesiz, dostsuz, çaresiz insanlar... derdimden kederimden utandım birkaç kez. -ki dert ettiğim şeyler hiç de öyle yabana atılacak şeyler değildir-
çocukluğumdan bu yana türlü türlü şeyler yaşadım. herkes gibi, herkes kadar. ama gerek yaşama başladığım yerden ötürü gerekse bizzat kendi enayiliğimden burnumu boktan çıkartamadım bir türlü.
şimdi düşünüyorum da, tıraşsız tarafları ağırlıkta olsa da, yine de fena bir yaşam değilmiş aslında bu eskittiğim. insanın başına bir silah namlusunun dayanmış olmasının tedirginliği de biliyorum, sevdiği insanın göğsüne başını yaslamış olmanın huzurunu da. karakolların, hastanelerin kokusunu da içime çektim, masmavi kıyılarda baharın gelişini de. her neyse. kafamın neden bu kadar karışık olduğunu anlamışsınızdır işte. benim hayatım herkesinkinden biraz farklı cereyan etti. denk geldiğim şeyleri anlatsam bir çoğunuz "kesin yaşanmıştır bu" dersiniz hatta.
ama gelin görün ki, hayatımda ilk kez kendimi bu kadar işsiz, amaçsız ve çaresiz hissediyorum. hayatımda ilk kez kredi borçlarım var. -ki faturalarımın olması bu dünyada beni en çok korkutan şeylerden biridir- ben şimdiye kadar, "yaşamımı bir yerden bir yere taşımak istediğimde beni herhangi bir yere bağlayan herhangi bir şey olmasın" düşüncesine yaptım tüm yatırımımı. ama işte bu haldeyim. korktuğum, kaçtığım yerlere kök saldım artık. olmaktan korktuğum, her fırsatta eleştirdiğim insanlara dönüşmekten başka çıkar yolum kalmadı. öğrendim ki insanların arasında bir yerin olmasını istiyorsan, onlara benzemek zorundasın. aksi bir kabulleniş mümkün değil. kimse kimseyi farklılığıyla sevmiyor. bizi daha iyi biri gösterecek hikayeler uydurmayı seviyoruz sadece.
velhasıl; epey gezdim, epey gördüm, epey yaşadım. defalarca ölümle burun buruna da kaldım, hayatı doruklarında yaşadığım anlar da oldu. sevdim, sevildim. alelade bir şeyler yazdım, binlerce insan okudu, takdir etti. ölüme yaklaştığım gecelerden birinde, yaşama tutunmamı sağlayacak bir şeyler haykırdım, odadaki kanepelerden başka duyan olmadı. kokusundan nefret ediyorken, 24 yaşından sonra sigaraya başladım. günde bir asgari ücret kadar kazandığım zamanlar da oldu, günlerce yemek parası dahi bulamadığım zamanlar da.
ve öğrendim ki her şey insan için. tanıdım ki üç aşağı beş yukarı hepimiz aynı kişiyiz. yaşantımız ne olursa olsun, korkularımız, kaygılarımız hemen hemen aynı. bizi farklı kılan karakterlerimiz değil, yalnızca koşullar.
ve artıkt üm bu yolların, yaşantıların, tecrübelerin sonunda, özgürlüğüne aşık biri olarak şu kanıya vardım:

konacak bir dalı olmayan kuşların hapsidir gökyüzü.

yalnız insanların yüküdür şan, şöhret, para, statü...
niteliği ne olursa olsun, paylaşamadığı her şey yüktür insana.

insana kendini bir yere ait hissettiren rutinler, yolunu kaybetmiş, amacı olmayan bir özgürlükten çok daha iyidir.

ve yine öğrendim ki;
içsel arayışları olan, ussal bir gelişimin, dönüşümün imkanını zorlayan; kendini, varoluşunu anlamaya, anlamlandırmaya ve dünyayı tanımaya adayan birinin bu hayatta "mutlu" olma şansı yokmuş. en azından yaşama benim başladığım yerden başladıysa...

perdeler goethe ile kapansın bu gece:
"bu dünya hassas kalpler için bir cehennemdir."

25 Ekim 2018 Perşembe

Odamdaki saatin tik takları, evrenimdeki tek ses olarak oyalarken ruhumu, ben geceye boyun eğmiş bir adam olarak alıyorum kalemi elime. Saatlerdir duyduğum tek ses akrebin ve yelkovanın zamandaki ilerleyişinin dünyaya bıraktığı o acı ses. Acı diyorum, çünkü saat tik taklarını duyacak kadar yalnızsanız, işler çoktan boka sarmış demektir. İşte o boktanlıkta bir yerdeyim. Aylardır ne yapıyorsun diye sorsalar, yalnızca bir günü tarif etmem yeterli olur eskittiğim son yedi ayı tarif etmeye. Her gün, her gece birbirinin kopyası. Ben, dünkü  kendimin kopyasıyım. Biliyorum, şu an buraya yazacağım her şey çok öncelerden yazıldı, çok öncelerden yaşandı. Ama ben de insanım ya, ille de kendi yaralarımdan bahsedeceğim elbet. Hoş, yaralarımdan başka bahsedecek neyim var? Bu cümleyi buraya eklerken düşündüm. Sahiden hiçbir şeyim yok. İşsizlik, amaçsızlık, güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk. Hayatım kocaman bir yoksunluk hali. Özlediğim şeylerden ne kadar uzaktaysam, kaçtığım şeylerin de o kadar içerisindeyim. Bana çıkar yol sunmuyor bu hayat. Yazmaktan başka, böyle ruhumun zifirini kağıtlara dökmekten başka bir seçenek sunmuyor. Başka türlü nasıl anlatayım ki kendimi. Kimse okumayacak, kimse anlamayacak ama bu kimin umrunda ki? Ben zaten yaşama devam edebilmek için yazmıyor muydum yıllardır? Evet. Cevabım elbette, evet. Bu karanlık geceye, bu zifiri dünyaya bir not bırakmalıyım tam da bu gece. Öyle intihar mektubu gibi falan değil. Bildiğin düpedüz, berbat bir yaşamın mektubu. İnsanlar ölürken not bırakırlar, ben yaşarken bırakıyorum işte. Söyledim ya, boktan bir ''yaşama mektubu'' bu. Hem ben o kadar cesur biri değilim. Birini öldürecek olsam bu kesinlikle kendim olmam.
Neyse.
Yazarken daha az duymaya başladım yelkovanın, akrebin zamanda ilerleyişini. Bak bir şeyler azalmaya başlamış bile. Şimdi buraya afili bir aşk mektubu yazmak isterdim aslında. Tam o yaşlardayım çünkü. Veya bir interrail treninde, bir şehirden bir şehire seyahat ederken, sırt çantamdan çıkardığım deftere geride bıraktığım şehir hakkında notlar düşmeliydim. Hiç olmadı, yarın için beslediğim bir umudu konu edinmeliydim. Ne bileyim işte... Bu dünyanın bir yaşayanı olarak, bu ülkenin, bu şehrin kaldırımlarında, sokaklarında gezerken, yaşamakla az da olsa bir alakam olmalıydı. Duygularımı böyle her seferinde kağıtlara dökmek zorunda kalmamalıydım. Hay sikeyim şu derdimi ya, diyesim geliyor ne zaman kalemi elime alsam. ''Oğlum senin hayatında hiç mi umutlu bir şeyin yok yazacak? Yok amına koyayım işte, olsa neden sürekli böyle yaşamın çirkin yanlarından bahsedeyim?''
Benim kalemimden kusursuz bir manzara çıkmayacak belli ki. Ben sizin o kusursuz tablolarınıza göre çerçeve değilim. İçimde özgürce uçuşan kuşlar, neşeyle dolaşan çocuklar, el ele yürüyen sevgililer barındırmak istemez miydim ben de? Ama yok işte olmuyor. Birileri gelip deviriyor sürekli ayakta tutmaya çalıştığım umutlu şeyleri. Umut edebilmenin kendisini umut eder oldum artık. Sığ, yavan, boktan bir gerçeklik yumağının içerisine hapsolmuş, üstelik realizmden nefret eden, bir karınca gibiyim. Ben yaşamak istiyorum, dedikçe, birileri gerçek elleriyle, gerçek kötülükleriyle, gerçek haksızlıklarıyla, gerçek nefretleriyle dokunuyorlar hayatımın bembeyaz duvarlarına. Beşiktaşı tutmam da bundandır belki biraz. Zaten yenildik bu akşam. Kaybetmekten korksaydık Beşiktaş'lı olmazd... Yok yok, bu gece klişelere yer yok. Ama ben Beşiktaş'ı çok severim, bilen bilir. Yeni staddan beri ondan ayrı kalmış olsam da, passoligi çıkaranın geçmişini s... Neyse küfür etmeyeceğim. İnsan böyle zamanla sevdiği şeylerden uzak kalıyor işte. Üstelik sevdiği şeyle kendisi arasında hiçbir problem yokken uzak kalıyor. Üçüncü, dördüncü şahısların sikik çıkarları, kötülükleri yüzünden uzak kalıyor.
Bu ne saçmalık. Şu an burada küfür etmiyorsam eğer,  tam da şu an küfür okumayı hak etmeyen birilerinin bu yazıyı okuyacağını düşündüğüm içindir. Yani şu an olmasa bile, günün birinde bu satırları, günün bu saatinde küfür duymayı hak etmeyecek insanlar okuyacak. Ha bu arada, burada saat 00:27. Fonda Ahmet Kaya ''Tutuşur Dizelerim'' diye haykırıyor odanın karanlığına, bir şeyleri dağıtmak istercesine. Ahmet abi yaşasaydı beni anlardı. Zaten beni ancak, aşığı olduğu topraklardan uzaklaştırılmış biri anlardı şu an. Ölene kadar sefalet içerisinde yaşayıp, öldükten sonra değerlenen Sabahattin Ali anlardı misal. Ne acı değil mi? Düşünsenize, sizi anlayacağını düşündüğünüz herkes bir şekilde toprağın altında şu an.  Düşünsenize, tam da şimdi, ansızın ölseniz, kimseyi yalnız bırakmış sayılmazsınız. Öyle bir şeyler işte...
Bu gün birinin, geçmişimle, doğduğum yerle ilgili bir sorusu üzerine şu geldi aklıma: Benim üniversiteyi kazanan arkadaşlarımın sayısı, ölenlerden ve şu an hapiste olanlardan daha az. Bunu biliyor muydunuz? Bir de bana bakın. Üç beş kayıtlara geçmeyecek vukuat dışında polisle neredeyse hiç işim olmadı. Aldığım bir iki ufak bıçak darbesi ve her gece maruz kaldığım varoluş sancılarım dışında bedenen hala ölmedim. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, üniversiteyi kazandım. O da yetmedi yüksek lisansa başladım, kitap falan yazdım hiç utanmadan. Ulan benim neyimeydi bu yol? Ben de onlar gibi yaşadığım yerin rüzgarına kapılıp gidecektim işte. Kimseye böyle boktan, niteliksiz yazılar bırakmayacaktım.
Bir fotoğraf duruyor misal bilgisayarın arka planında. Sekiz sene öncesine ait. Dört kişiyiz. Bir deplasman dönüşü. Birini dört sene önce kafasından vurdular, orada vefat etti. Ben o dönem İstanbulda değildim. Belki o sıra bu şehirde olsaydım, onunla aynı masada oturuyor olacaktım. Belki... Diğeri, hepsini sayamayacağım kadar fazla suça bulaşmış, bilmem kaç senedir içerde. Öteki ise kayıp, nerededir ne yapıyordur bilmem. Biri de benim işte. Toplum tarafından hala var sayılan. Hatta bazı kesimler tarafından onaylanan. Ben. Şaka gibi. Bir başarıdan bahsedeceksek, evet bu başarıdır. Hala yaşıyor olmam, hala sicilimin temiz olması. Benim için başarıdır.
Geride kalan yıllarda çok yanlış yaptım ben. Haddinden fazla, sizin tahayyül edemeyeceğinizden çok ama çok fazla. Yapmam dediğim her boka bulaştım. Olmaz dediğim her şey oldu. Hayat genellikle beni hayal kırıklığına uğratacak şekilde cereyan ediyor. Konu nerde bitecek, ben nerde kapayacağım çenemi? Bilmem. Bana neden tahammül ediyorsunuz ki zaten. Siktiri boktan bir kaç sayfa işte bu okuduğunuz. Edebi değeri yok, gündelik hayatınızda da hiçbir işinize yaramayacak burada okuduklarınız. Hiçbir sınavda, hiçbir ikili ilişkinizde hiçbir şeyi lehinize çevirmeyecek burada yazanlar. Öylesine bir adamın, öylesine karaladığı, arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbekleri bunlar. Yaşadığım hayat gibi yani. Alper Gencer'e sığınacağım birazdan. Geçen kış aynı gün, aynı fuarda imza günümüz vardı. Utancımdan standına gidip imza isteyemedim. Sonra insanlar, nedense, benden imza almaya geldiler, daha çok utandım. Yüzüm kızardı. (Ulan ben ne yapmış olabilirim ki bu insanlar benim için kalkıp buraya kadar geldiler, diye sorup durdum kendime fuar boyunca.) Keşke Alper Abinin standına gitseydim diyorum şu an. Konumuzun bununla bir ilgisi yok elbette. Ama madem pişmanlıklarımızı anlatıyoruz bu gece, bunu da araya sıkıştırayım dedim. 
İşte böyle arkadaşlar. Bıraksalar sabaha kadar böyle manasız şeyler anlatırım. Yaşamın boktanlığından, hayatın falanından filanından bahsederim. Hiç de yorulmam he. Aksine dinlenirim. Rahatlarım. E şimdi seni tutan mı var sanki diyeceksiniz, yok elbette. Ama keşke olsaydı lan. Arkadan bir ses yükselseydi misal. Hadi kapat şu bilgisayarı, kahven soğuyor deseydi. Kahveyi sütlü, şekersiz sevdiğimi bilseydi. Fonda çalan Ahmet Kaya'ya eşlik etseydi benimle beraber. Arada ağlayıp, arada bir şeylere gülümseseydik. Ben mesela, kimseye anlatamadığım şu boktan hikayelerimi onun eteğine dökseydim. Yapabilseydim bunu. O balkondan dışarıyı seyrederken, ben dünyayı, geçmişimi, insanlığı affedebilseydim. Her şeyden önce kendimle aramı düzeltseydim. Bak lan, deseydim, karşında duruyor işte senin ilacın. Kalk ne yazacaksan onun için yaz. Düşeceksen onun için düş. Yerle bir olacaksın zaten, bir kere de onun için ol. Hem yerle bir olmak da değil ki bu...
Gülümsüyorum. Olacakla olmayacağın ayrımını yapamıyorum ben böyle bazen. Sen kimsin ki, kim niye senin hayatına tahammül etsin lan. Kendine gel oğlum.
Hem bak Alper Gencer bir şiirinde ne diyor:

''Ölmüş bir süvarisin, atın hala koşuyor.''
İşte öyle...

14 Eylül 2018 Cuma


ben, kendi düzenine baş kaldırmış bir asi gibi yürüyorum ruhumun kaldırımlarında

değiştirilecek her şeyi değiştirmiş,
yürünecek her yolu yürümüş,
tanınacak tüm insanları tanımış,
tüm kapıları zorlamış,
tüm hamlelerini kullanmış
yine de bir çözüme ulaşamamış bir adamın yılgın bedeniyle varım bu şehrin sokaklarında
kendim kadar varım
kendime kadar varım
yumruklarını hep kendine doğru sıkmış bir çocuğun
elinden kaçırdığı uçurtmasının tellere takıldığını görmesi gibi bakıyorum geçmişime
hangi rüzgar aldı beni,
hangi çocuk elinden kaçırdı
hangi tele takıldım
kim kurtaracak beni buradan
ya da kurtaracak mı
en önemlisi ben kurtarılmaya değer miyim
hem
işlevini tamamlamış bir uçurtmayı kim yeniden göklere çıkartmayı dener ki
boş hayal benimkisi

farkında olmadan 
bir gün son kez ısırdık o salçalı ekmeği
bir akşam son kez kapıyı vurarak girdik gecekondu evimizin kapısından
bir gün son kez söyleyemedik sevdiğimiz kızlara onları sevdiğimizi
bir gün son kez öptük annemizin yanaklarından
bir gün son kez itiraz ettik üst auttan giden o topun gol olmayışına
hiçbirinin son kez olduğunu bilmeden

zaten inşan, 
bir sonu olduğunu unutmasa
yaşamın en ufak bir parçasını bile bırakır mıydı elinden? 

4 Temmuz 2018 Çarşamba


 kahvaltı soframda bir bardak, bir çatal 
çayı şekersiz içerim kendimi bildim bileli
yalnız kurduğum sofrayı yalnız toparlayıp
ağrımı dindirsin diye ilaçlar yutuyorum
sonra bir sigara
sonra bir sigara daha
her şey berbat

hastaneye tek başıma gidiyorum,
kapıdan her girdiğimde, bu son olsun, diyerek
içerde kendim, içerde doktor
bekle, diyor bana öylece
içini deşeceğiz, ama bekle diyor 
iki çay ver garson, der gibi
salt, duygusuz
onların işi o biliyorum da 
dışarıda kendimi bekleyen yine benim
nasılsın diye soran
kendimi teselli etmesi gereken yine benim
doktorlar bunu bilmiyor, ben de söylemiyorum
böyle şeyleri söylemek ayıptır çünkü

insanın kendi kendini teselli etmesi
de ayıptır
ama insanın kendine yaptığı ayıbı kimse umursamaz 
acayip bir yerdeyim, üzülmüyorum artık, acıyorum kendime sadece

ne hoş değil mi 
bir kadına doğru zamanda söylenmek için ezberlemiş şiirler yok
hastane koridorlarındaki fayanslar var ezberimde
sağdan sola 76 tane, biri hafiften çatlamış
çok değil ha, 26 yaşındayım 

oysa bir gitmesi olmalıydı bu temmuz ayının
bir otobüs koltuğunda uyuya kalınmalıydı
kalan ömürde, unutulmayacak birinden gelen bir merhaba ile tanışılmalıydı
yani bir sevmesi olmalıydı
çocukların ölmesiyle değil
çocukların gülümsemesiyle anılmalıydı bu temmuz ayı
ah, ne yanlış bir coğrafya burası
çocuklar
kadınlar
sevenler
ve bekleyenler için

edip cansever'in umutsuz yanından soluyorum bu sabah
nazımın itilmişliğini
sabahattin'in ezilmiş başını
oğuz atay'ın anlaşılmayan yanını içimde taşıyorum 
bir sofrada bir bardak
bir sigara, bolca hüzün
sorarlarsa eh işte, yaşıyorum

dün sabah ölümü düşündüm
ve ilk olarak
ölümün ürkütücü değil
ferahlatan yanı geldi aklıma 
yine bu sofrada otururken
ahmet erhan'dan farklı olarak
ölümü düşündüm ben,
26 yaşında
ve hayat böyle berbatken

sonra bir cenazeyi uğurladım içimden
canlı kanlı birini merak etmediğim yerlere uğurladım
sonra bir tabutu sırtladım aynı gün
daha dün yani
altmışında bir adam, bildiğin ölü
altmış yılın emeğini, umudunu gömdüler onbeş dakikada
annem buna çok üzüldü
ben hemen yandaki mezar taşında
benden genç yaşta öldüğü yazan çocuğa üzüldüm
herkes kendine yakın hissettiği felakete üzülüyor
bunun ayıplanacak bir yanı yok

bu sabah oturdum ölümü düşündüm
ölüm bir kayıp gibi gelmiyor artık
bu mu lan kaybetmekten korktuğum hayat, dedim yüksek sesle kendime
bir insan kendiyle konuşurken
sesini kısmıyorsa artık
yalnızlık budur işte
dedim kendime
yine sesimi kısmadan

aşk ne, sevmek ne, umut etmek ne
nerden bileyim
ben böyle şeyleri yalnızca özlemesini bilirim
insan tatmadığı şeyleri özler en çok
ve bu hiçbir kitapta böyle yer almaz
zaten doğru kitaplar
herkesin elinde bulunmaz 

şiir yazıyormuş gibi değil
sonunun yaklaştığını hisseden birinin 
dünyaya not bırakması gibi
geldim bu satırlara kadar
içimde biraz korku, biraz kırgınlık
biraz öfke
ve hepsinin etrafında bolca yalnızlık
oturdum ölümü düşündüm

metin eloğlu okudum az evvel 
bu şiiri onun yardımıyla bitireceğim 
içimi çizen bir hüzün tonuyla 
şöyle diyor bir şiirinin sonunda

"böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
ama böyle dünya olur mu?"

10 Haziran 2018 Pazar


bir hüzün akşamında
güneş yavaş yavaş alçalırken ruhuma doğru
bir şeylerin dalgaları kıyıma vururken usul usul
ben
bir deniz kenarında
bir takım şeyler düşünüyorum

bomboş, kirli bir iskele
yosunları dalgaların yönünde sallanmaktan yorulmuş
elimde karanfil kokan bir sigarayla denize bakıyorum
ne eksik ne fazla
bundan başka olan hiçbir şey yok
her şey her şeyi, herkes herkesi unutmuş

bir gemi ilerliyor ağır ağır
nereye varır
içinde kimler vardır
nasıllardır
bilmem

bir şeye benzemeyen
ruhumu yontarak güzelleştirmeye çalışıyorum yıllardır
hoş, daha da berbat ediyorum belki
bilemem

ruhumun görüntüsüne bakacağım bir ayna icat etmedi henüz bilimadamları

ruhunun neye benzediğini
ancak başka
birinin gözlerinden öğrenebilirsin

demişti,
ünsüz ünlü bir şair

bir şeyleri eksilten
sessizce yitip giden bir akşamda
26 sene önce doğduğum aydayız
böyle anlarda 
bir şiir yazılmalıdır elbet
kurala uymalıyız 
keşke ben de her şiir yazan gibi
şair olsaydım
hem belki bir gün
biri de kürsüye çıkıp benim şiirimi okurdu bakarsınız

fonda ezginin günlüğü şöyle haykırıyor kendini rüzgarın insafına bırakmış dalgalara:

“bakakalırım giden geminin ardından,
atamam kendimi denize
dünya güzel…”