12 Aralık 2016 Pazartesi

karşımda oturuyordu. yağmur şehre, bir şiir gibi kafiyeli yağıyordu.  ya da gördüğüm manzara her şeye bir tutam şiirsellik katıyordu, bilemiyorum. bana bakmadığı zamanlarda gözlerine bakıyordum uzun uzun. saçlarını seyrediyordum. tüm dünya soyutlanmış, elle tutulur, gözle görülür bir tek onun varlığı kalmıştı. zamanın ağırlığını sırtımda hisetmiyordum. bir ara, niye öyle bakıyorsun, diye soracak gibi oldu. sormadı. ben de, ilk kez bir mucizeyi bu kadar yakından seyrediyorum, ondandır. diyecek gibi oldum. demedim. tanrının ustalık eserlerinden biri duruyordu karşımda. öyle bir şiirdi ki, bir kez bakan hemen anlardı onun şiirliğini. gözlerinde yaşam vardı. kuraklıktan çatlamış topraklara yağan yağmurlar vardı. elleri üşüyen çocukların sıcacık bir sobaya kavuştukları o ilk an vardı. memleket hasreti çeken birinin yıllar sonra odasının eşiğinden geçerken hissettikleri vardı. kanlı bir harpten sonra, oğullarının sağ salim eve dönüşüne şahit olan annelerin gözlerindeki sevinç vardı. zorla getirilen ay sonlarının ardındaki maaş günü vardı. paydos zili vardı. ihtiyacım olan her şeyi itinayla gözlerine sığdırmıştı tanrı.
onun varlığı sayesinde, yalnızca onu severek bunca güzelliği göğüs kafesime sığdırabilmiştim.
uzun yolculuklara çıkıyordum gülüşünü düşündükçe. sonu gelmesin istediğiniz yolculuklar vardır hani. her şeyi bir kenara bırakıp, sadece gitmek istersiniz. bir varış hayal etmeden, yalnızca yolun kendisini arzularsınız. işte ben ne zaman onun gülüşünü düşünsem, öyle yolculuklardan birinde başımı otobüs camına yaslamış bir şekilde buluyordum kendimi. varlığı her şeyi mümkün kılıyordu. doğal bir ışık kaynağı gibi; yalnızlığımı, içimin karanlığını aydınlatıyordu. üstelik bunun için hiçbir çaba göstermesi de gerekmiyordu. yalnızca var olması yetiyordu.
geleceğe dair kaygılarım, geçmişimden gelen yaralarım, varoluş sancılarım, ruhumdaki zifirilik, boğazımdaki düğüm. canımı acıtan bütün etkenler bir bir hafifliyordu. işin en güzeli de bütün bunları söylerken, tek bir kelimesinde dahi abartmıyordum..

daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum. bir ömrü, hiçbir yaşamsal faaliyeti gerçekleştirmeye ihtiyaç duymadan o masada geçirebilirdim.
üstelik biz o masada hiçbir zaman karşılıklı oturmadık.

26 Kasım 2016 Cumartesi

aksak atlar gibi geceye koşuyorum. kendimle girdiğim bütün mücadeleleri kaybettim. yarışın galibi çoktan belli. her seferinde sonunculuğumu kanıtlamak için varıyorum bitiş çizgisine.  artık çabalarım alkışı haketmiyor.
ölmediğimi kanıtlamak için yürüyorum sokakları. kalabalıklara karışıp ben de sizdenim demek istiyorum. mavi balonlar var elimde, gökyüzü çekiyor içim. iğnelelerle üzerime koşuyorlar.
aynalarda yüzümü yadırgıyorum.
uçurumlardan düştüğüm rüyalarla başlıyorum güne. düşmek ne derin kelime.
kutsal kitapları yırtarcasına besliyorum nefes alamadığım karanlıkları. haritalarda naaşıma uygun yer bulamıyorum.
yollardan geçiyorum. hiçbir yere varmayan yollardan. nefes nefese koştuğum bütün adreslerde kapıda kalıyorum.
mutlu son diye bir şey yoktur, diyorum kendi kendime. kendimi, içinde bulunduğum felaketlerden daha kötülerini düşünerek avutuyorum.
kuyulardan geçiyorum. bir kuyudan geçmek ne demek? yanaklarımdan akan hüznü gömleğime siliyorum. gömleğim kırmızı hüzün ipliğinden dokunmuş. soluduğum ışık, geceden karanlık.
kalbimin odalarının ışıkları sönük. perdelerim rüzgarda savrulmuyor. kendi mezar taşıma ismimi kazıyorum, zihnimde muhafaza ettiğim bu körelmiş çivilerle.
eşiğimde tuzaklar buluyorum. insan eliyle yapılmış tuzaklar. insanoğlu eskiden açtı. tuzakları yalnızca avlanmak için kullanırdı. şimdilerde ise hobi olarak kullanılıyor bu kapanlar. tamam lan, çok istiyorsanız öleyim, diyorum bazen. iyi de benim naaşım kimin ne işine yarayacak?
varoluşumun izahını yapacak bir kitap yazılmadı henüz. hüznümü betimleyecek bir ölüme şahit olmadım. idam sehpasına gülümseyen bir adamın vakurluğu içerisindeyim. bütün tercihlerim seçeneksizlikten.
birilerine bir şeyleri itiraf edeyim istiyorum. kimse gerçekleri umursamıyor.. çalmasını bilmeyenlerin elinde gürültü çıkarmaktan öteye gidemeyen müzik aletleri gibiyim. daha ilk karşılaşmada istedikleri tınıların çıkmasını bekliyorlar. emek vermek yorucu bir iş. devir hazıra konmak devri. doğru sesleri çıkarmadığımı kabul ediyorum, ama kulakları tırmalayan bu seslerin müsebbibi ben değilim. beni duymak istemiyorsanız tellerime dokunmayın.
bir şeylerin inadına ayakta duruyorum. bir şeylerin inadına yürüyorum sokakları. bir şeyleri yalnızca, başka bir şeylere inat olsun diye yapıyorum. gülümsüyorum. acıya, kedere, karanlığa. inadına..
nasılsa istediğim yerlerde olamayacak, istediğim şeyleri yapamayacak olmanın verdiği rahatlıkla, hiçbir kaygıyı barındırmıyorum omuzlarımda. ama asıl yük buymuş meğer.
kayıtsızlık o kadar da rahatlatıcı bir varış noktası değilmiş.
her şeyi iş işten geçtikten sonra idrak ediyorum. tecrübe edindiğim hiçbir şey beni daha iyiye götürmüyor. aksine, bütün güzel ihtimalleri ortadan kaldırıyor çekingenliğim. kırılganlığım. umutsuzluğum. belki yarın güzel bir şeyler olur, beklentisiyle yazılan bütün kitapları parçalıyorum.
mutluluğa duyduğum nefret, kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesiyle aynı.
ne yapmamam gerektiğini virgülüne kadar ezberledim. ne yapmam gerektiği hakkında ise en ufak bir fikrim yok.
tırnaklarımla bir şeyler kazıyorum kimsenin göremeyeceği duvarlara. şiirlerim sokakta falan değil. bütün iyi ve güzel yanlarımı kimselerin ulaşamayacağı sandıklarda gizliyorum. kötü yanlarım günyüzünde. iğrençliğimi, acizliğimi saklama gereği duymuyorum.
penceremin önüne izmarit dolu saksılar diziyor, bahçemdeki dikenleri itinayla suluyorum.
papatyaları, gülleri, menekşeleri misafir kabul etmediğim odalarda muhafaza ediyorum uzun yıllardır. hem çiçeklere hem bana eziyet, biliyorum. olsun.
tanıdığım hiç kimse durgun kıyılarımı haketmiyor. bir annem var işte. dalgalarımı bir tek ondan sakınıyorum. geri kalan herkese fırtınalıyım.
sancılarım benden büyük. ve acılarım. ve kederlerim. bu kokuşmuş ruhumu bedenime sığdıramıyorum.
kalabalık caddelerden kanalizasyonlar akıyor maviliklerime. ormanlarıma izmaritler atıyorlar. ateşle yaklaşmayınız yazılı tabelalarımı  ateşe veriyorlar. ee, biz yaktık da, sen de yanmasaydın, pişkinliğini görüyorum her gün karşılaştığım insanlarda.

uzun zamandır insanlarla  yaşamıyorum, onlara maruz kalıyorum.





18 Kasım 2016 Cuma

nazik dokunamıyorsak sebebi parmak uçlarımızdaki yaralar

10 ekim gecesi, bir apartmanın üçüncü kat balkonunda, tamam, dedim. artık ölmeliyim. bedenimdeki acı yoğunluğunun gelebileceği en üst nokta burası. daha ötesi yok bunun. ya kendi canıma kıyacaktım ya katil olacaktım. ikisini de yapamadım. daha cesurca bir şey yapıp, yaşamalıyım, dedim, kendi kendime. bir şey yapmadan, hiçbir şey olmamış gibi yaşamalıyım. -oradan bakınca çok da cesurca bir hareket gibi görünmeyebilir, umarım buna hep oradan bakarsınız.- sabaha kadar uyumadan düşündüm, düşündüm. sağ bileğimdeki kan lekelerine bakıp biraz daha düşündüm. izler bana ait değildi. 76 kiloluk bir bedene sığdırabileceğim maksimum acıyı sığdırdığımı düşünüyordum o gece. kafam patlayacak gibi oluyordu. zihnimde fokur fokur kaynayan bir şeyler kulak zarlarımı tırmalıyordu sanki, özgürlüğüne kavuşmak için. sesler duyuyordum, silüetler görüyordum. karanlıkta beni bekleyen bir şeyler vardı. evde duramadım, sokağa çıktım. sokak köpeklerine sarıldım. kaldırım taşlarına koydum başımı. o gece sigaraya başladım. sigara dediğim karanfilli djarum black. normalini içmem. bunun kokusu hoşuma gidiyor. her fırtta o geceyi hatırlıyorum.
sonra bir şekilde sabah oldu. öğlen sonu ancak kendim olduğumu hatırladım. baktım kendimi öldürmeye gücüm yetmiyor. bari kalkıp bir çay koyayım, dedim. zamanın ve mekanın bir önemi yoktu. hiçbir şeyin ağırlığını hissetmiyordum üzerimde. sanki yüz tonluk bir press makinesiyle üzerime bastırmışlardı. basıncın etkisiyle kala kala bir milim kalmıştım. var olup olmadığımı denemek için bir kaç kez duvarlardan geçmeyi düşündüm. zaten suratımda yeterince yara izi vardı. vazgeçtim. bütün insanlıktan nefret ediyordum. bütün insanlıktan. bu nefreti bir ömür gözlerimde taşıyacaktım, çakılı bir çivi gibi.
sonra, bardağa su doldururken elime kaynar su döküldü. baktım ki, hala canım acıyor. şaşırdım, acının bir sonu yoktu. akışkan bir madde gibi, bulunduğu ortamın şeklini alıyor. genişliyor, büyüyor, büyüyordu. sığacak yeni köşeler buluyordu kendine. işte tecrübe falan dedikleri de buydu.
insan ufkunu dar tutmalı...
bir pencereden bakmakla, bir dağın tepesinden bakmak bir olur mu hiç? pencereden bakarsan sokağın haline üzülüyorsun, bir dağın tepesinden bakarsan bütün şehrin haline..
yıllar geçti, yaralarımdan bir tepe oluşturdum, şimdi üzerine çıkıp oradan seyrediyorum hayatı.
her şey aşağıda kalıyor. hiç kimse, hiçbir yer, hiçbir duygu, beklentilerime denk değil.
belki, dedim, biri çıkıp gelir bir gün. anlıyorum lan seni, der. sarılır, omzunda hüngür hüngür ağlarım. ki ben, nelerin yanıp kül olduğunu seyrettim de, kirpiklerimden bir damla yaşı bırakamadım yanaklarıma. birileri beni seyrediyordu, beceremedim. babadan kalma alışkanlıklar.
kurtuluşu başka bir insanda aramak ne acı. ömrüm boyunca birilerine, bir şeylere bağımlı olmamak için uğraştım. kimseye ihtiyacım olmamalıydı. kimseden medet ummamalıydım. bütün kazançlarımı tırnaklarımla kazıya kazıya elde etmişken, kayıplarımda, mağlubiyetlerimde hep başkalarının parmak izi vardı. ben bu dünyanın adaletini sikeyim.

*insan haddinden fazla yaşamamalı.

insanız, kemiklerimiz kırılıyor.
insanız, kalbimiz kırılıyor.
insanız, hayallerimiz kırılıyor.
umutlarımız, düşlerimiz, çocukluğumuz, sevincimiz, gururumuz..
kırıldıkça sivri uçlara dönüşüyor köşelerimiz.
kime sarılsak batıyoruz.


şöyle demiştim zamanın birinde;
nazik dokunamıyorsak sebebi parmak uçlarımızdaki yaralar..

9 Kasım 2016 Çarşamba

teşbihte hata olmaz;
bu kıyısızlık, beni çok iyi bir yüzücü haline getirdi. iyi bir yüzücü olmanın bir boka yaramadığı derinlikteyim. boğulmamış olmak hayatta kalmaya yetmiyor. yardım çağrısı istemek de nafile. derinlik sarhoşuyum ama her şeyi net hatırlıyorum.

çaresizlikten duvarları yumrukladığım gecelerde güçlendi bileklerim. ışıksız sokaklarda yürümek zorunda kaldığım gecelerde öğrendim karanlıktan korkmamayı. cesaret; korkuya rağmen'liktir. bunu da korkudan bacaklarım titrerken gülümsemek zorunda kaldığım anlarda öğrendim. cesaret, asla korkmamak değildi. korkularının üzerine gidebilmekti, titreyen diz kapaklarına rağmen o karanlık yolu yürümekti, o ateşin üstüne gitmekti sıcaktan gözbebeklerin sızlarken. öyle yaptım. beni yalnız bıraktılar, tekmelediler, çelme taktılar, düşürdüler bile isteye. sırtımda en yakınlarımın ayak izlerini taşıdım yıllarca. tek başıma dolaşmak zorunda kaldım bu sokakları. bütün felaketleri bir başıma sırtladım. kimseye anlatamadığım acılarımı göz kapaklarımdan yanaklarıma akıttım geceler boyu. yumruklarımı sıkmayı böyle gecelerde öğrendim. kimseye ihtiyacım yoktu. kimseye ihtiyaç duymamayı, sevinçlerimi aynadan kendimle paylaşırken öğrendim. bana gidecek hiçbir yer bırakmadılar. sevecek hiç kimse kalmadı etrafımda. güvenin esamesi bile yoktu.
sizden farklı yürüyor, sizden farklı bakıyor, sizden farklı yaşıyor, sizden farklı yazıyorsam bu yüzden. zira çiçekli bahçelerde yürüyerek güçlü olunmuyor. çiçekli bahçelerde büyüyen çocuklar; büyüdüklerinde çorak, dikenli topraklardan geçemiyor, karşı tarafa ulaşamıyor, o daracık düzlüklere sıkışıp kalıyor, gerçek hayatı tanımıyor, bilmiyorlar. ağızlarından samimiyeti düşürmeden, samimi olan herkesten kaçıyorlar dört nala. çünkü gerçekler acıtır, gerçekler yaşadıkları hayatın aslında bir bok olmadığını, mensubu oldukları gülüşlerin, sevişlerin tamamen hayal ürünü olduğunu gösterir onlara. samimiyet demek; gerçekleri bilmek, duymak, öğrenmek, paylaşmak ve bundan rahatsızlık duymamak demektir. bir masada oturmuş, kahkaha atarak bira içen beş kişinin en az ikisi birbirinden nefret ediyor.  daha iyi bir seçenekleri olmadığı için orada bulunuyorlar. hadi bunu inkar edin. yüzüne karşı küfretmek istediğiniz insanlarla aynı sofralarda yemek yediğinizi inkar edin? seksi bedavaya getirmek için sürdürdüğünüz ilişkilerinizi inkar edin? sırf muhtaç olduğunuz için sadık kaldığınız insanları inkar edin?
bu tarz yazıları yazıları okumak hoşunuza gidiyor. peki hayatınızın bu raddeye gelmesini, her gece bu hislerle boğuşmayı hanginiz ister? hanginiz bunları yazmaktan başka çaresi olmayan bir adama dönüşmeyi istersiniz? ve ya bunu göğüsleyebilirsiniz? hanginiz tek başınıza saatler, günler, aylar hatta yıllar geçirebilirsiniz? kimseye muhtaç olmadan, ihtiyaç duymadan kaç gün geçirebilirsiniz? bir anda çevrenizdeki bütün yapaylıkları siktir edip, bile isteye, yalnızlığın samimi kollarına bırakabilirsiniz kendinizi? size bir şey diyim mi? siz hiçbir sikim değilsiniz beyler. ihtiyaçlarınız doğrultusunda ilişkiler kurduğunuz, adaletin yalnızca çıkarınıza uygunken tecelli etmesini istediğiniz, gerçek bir mutsuzluktansa, yapay mutlulukları tercih ettiğiniz, boktan ilişkilerinizi, boktan yetilerinizi nimetten saydığınız, hala kendinizi birilerinin yanında daha güvende hissettiğiniz sürece bir bok değilsiniz. olamayacaksınız da.
siz de bir halt değilsiniz kadın arkadaşlarım.
dürtülerinizi kontrol edemediğiniz, östrojen hormonlarının sizi ele geçirmesine izin verdiğiniz, kendinize saygı duymadığınız, iç çamaşır değiştirir gibi insan değiştirdiğiniz, başkalarına muhtaç bir yaşamı tercih ettiğiniz, kendinizi kendinize itiraf edemediğiniz sürece bir halt değilsiniz. olamayacaksınız da.

özendiğiniz dizi karakterlerine bir bakın. sevdiğiniz roman kahramanlarına. taklit ederek imajınızı değiştirdiğiniz o film karakterlerine bakın. imrendiğiniz aşk hikayelerine bakın. ne iyi değil mi? peki o kahramanlardan biri olmaya, o yaşadıkları hayatı yaşamaya hanginizin götü yer? uzaktan manzara seyretmek kolay tabii.
bir dağın tepesine tırmanmaya cesaretiniz yok, ama zirveler üzerine methiyeler diziyorsunuz.
derinlik, kelimesini dilinizden düşürmüyor, ama ne hikmetse sığ sularda bile boğulma tehlikesi atlatıyorsunuz.
bu yazıyı şunun için yazıyorum. ister yirminizde, ister altmışınızda olsun; sike sike yalnızlığı tadacaksınız. sike sike öğreneceksiniz tek başınıza hayatta kalmayı.
bu satırları, bu gerçekliğin memnuniyetiyle yaz/ş/ıyorum.
misal; siz gökyüzündeki bir kuşa bakıp, ne güzel süzülüyor diyorsunuz, bense onun kilometrelerce yolu teperek sıcak yerlere ulaşma çabasını görüyorum.
hepiniz birgün bu açıdan bakacaksınız hayata. doğru olan bu demiyorum, olması gereken de bu demiyorum ama bir gün aynı pencereden seyredeceğiz bu sokakları. bu yolları aynı dalgınlıkla yürüyeceğiz. ben yirmimde öğrendim, silahlarımı kuşanmam zor olmadı. siz ellinizde öğreneceksiniz bunu. ne silah tutma gücünüz ne de isabet ettirme yeteneğiniz olacak. gebereceksiniz oğlum. yıllarca inandıklarınızın, yalan olduğunu anlayacaksınız. kimsenin size ihtiyacı kalmadığı zaman, sizin işinize yaramayan insanlara yaptığınızı birileri de size yapacak. yastıkları ısırarak hıçkıracaksınız. toplum da bunu kabul etmeyecek. antropozdandır diyecekler. torunları ziyaret etmiyormuş, yazık diyecekler. çocukları hayırsız çıktı, diyecekler. o zaman hesaplaşacağız. yaşattıklarınızın hesabı öteki tarafa kalmayacak. geçin onları. hele bi elden ayaktan düşün, o taptığınız eşyalar, kulu olduğunuz insanlar kurtarabilecek mi bakalım sizi..
bana ne mi olacak. yirmilerimde öğrendiğim gerçeklerle yaşamaya çoktan alışmış, bütün planlarımı, ilişkilerimi bu gerçekliğe göre tasarlamış, bütün yatırımımı yapaylıktan kaçmak için kullanmış olacağım. mutluluğum da mutsuzluğum gibi gerçek olacak. en iyi ihtimalle ölmüş olacağım.


cesaretim kırıldığı zamanlarda güçlü olmak, gücüm kalmadığı zamanlarda da cesur olmak zorundaydım. beni buna insanlar zorladı. tek başına yürüdüm, tek başına büyüdüm. bunun getirisi de işte bu satırlar oldu.

yarın bir gün hep beraber bir felakete tanıklık etsek, sizin dizleriniz titrerken benim de dizlerim titreyecek belki; ama işte o anlarda ben sizden farklı olarak, gülümseyerek ıslık çalıyor olacağım.

velhasıl; adam olun lan işte. biraz büyüyün. kurtulun şu fazlalıklarınızdan. umrumda olduğunuzdan dolayı demiyorum. kendi dünyanızı yaşanmaz bir hale getiriyorsunuz, bazen sokaklarınızdan geçmem gerekiyor. pencerelerinizden taşan kanalizasyon atıkları ayakkabılarımı kirletiyor. canımı sıkıyor bu durum. he bi de o pahalı parfümlerle kamufle etmeye çalışsanız da, hepiniz tepeden tırnağa bok kokuyorsunuz.  rahatsız oluyorum...

canım insanlar;
kötü, işe yaramaz ve vasat biri olduğunuzu kendinize itiraf edin. iyi şeyler doğurmanın, iyi biri olmanın birinci kuralı, aslında bir bok olmadığınızı kabullenmektir.

5 Kasım 2016 Cumartesi

bir yangının küllerini soluyorum
penceremde mavilikler yok
göğüs kafesimde kuşlar beslerdim eskiden
şimdilerde sokağımdan kediler bile geçmiyor
sokaklarda telaşlı yürümek istiyorum
çünkü bu biraz da yaşıyorsun demektir
geç kalacağım hiçbir yer yok
epeydir otobüslerin peşinden koşmuyorum
bir savaşta yerle bir olan ordunun gazisi gibiyim
saklanmışım da bir ben sağ kalmışım sanki
bu yüzleri tanımıyorum, bu sesleri de
tanıdığım herkes bir yerlerde gömülü
ucu bucağı yok sancılarımın
ucu bucağı yok hayal kırıklıklarımın
söyle ey ucu bucağı olmayan gökyüzü
herkese mavi de, bir tek bana mı grisin?
bedenimde kederler ilikli son düğmesine kadar
nefes alamıyorum, ama nefessiz de değilim
bütün pencerelerden ışık saçılıyor sokağa
ben odamda gözlerimi karanlığa alıştırıyorum

bir şeyler anlatacaktım ama bunları değil
balkondan son izmariti atıyordum az evvel
şahit olduğum manzara yazmaya itti beni,
öyle bir yerdeyim ki,
burada kuşlar cıvıldamıyor, çığlık atıyor

2 Kasım 2016 Çarşamba

gaseyan



beni yaşıyor gösteren bütün aynaları parçalıyorum
bu kan revan ellerimle
parçalanmış her şey, parçalanmış
ve
planlanmış bir cinnet değil bu
ölümüme bir kaç kez şahit oldum
cesetleri bileğimle temizledim yanaklarımdan
ustalar değil, acemiler ölemiyor buralarda
boynumdaki jileti kazağımın içinde saklıyorum
kırmızı, katran
ölsen belli etmeyecek türden hani
hazırlıklıyım
cesedime yakışacak sekilde giyiniyorum epeydir
ayıplarlar çünkü
insan asıl ölürken yakışıklı görünmeli
bir yeri nasıl terkedersen öyle hatırlanırsın
nasıl hatırlanıyorsan öyle yaşamış sayarlar

eskimiş kumandalar gibiyim bu koltukta
oda var, televizyon var
kimse benim için kavga etmiyor
birileri gelip dizlerine vuruyor eski bir alışkanlıkla
anlayamıyorum

yirmi üç gün oldu
ölüme benzer bir şeyler fısıldıyorlar duvarların ardından
anladığım bir dil değil bu
bilmediğim lisanlarda yakıyorlar ağıtlarımı
coğrafi haritalarda elimle gösteremeyeceğim yerlere dökülüyor içim
belki niyagara belki bil nehri
neredeyim,
emin değilim

hastalıklı bir köpek gibi uzanıyorum yerlere
haber değeri taşımıyorum
yaşasam da, ölsem de
hastalıklı bir köpeği baska bir köpek bile umursamıyor
iyileşmek bunu gerektiriyormuş
görmezden gelmek dedikleri bu
sanıyorum


kaybetmekten korktuğum bir şeylerin salası okunuyor zamansız
cami avlularında uyanıyorum rüyalardan soluk soluğa
çocuklar taşlıyor pencerelerimi, kırılmıyorum
bir kadın geçerken yanımdan, kendi silüetini görüyor bedenimde
kaşları çatılıyor,
paramparça oluyorum

nefes alamadığım yerleri gösteriyorlar yaşa diye
ne garip insanoğlu
ölmeden önce derin bir nefes almak için, soluksuz çalışıyor ömür boyu

kanıyorum
kanıyorum
kanıyorum
kağıtlara dökülüyorum
geçer diyorlar
kanıyorum
geçmiyor

tren rayları geciyor zihnimden
yolculuklar geçiyor
düşüyorum
uçmak sayıyorlar bunu
normaldir, uçmanın bedeli yerle bir olmak diyorlar
ulan düşüyorum
diyemiyorum

korkularımı kontrol edemiyorum
bazen değil
kontrolden çıkıyorum
direksiyonu çevirecek gücüm de var
yoldan çıkmak hoşuma gidiyor
yalan değil
bir kadını öpüyorum boynundan
bir kadını daha öpüyorum
çıkmak istemiyorum koynundan birinin
karanlığım
bir kadınla olmak aydınlanmaya yetmiyor
- bu dediğim yalan da olabilir

yeni bir umut doğuruyorum
güneş doğmadan
karanlığa üç kez adını fısıldıyorum
-gaseyan
-gaseyan
-gaseyan

haykırmak istediğim dillerde susuyor
yaşamak istediğim yerlerde ölüyorum
kendimi suçluyorum eski bir alışkanlıkla
insan öyle kolay çıkamıyor
bir kez umutla girdiği kapıdan

-kapı da kapıymış ha

dizlerim ağrıyor, çok koşmuşluktan
hiçbir yere varamıyorum
zihnim bulanıyor
kokuşmuşluktan

geçitler uzanıyor çocukluğumdan cesedime doğru
eskiyorum
yaşlanmıyorum

afili acılar çekiyorum, afili sancılar
parmakla gösteriyorlar beni
uzaktayken güzel bir manzara bedenim
yakınlaşınca
üzerine basılmış bir salyangoz kadar çirkinim

yamulmus bir çivi gibi
bir şeyler bir yerlerde tutunsun diye eğiliyorum
tanrıyla konuştum geçen
amacının dışında kullanmasınlar beni
geriliyorum

bir yanlış üç doğruyu götürüyor
hiçbir şey kuralına uygun değil buralarda
ve
ölüler çürümeden gömülmüyor


30 Ekim 2016 Pazar

amansız bir hastalığa kapıldı zihnim. adına anlamak diyorlar. ruhuma batan sivrilikleri törpüleyen gerçeklerle yaşıyorum bu tavan arasında. bir halı, bir yatak, bir vitrin, bir masa. az eşya çok huzur derlerdi, hani?
öyle yokum ki anlatamam. o kadar azım ki kendime, bir başkasını hiç anlatmayayım bile. hoş, anlatsam da kim anlayacak sanki. kurduğum cümleler arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbeklerinden öteye gitmiyor. hergün sokakta karşılaştığım insanlarla aynı dilde yaşamıyoruz, aynı dilde ağlamıyoruz.
yalnızlığımın etrafı uçurumlarla dolu ve tanrı insanları kanatsız yaratıyor. bunun suçlusu ben miyim? felaketlerimin dibini göremiyorum. düşüşlerim süzülerek gerçekleşmiyor artık. çarpa çarpa ilerliyorum zemine doğru ve nedense birileri sürekli eşeliyor zemini, dibe varamıyorum. bunları hakedecek ne yapmış olabilirim diye düşünüyorum. saat üçü ondokuz geçiyor. saat üçü ondokuz geçiyor. şuan geçen tek şey bu. kalıcı yaraları gırtlağımda topluyorum. yutkunduğum kan, zifiri, siyah. gözlerim nemli, ağlayamıyorum. bir yerden sonra kanamaz diyen kitaplar nerede? bir yerden sonra acımaz, diyenleri penceremden içeri bakmaya davet ediyorum. bütün uzuvlarım birbirinden nefret ediyor. ışıkları açamıyorum. bakamıyorum pencereden. bir sigara yakıyorum, karanfili bile kendimi zehirlemek için kullanıyorum. bilmiyorum başka türlüsünü. şikayet edeceğim hiçbir şey yok, yarın yine aynı günü seyredecek olmanın dışında. şikayet etmek bir şeyi değiştirmiyor. yarın sabaha uyanamayacak olsam ne kaybederim? merak etmiyorum. saat üçü yirmidört geçiyor. geçen tek şey bu.
nefes almak istiyorum, kim örtüyor pencerelerimi? uzanıp bir şeylerden tutmak istiyorum. bir şeylerden tutunmak istiyorum. bir şekilde ayakta kalmalıyım. yaşamak yetisini kaybettim. eskiyorum. bu eller benim mi?
insan kendi haline bakıp bakıp ağlar mı? ağlar. peki kaç gece?
kuşlar uğramaz oldu gittiğim yerlere, ki ben kuşları çok severim. ben çocukken hiç kuş vurmadım. ben çocukken kuş vurmadım. kedileri tekmeleyen de ben değilim. biliyorsun işte tanrım, uzun uzun anlatmayayım.
kül olan çocukluğumu üflüyorum bileklerimden. yaşama sevincimi ruhumdan aldılar, narkozsuz üstelik. iyileşmek uzak bir ihtimal, bari ruhuma anestezi istiyorum.
hissizlik güzeldi eskiden. artık hissediyorum tenime batan her bir iğneyi.
kanamak, bir yaşama biçimi olabilir mi tanrım?
tükenmek istiyorum artık. ruhum, daha bitmedi, diyen umut zerrecikleriyle savaşıyor geceleri.
bir çift göz arıyorum. görmek için değil, anlamak için bakan bir çift göz. ama kim beni neden anlasın ki. hem insan insanı anlayıp da ne olacak.
ruhumda üzüntümü gizleyecek köşe kalmadı.
azalıyorum, azalıyorum, bitmiyorum..
annem seyrediyor beni uzaktan, annem üzülmesin. annem üzülmesin diye uzak durduğum ne çok şey var. ve bunları yalnızca sen biliyorsun..
bilmeyenlerin ihmaline gücenmiyorduk, peki. bilip de kılını kıpırdatmayanlara, bilinçli susanlara ne zaman hesap soracağız. ne zaman hesabını soracağız bu planlı adaletsizliklerin. bu karanlık geceleri ne zaman aydınlatacağız. ne zaman sonlanacak bu çığlıksız düşüşler.
çığlıksız düşüşler diyorum. haykırışlar, yaşama umudunu temsil eder. umut yoksa çığlık da olmuyor tanrım.
bildiklerimi unutmak istiyorum. unutmak iyileşmenin diğer adıdır. bunu bir kitapta okumadım. keşke öğrendiklerimi bir kitaptan okumuş olsaydım diyorum bazen. ateşin yakan bir şey olduğunu öğrenmek için yangınların ortasına bırakılmasaydım.
adalet tecelli etmiyor. adalet tecelli etmediği gibi teselli de etmiyor. zaten adalet insanı teselli edecek bir şey değil ki. kendi adaletini kendin sağla diyorsun bazı rüyalarda ama intihar günah diyen de sen değil misin tanrım?
yeminle büyük ikramiyede gözüm yok, bari bir amorti vursun, bedenimde sakladığım şu ucu yanık yaşam biletine..

annem ki, karınca tökezlese gözleri dolar,
annemin en büyük günahı ben miyim tanrım?

sana biraz rahatsızlık veriyorum ama,
emin miyiz tanrım, söylendiği gibi,
gerçekten bizi seyrediyor musun yukardan?

18 Ekim 2016 Salı

onlardan değilim. beni yeryüzüne bağlı tutan köklerim yok. sert bir rüzgarda uçup gidecek gibiyim. yaşamak benim için, sert fırtınalara kapılıp uçup gitmemek çabasından öteye gidemiyor. felaket anlarında sığınılacak evlerin adresini bilmiyorum. özlediğim insanların hepsi çoktan ölü. beklentilerim bu dünyayla bağdaşmıyor. uzun vadeli hayaller kuramıyorum. kısa vadeli hayallerim, ne olur artık sabah olsun, kalibresinde. bunları bana acımanız için yazmıyorum, beni tanımanız için de yazmıyorum; aslına bakarsanız bunları okuyun diye de yazmıyorum. bütün odaları boş bir evin içindeyim günlerdir. etrafa dağılan kıyafetlerden, tozlanmış masalardan, aralıklı duran perdelerden, pencere önündeki kurumuş çiçekten, hemen yanımda duran akoru bozulmuş gitardan başka sohbet edecek kimsem yok. yani kimsem yok derken, gerçekten kimsem yok. hergün duyduğunuz şımarık yalnızlık naralarından değil bu. salt, koyu, gerçek ki ne gerçek bir yalnızlık. kimse gözyaşlarımı duymuyor. mutlu olsam paylaşacak kimsem yok. -biraz düşünün, paylaşacak kimseniz yoksa mutlu olmak da gereksiz bir eylem aslında.-

insanın anlatmak için çırpındığı şeylere susması ne acı. ama çocukken de böyleydim ben. ketum çocuktur, derlerdi teyzeler, amcalar benden bahsederken. ne saçma laf.
dokuz gün önce bu saatler hayatımın dönüm noktasıydı. dokuz gün önce, bir gecede dokuz sene daha büyüdüm. ruhum bedenimden otuz yaş daha yaşlı görünüyorken üstelik. bakın bunu ben söylemiyorum, bunu bana, başını omzuma koyarak ağlayacak yakınlığa sahip insanlar söylüyor. sen bir kara deliksin, dedi geçenlerde biri. etrafındaki bütün güzellikleri içine çeken, yanına yaklaşan herkese zifiriliğini bulaştıran, bütün beyazları kirleten bir kara delik. yanında olmak isteyen insanlar senin bu karanlığını sevdikleri için yanındalar. ama olur da birgün aydınlığa çıkarsan herkes sana değiştiğini söyleyecek. daha da yalnızlaşacaksın. çünkü aydınlıkta uyumayı beceremeyen sen, aydınlıkta yaşamayı hiç beceremezsin. toprağından arınmış bir ağaç gibi, çürürsün günden güne...
gülümsedim. epey iddialı laflar bunlar. ama haksızdı da diyemem. son bir yıldır tanımadığım insanlardan aldığım bütün mesajlar da onun bu tezini doğrular nitelikte.

devlet büyükleri acilen hayatıma el atmalı. bu bir suç duyurusudur. kamuya zarar veriyor varlığım. bana her şeyi unutturacak, her şeyi unutturmasa da yaşamayı sevdirecek, yaşamayı sevdirmese de hayata  ve insanlara tahammül etmemi mümkün kılacak sihirli bir rütuşa ihtiyacım var. muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız için benim gibilerin hayatına acil müdahale edilmeli. hayır bari bi kayyum falan atayın. tek başıma idare edemiyorum bu hayatı. rayından fırlamış trenler gibiyim. içimdekilerle beraber şehrin en işlek caddesine dalacağım bir gün. bilanço çok ağır olacak. kendimi ihbar ediyorum, söylemedi demeyin.

kalabalık caddelerde yürürken varlığımı sorguluyorum bazen. ne kadar varım lan ben, yoksa yok muyum? ciddi ciddi düşünüyorum bunları. sonra birine çarpıyorum bilerek, sarsılıyor. heh tamam diyorum, var mışım. bu iyi. hala varım. peki bu ne zamana kadar devam edecek? ne zaman varlığımı sorgulamak için kalabalık caddelerde birilerine çarpma ihtiyacı duymayacağım? ne zaman istemli olarak yan yana yürüyeceğim birileriyle. ne zaman birinin ellerinden tutup; bak bu kuyuları görüyor musun, işte ben bu kuyuların hepsine düştüm. bu kuyuların hepsinde tırnak izlerim var. bu yüzden böyle kirli üstüm başım, bu yüzden bu haldeyim, diyeceğim. ne zaman anlayacak o birileri beni.
yıllardır yokluğuna mektuplar yazdığım duygularla ne zaman bir köşebaşında karşılaşacağım? bana tarih versinler. nerede bu devlet?

zihnim bedenimi ele geçirdi. bütün dünyam kafamın içinde yankılanan seslerden ibaret. beni dinleyin demiyorum size ama beni dinlemiyorsanız susturun. yok sayın. ama rica ediyorum var mışım gibi davranmayın. samimiyetsiz gülecekseniz gülmeyin bana, yüzüme karşı küfür edin, ailemi katmayın ama sikerim yapacağınız işi. efendi gibi gelin, senden bir sikim olmaz oğlum, deyin. boşa uğraşıyorsun, şu dakika gebersen kimsenin umrunda değilsin, ne saçmalıyorsun deyin. bir şeyler söyleyin işte lan, gerçek bir şeyler. bir merhem bulun, ölmekse bunun çaresi, ölmek deyin. ilacı yok deyin. iyileşeceksin demeyin bana haybeden. sizin ben yalanlarınızı sikeyim. böyle yapacaksanız siktirin gidin. ya da gitmeyin lan durun. tamam, fevri davranıyorum biliyorum. ama bir şeyler yapın işte. tek başıma sürdüremiyorum artık, hayatımın hakimiyetini çoktan kaybettim. son sürat çıkıyorum yoldan. direksiyonu doğru istikamete çevirecek gücüm kalmadı. fren balatalarını da son kazada sıyırdım. durdurun demiyorum, ama biriniz gelin şu direksiyonu yola doğru çevirin. rica ediyorum gelin, parası neyse vereyim.


konu ne ara buralara geldi bilmiyorum. hayatımda ilk kez parmaklarım nikotin kokuyor. ki siz bilmezsiniz, ben bu kokudan nefret ederim. ve söz burada bitiyor artık, gecenin kalanına susarak devam edeceğim..

12 Ekim 2016 Çarşamba



mutluluğu kucaklamak için çıktığım yolculuklardan hep eli boş ve hep biraz daha eksilerek döndüm. zaten eksik olan bir şeyleri, biraz daha azaltmaktan biraz daha içini boşaltmaktan başka hiçbir şeye yaramadı çıktığım umut dolu seyahatler. aslında bir yere gittiğim de yok. bedenim bazen bir yerden bir yere gidiyor ama ruhumu bir santim bile yerinden oynatamıyorum. ve her geçen saniye bir kat daha ağırlaşıyorum. maddenin hangi haliyim? var mıyım? varsam, kimim? neden hep olmadığım yerleri özlüyorum? neden, bedenim neredeyse en çok orada değilmişim gibi?
kafamda çözülmeyi bekleyen yaklaşık bir milyar soru var ve ben hayatımın hiçbir evresinde çalışkan bir öğrenci olamadım. hayat denen bu derste, çoktan devamsızlıktan kalmışımdır. feci şekilde yaşadığını anlayamama sorunu var bende.
sevilen biri değilim. eskiden öyle olduğumu sanardım çünkü insanların bana ihtiyaçları vardı. uzun zamandır kimsenin gözbebeklerine uzun uzun bakmadım. uzun zamandır kimsenin kirpiklerinin hareketini seyretmiyorum. uzun zamandır çevremde gelişen hiçbir hareketlilik umrumda değil. şımarık bir varoluş sancısı(!) değil bu anlattıklarım. yetinememe duygusu ya da içi boş bir memnuniyetsizlik değil. memnuniyetsizlik büyük bir lüks benim gibi biri için. çünkü bir şeylerden memnuniyetsiz olabilmek için bile önce bunun değerlendirmesini yapacağın bir şeylere sahip olman gerekir. hiçbir şeyim yok. var olan hiçbir şeyi kendime ait hissetmiyorum. bu oda, bu koltuklar, bu kahve bardağı, köşedeki gitar, ayaklarımı uzattığım masa, yerdeki kopmuş bileklik boncukları, etrafa dağılmış kitaplar, hatta bu cümleleri ruhumdan süzüp sayfalara aktarmamı sağlayan bu eller.. hiçbiri bana ait değil. bazen bir mağaza kabinine girip, bu bedenimi saran ve artık ruhumu aşındıran ve günden güne eskiyerek çirkinleşen, katılaşan, dokunduğum her şeyi boş bir defteri rastgele karalarmışcasına kirleten derimi askıya asıp yenisini giymek istiyorum. hatta biraz daha şanslı hissettirecek bir şey olsa, ruhumu da çıkarıp yenisiyle değiştirebilsem. anneme benim faturamı saklıyor musunuz diye sordum geçenlerde. mizah olsun diye değil, zaten sizin gibi o da ne demek istediğimi anlamadı. ki zaten 24 yıl geçmiş, artık kendime uygun bir ruh bulsam bile beni kimse değişim yapmaz. o ışıklı, dekorlu, neşeli müziklerin çalındığı mağaza duvarlarının hemen arkasındaki depolarda kalsam bile sırıtırım ben. diğerlerini rahatsız eder buruşmuşluğum. jilet bir takım elbisenin altına giyilmiş beyaz spor ayakkabı gibi duruyorum sokaklarda. bulunduğu yerin şeklini alan insanlar hep mutlu. rengarenk giyinip sokağa çıkıyorlar, yağmur için şemsiyeler taşıyorlar yanlarında, lüks yerlerde kahve içmeye bayılıyorlar, aşk filmlerine ve müziklerine de öyle.
çirkinim, aynada yüzüme bakıyorum bazen. en fazla 5 saniyesine tahammül edebiliyorum gördüğüm manzaranın. ben bile kendi suratıma tahammül edemiyorken kim bana niye tahammül etsin? hem geçenlerde birine, sen bile kendini sevmiyorken gelip başka birinin seni sevmesini nasıl bekleyebilirsin ki? diye nasihat vermiştim. ne kadar haklıydım. beni bazen sevdiğini söyleyenler de oluyordu. hatta biri şöyle demişti;
''sen bir kara deliksin, çevresindeki her şeyi içine çekerek kirleten, kendine benzeten bir girdapsın. kimse yanına yaklaşma cesaretini göstermiyor. nediren bunu göze alanlarda sana değil, senin bu çevrende dönüp duran karanlığa aşık. belki o karanlıktan kurtulman için elinden geleni yapacak insanlar var, ama o karanlıktan kurtulup aydınlığa çıktığın zaman onlar da seni eskisi kadar sevmeyecek. buna emin ol. sen bir kara deliksin, hayatın sana biçtiği rol bu. bu durumdan kurtulmanın tek yolu bu hayatı kalbinin atmayacağı şekilde terk etmek. ve senin buna cesaretin olmadığını ikimiz de biliyoruz. bu yüzden, böyle yaşayıp böyle öleceksin, başka yolu yok..''
haklıydı. gerçekten cesaretim yok. sandıkları gibi biri değilim. karanlıktan korkup ışığı açarak uyuduğum zamanlar da oluyor, biriyle gözgöze gelip gözlerimi kaçırdığım zamanlar da. kafamı dünyevi kaygılarla doldurmak istemediğimden, bu dünyayla ve içinde eskiyen insanlarla uzayan diyaloglara girmek istemiyorum. buna sebep olacak her şeyden kaçıyorum. ara sıra karanlıktan korkuyor olmamı, geceleri gördüğüm rüyalara ya da çocukken dinlediğimiz o üç harfli hikayelerine bağlayabiliriz. geri kalan kısmı bahsettiğim sebepten.
kendimi eve kapatıp böyle düşüncelere dalmaktan keyif almıyorum. bunları birinin karşısına oturup anlatmak da istemem. zaten yaşadıklarımı birine anlatsam ya oturup karşımda hüngür hüngür ağlar ya da  'atma amına koyayım ya' diyerek kalkıp gider masadan. karşımda ağlayan insanlar görmek istemiyorum, kimsenin suratını yumruklayıp ağzını burnunu kırmak da istemiyorum. bu eylemi en son yapışımın üzerinden sadece üç gün geçmişken ve sağ elimin üzerinde hala izleri duruyorken üstelik.
bazen bu düşünceler beynimi patlatıp kulaklarımdan taşacakmış gibi hissediyorum. derin bir nefes versem ruhum soluk borumdan uçup gidecekmiş gibi oluyor. iç organlarımı hissediyorum, kalbimin içi kafesine sığmayacak kadar dolu. ve bu doluluk insanı neşelendirecek şeylerden değil.

ve 500 yıl sonra mitoloji kitaplarında mutsuzluk tanrısı olarak yer alacak adım.

29 Eylül 2016 Perşembe

beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz? bunun üzerine bir kaç dakika düşünmenizi istiyorum. eğer gerçek bir ruh hastası değilsek, hepimiz daha mutlu, daha nitelikli, daha olumlu, daha bir şeyli bir hayat temenni ediyoruz. aradığımız aşkı bulacak, istediğimiz koşullarda yaşayacak, dilediğimiz yerlerde dilediğimiz işlerle meşgul olacağız. kendini beş yıl sonra şuan bulunduğundan daha kötü bir durumda gören var mı? bunun tahmininde dahi bulunmak saçma geliyor değil mi? elbette iyi olacağız ya, çünkü neden olmasın..

şimdi biraz düşünelim. beş yıl öncesini düşünelim. neredeydik, neler yapıyorduk, ve beş yıl öncesindeyken beş yıl sonrası için neler hayal ediyorduk. şuan için yani. beş yıl önceki kendinizle bir yüzleşelim bakalım, hayal ettiklerimizin kaçını gerçekleştirebildik. o kırmızı arabayı hangimiz elde edebildik, hangimiz o gözlerine bakmaya çekindiğimiz insanlarla aynı yatakları paylaşabildik. hangimiz süper ligde oynuyoruz, hangimiz dizilerde başrol oyuncusu olduk. -cevabı evet olan varsa eğer özelden yazsın, onlarla ayrıca konuşmak istiyorum.-
muhtemelen hepimiz hemfikiriz. istisna olarak,ben istediğim her şeye ulaştım, diyenleriniz varsa eğer, o konuda da, onlarla, hiçbir şeyin tahayyül ettikleri kalibrede olmadığı konusunda konuşalım. gerçekleşen hayallerimiz bile zihnimizde canlandırdığımızda yarattığı etkiyi yaratmıyor. maalesef. kendimden örnek vereyim; zihnimde canlandırdığım, kurguladığım, yaşadığım ya da yaşamak istediğim hiçbir şeyin karşılığı yok bu gezegende. biri demiş ya hani ''yanlış çağda yaşamanın stresi içerisindeyim'' diye, ben de yanlış bir gezegende var olmanın sıkıntısı içerisindeyim. ve bunun bir çaresi yok, ilacı merhemi yok. içince de geçmiyor, ağlayınca da.
ve bu farkındalıkla beraber ulaştığım kayıtsızlık, her sabah uyanıp tekrarladığım bu kepaze yaşamın, zihnimin dört bi yanını saran ağrısını her geçen gün biraz daha dayanılmaz kılıyor.

az önce kendimle konuşurken, insanoğlunun en büyük sorununun ''beklenti'' olduğuna kanaat getirdim. insan beklentisi kadar kırılıyor, beklentisi kadar mağlup oluyor, beklentisi kadar kaybediyor. bir şeyden beklentiniz varsa eğer, o şey sizi istediği gibi kullanabiliyor çünkü. bana bir sihirli değnek verseler, hayatım boyunca kimseden bir beklentim olmadan yaşamak yeteneğini edinmek isterdim. inanın bana, bu kanatsız uçmaktan daha zor. yaradılışımız gereği başka insanlara muhtaç ve başka insanlara karşı beklentiler taşıyarak yaşıyoruz. belki az belki çok, ama kesinlikle etrafımızdaki herkese karşı bir beklenti içerisindeyiz. birileri bizi anlasın istiyoruz, birileri bizi sevsin, hatırlasın, arasın, sorsun istiyoruz. yaptıklarımıza karşılık bekliyoruz. verdiklerimiz kadar almak istiyoruz. ne kadar farkında olmasak da, bunu inkar etsek de aslında yaptığımız her şeyin arkaplanında bir şeylerin beklentisi duruyor. bütün mağlubiyetlerimizin, yalnızlıklarımızın da temelinde bu yatıyor. bir şeylerin karşılığını alamamak, hastalığından ölüp gideceğiz. isviçreli bilim adamları kansere, vereme çare bulmadan önce oturup bu konu hakkında bir şeyler yapmalı.

beş yıl önce bana oturup böyle şeyler yazacaksın deselerdi güler geçerdim. o zaman taptaze, el değmemiş hayallerim vardı. muhtemelen beş yıl sonra da şuan bu yazdıklarıma gülüp geçeceğim. belki daha iyi, belki daha kötü bir durumda olduğum için. belki de beş yıl sonra kemiklerim bile çürümüş olacak. bu düşünce beni memnun etti. eminim ki, toprağın altında haşereler tarafından yenilmek, her sabah uyanıp aynadan gözlerime baktığımda içimdeki olumlu şeylerin, umutların, sevinçlerin biraz daha eksilmesini seyretmek kadar acı vermeyecektir.
bu yazdıklarıma gülün, siktir lan abartma, deyin farketmez. gerçekten gerçek düşüncelerim bunlar ve haklı olduğumu biliyorum.
saatlerce yazsam bu cümlelerin sonunu getiremeyeceğim. ve nihayetinde kimseye kendimi anlatamayacağım da. anlatsam da nasılsa anlamayacaklar. hadi bir mucize gerçekleşti ve birileri beni anladı diyelim, bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. içimdeki anlaşılma beklentisini söküp atamıyorum. ama bu hayalötesi anlaşılmanın hiçbir boka yaramayacağının da farkındayım. çıkar yol yok yani. yarın sabaha uyandığımda da boktan bir yataktan kalkıp, boktan merdivenlerden inip, boktan bir mutfakta, bu boktan bedenimle başbaşa boktan bir kahvaltı yapıp, boktan rutin şeyleri yapmaya devam edeceğim.
hani haklı olmak mutlu olmaya yetmez ya, hani bazen doğru olanı yaptığını bilirsin ama doğru olan asla memnun etmez ya, hani bazen yapman gereken değil de yapmaman gereken şeylerin seni mutlu edeceği tutar, -ki genellikle öyledir- işte öyle zamanlarda doğru şeyleri yapmanın hiçbir halta yaramadığının farkına varırsın. işte oradayım...

karanlık bir gecede bütün iletişim araçlarını kapatıp bir kaç dakika kendinizle yüzleşin. bu sizin için sizden ricam olsun. bir çoğunuzu tanımıyor olsam da, bir çoğunuzdan nefret ettiğimi de belirterek, hepinize iyi geceler diliyorum..

12 Eylül 2016 Pazartesi

artık bayramlara inanmayacak kadar büyüdük frida.
kirlendik. çocuk değiliz. kimse başımıza yeni papuçlar bırakmıyor.
ve bir şair bozuntusu şöyle diyor konuyla ilgili;
birinin elini öpmenin ona itaat etmek anlamına gelmediği zamanlarındı bayram sabahları..
hak veriyorum..

eskiden mükafatı olan her şeyin şimdi bedelini ödüyoruz.
gri sabahlar dolaşıyor tepemizde. sabahlar tepemizde, geceleri ayaklarımız altına almışız.
ne çok şeyi ayaklarımızın altına alıyoruz, pek az şeyin yeri başımızın üstünde.

geceleri sevmek herkese nasip olmaz diyor tanrı. kimse duymuyor onu. gönderdiği vahiyler, gönderilene pek ulaşmıyor. muzdaribiz.
bazen aşık oluyoruz, bazen nefret ediyoruz, bazen ikisi birden oluyor.
meşguliyetlerimizi kendimiz belirlediğimiz sürece özgürüz. birine aşık olmak da buna dahil, birinden nefret etmek de.

bir şeylerin külünün izi kalmış gömleğimizde, uzanıp silkelemiyoruz.  sert bir rüzgara ihtiyacımız var, şemsiyelerimiz hep tersine dönük.

güzel gözlü kadınlara şiirler yazıyoruz, okumuyorlar. güzel gözlü kadınlar, güzel gülen kadınlar, güzelliklerinin farkındalar. çirkin adamların onlar için yazdıkları umurlarında olmuyor. çirkinlik hala fiziksel. bu değişmeli.

-bütün bu meşguliyetlerin arasında ben, seni seviyorum frida. ara sıra birayı şişesinden içerken havaya kalkan burnun geliyor aklıma. tanrı böyle bir gezegen yaratmadı henüz. böyle bir şiire ilk kez denk geliyorum, kalkıp gidebiliyor oturduğu masadan..

-sığındığım yerler var, keşfedilmesinden korktuğum. başımı ellerimin arasına alıyorum.
gitarın tellerine vuruyorum ara sıra. bazen resmini koyuyorum karşıma. konuşmuyorsun frida, küs müyüz?

-görüyorum, hala bir yerlerde gülüyorsun yeşil yeşil. bu ormanları gözlerine sığdıran tanrı, beni seninle yan yana yürütemiyor mu? sadece soruyorum.
-sadece soruyorum tanrım. bak bu frida, bunu sen yarattın. adaletini sorgulamak gibi olmasın ama tanrım, beni de sen yarattın.

*yollara düştüğüm gecelerden geliyorum. özlediğim yerlerden. bilmediğim yerlerden, gitmek istediğim yerlerden, bayram sabahlarından, otogarlardan, tren garlarından, havalimanlarından, kavuşulan yerlerden, konuşulan yerlerden, gülüşülen yerlerden, şarap kadehlerinden, rüzgarda savrulan perdelerden, soğuk biralardan, filmlerden, sevilen müziklerden.. arkamı dönüyorum,
senin kapın.

kapalı.

bir kapı ne kadar kapalı olabilir frida.
yüreğinin başka girişi yok mu?
neden bir yangın merdiveni koymamışlar buraya.
birinin gülüşünü seyrederken insan yanmaz mı sanıyorlar?
yanar frida.
bir adam, bir sabah vakti uyanır uyanmaz fotoğraflara koşuyorsa,
soluk soluğa kalıyorsa bir odanın içinde,
ve o gülüşü seyretmenin başka bir yolu yoksa,
pek etrafta duman göremezsin, ama,
bu yangın sayılır frida.


''çocukluğumun bayram sabahları gibisin..''
bunu daha önce biri başka biri için söylemişti, ben pek inanmadım.
ama sen,
hakikaten öylesin.

tamam belki ben bu dünyada bir hiçim,
vasızfısızım, beceriksizim.
ama sen yeryüzünün bütün harikalarının sergilendiği bir sergi gibisin,
yağmur sonraları istanbul,
gülümseyen çocuk elleri.
bazen rengarenk gökkuşağı,
bazen hoyrat bir deniz..
daha da yazarım biliyorsun, ama inan bana,
kelimeler kifayetsiz kalıyor. boynu bükülüyor cümlelerin.
eğilip, bükülüp boşluğa düşüyor harfler.
inan bana, gerçekler bunlar,
eğer abartıyorsam piçim..


1 Eylül 2016 Perşembe

bir balkondayım ve yıldızları seyrediyorum.. bütün mevzu bu. öyle pek abartılacak bir yanı yok, yıldızları seyredebileceğiniz sıradan herhangi bir balkon burası. herhangi bir balkon ama öyle alelade bir balkon da sayılmaz aslında. demir parmaklıkların arasından ayaklarımı uzattım ruh halime uygun müzikler dinliyorum. ortamda eğreti duran hiçbir şey yok. buna bitmiş kola şişesi ve yırtılmış cips paketleri de dahil. yıldızlar öyle güzel ki, bu anı yazmasam olmazdı. böyle güzel anlarda hemen kağıda kaleme sarılırım. kimileri fotoğraf çekerek ölümsüzleştirir bu anları, ben, eğer yalnizsam, yazarım genelde. konu hep baska başka yerlere gidiyor olsa da, zihnimdeki ızdıraplar için bir çıkış kapısı olur bu anlar. işte o anlardan birindeyim. şuan bulunduğum sokağın adını sorsanız bilmem. bir kaç yüz metre ötede insanlar gürültü eşliğinde dans ediyorlardı, barlar sokağı diyorlar adına. oraya yakınım.
burada da daha fazla kalamayacağım, yarin sabah gidiyorum. üstelik çantamı da ilk kez geceden hazırladım. istikamet neresi, bilmem. otogara gidip rengini beğendiğim bir firma tabelasının kapısından girer, o an ismini beğendiğim bir yere giderim belki. son haftalarda böyle oluyor. sabit kalamıyorum. kalıcı olamıyorum. kalıcı olmak fikri bunaltıyor beni. eskiyen bir şeyleri hatırlatıyor. eskimiş, alışılmış, zorunluluktan yan yana duran nesneleri anımsıyorum. annemi özledim. annemi fena halde özlüyorum. bu geceye dair net olarak hissettiğim tek sey bu.
yıldızlar güzel, balkonlar güzel, masada duran çöpler bile güzel, bir biz insanlar cirkiniz. kötüyüz, bayağıyız. birbirimize tutunmadan ayakta duramayiz, ama birbirimizi itelemekten başka bir halta yaradığımız yok.. sonumuz tutunamamaktan olacak. sevgiye, iyiye ve güzele...

nazan öncel'den gitme kal bu şehirde, bunu okuyan herkesten bana armağan olsun.
hepinize, mümkün olduğu kadar, iyi geceler...

26 Ağustos 2016 Cuma

bir yaz sonu hikayesi

ihtimaller ihtimaller.. kafam hayli karışık, kendi uydurduğum hikayelere inanmaya, onları gerçekmiş gibi yaşamaya başladım. epeydir kafamdaki en belirgin soru işareti sensin ve ben galiba sana bir şeyler anlatmak istiyorum. daha önce duyma ihtimalin olmayan şeyleri anlatmak istiyorum özellikle. bu yüzden güzelliğine falan değinmeyeceğim, klişelerden hoslanmam. 
şöyle ifade etmeye çalışayım;

edip canseveri düşün, masmavi bir denizin kıyısına ayaklarını uzatmış, rakısını yudumlarken bir şeyler karalıyor. cemal geliyor sonra, süreya olan. oğlum o öyle olur mu diyor, eksik yazmışsın. değiştiriyor bir kaç yerini şiirin. turgut uyar kumsala uzanmış, kumların gece serinliğini ensesinde hissederek göğü seyrederken bu diyaloğa kulak kabartıyor, n'apiyorsunuz beyler siz sabahtan beri? diye dalıyor mevzuya. kağıda bir göz gezdiriyor, güzel, ama daha iyi olabilir.. başlıyor bir şeyleri silip yeniden yazmaya. bir yandan da gülümsüyor, lan diyor ben bu dallamaya boşuna şiir yazmadım, işte yalnızlıktan nefes alamadığı gecelerin mükafatı, diyerek havaya kaldırıyor kağıdı. -bahsettiği dallama benim, turgut uyar'ın adıma şiir yazdığını bilmeyen yoktur herhalde- üçü birden sevinip, göğe bakıyorlar. -yazmayı bıraktım 10 saniyeligine, otobüsün camına başımı yasladım, göğe bakiyorum. karanlık. saat 05 37.  dedim ya işte, hikayeyle gerçeği pek ayıramıyorum şu sıralar. şehir şehir dolaşıp, bir şeyler arıyorum mütemadiyen. niyetim bulmak değil,  belki aramış olmak da değil. daha çok bu arayış hali..-
didem madak, nilgün marmara'ya bir şeyler anlatırken denk geliyor manzaraya, konuşmayı kesip yanlarına koşuyorlar birlikte. kısa bir muhabbetten sonra kağıdı alıp birlikte okumaya başlıyorlar. her yeni satira  gülümsemelerini biraz daha büyüterek geçiyorlar.  -dünyadayken yapmayı pek beceremediklerini söylerlerdi, buna mutlu oluyorum.- her şey çok güzel, yalnız buna bir kadın eli değmeli deyip kağıdı alarak geldikleri yere dönüyorlar. kumun üzerine serdikleri çarşafa yüzüstü uzanarak kafa kafaya veriyorlar ve başlıyorlar bir şeyler  yazmaya. bir iki dörtlük daha uzatıyorlar kağıtta yazan şiiri. şimdi daha iyi oldu gibi, deyip gülümsüyorlar.. dikkatli bakiyorum, eğilmiş gamzelerinden su içiyor kuşlar. ne ilginç bir manzara. şiir gibi..
o sırada teknesiyle oradan geçen van gogh, gördüklerine inanamıyor. merak edip yanaşıyor kıyıya. vakit kaybetmeden bunun resmini cizmeliyim diyor kendi kendine, kağıt rüzgarın etkisiyle uçup van gogh'un sol kulağına takılıyor. bu ne lan şimdi? diye sorgularken, biraz meraktan, biraz da ortamın yarattığı havadan başlıyor okumaya.. son satıra geldiğinde kağıdı yere fırlatıp arka cebindeki fırçaya sarılıyor, koşarak edevatını alıyor tekneden. başlıyor az önce okuduklarını resmetmeye.. bir kaç günlük uğraştan sonra, bu böyle olmayacak deyip da vinciye mesaj atıyor "knk nerdesin" diye. kısa bir konuşmanın ardından yola çıkıyor da vinci. apar topar yola koyulmuş olmanın verdiği gerginlikle van gogh'a sitem ederken resmi görüyor, ovuşturuyor gözlerini, tekrar bakıyor, bu ne oğlum diyor, kim yaptı bunu? kağıdı gosteriyor van, burada gördüm diyor. okumaya başlıyor da vinci.. geride bıraktığı her satırda biraz daha hayret ifadesi beliriyor suratında. van gülüyor, ben sana demiştim diyor. okuma merasimi bitince da vinci, tablonun başında duran van'ın yanına koşuyor. uzun uzun tabloya baktıktan sonra, eksik olmuş oğlum bu, diyor. düzeltelim şuraları.. bir kaç gün daha uğraşıp nihayete erdiriyorlar sonunda. şimdi tamamdır, hadi bir kaç bira içelim diyorlar ve bukowski'nin işlettiği tekele gidiyorlar. biraları alırken kağıttan ve tablodan bahsediyorlar biraz.. bukowski, siktirin lan olur mu öyle şey amk, deyip kovuyor onlari. neyse ki gelen müşterilere biraları poşete koyduktan sonra kufur ediyor bukowski, usul erkan bilen adam nihayetinde. tekelci olmasi başlarda beni de şaşırtmıştı. tablonun yanına geldiklerinde mozart karsiliyor onlari, tabloya bakarak 2551. senfoniyi çalıyor. lan bu parça bu herifin hangi albümündendi diye bakiyorlar birbirlerine. neyse diyorlar, bizene biz dinleyelim. derken oğuz atay sese uyanıyor. ağır ağır dogrulup bu ne gürültü beyler diyor. yaptığınız bu şey sizce ne kadar normal? bütün bakışlar kağıda ve tabloya yöneliyor. bu ne şimdi deyip esneyerek yaklaşıyor ağır ağır ve aksayarak.. yaklaştıkça gergin yüzü gevsiyor,  hatta son birkaç adımda gülmeye başlıyor. biraz tabloya baktıktan sonra kağıdı alıyor eline, okuyor, okuyor.. oğlum bu olamaz, bu mümkün değil lan diyor ve tutuna tutuna geldiği bastonu fırlatıyor yere. selimi arayıp uyan oğlum turgut diyor, selime de söyle çabuk buraya gelsin, artık tutunacağız. hatlar heyecandan biraz karışıyor tabi. -oğuz abim büyük adam, çok büyük.-
can yücel'in sesi duyuluyor uzaklardan. napiyorsunuz lan siz burada,  burası babanızın tarlası değil lan, datça oğlum burası, benim memleketim. burda her şey gerçek, diye bağırarak olay yerine geliyor. gördüğü manzaraya hayret ederken, biralardan sarhoş olan van goghu işaret ederek turgut uyara bakıp, ne ayak lan bunlar diyor. turgut uyar hala naif. yaklaş da kendin gör diyor. lan hanım evde yoğurt bekliyor ne şiiri ne tablosu? derken didem madak okuması için rica ediyor. siz de mi burdaydiniz diyor can baba, ettigi kufurlerden biraz utanarak. neyse bari, bir bakayım diyor. tabloya attığı her adımda hipnotize oluyor adeta, görenler öyle yorumluyor bunu. bira verin lan bana diyor, hanginiz yaptınız bunu oğlum, benim hanımın gençlik yıllarına benziyor, diyerek bir dikiste bitiriyor da vincinin yarim birasını. soğan yemiş pezevenk, diyerek yüzünü ekşiterek gülümsüyor. sonra kağıdı alıyor eline. kağıdı eline aldıktan bir kaç saat sonra anca kendine gelip beni arıyor hemen. oğlum o saklandığın tepeden hemen aşağı in, burda sana ait bir şey var diyor. hem herkes senin orada olduğunu biliyor gerizekali, kimden saklaniyorsun, tisortunu kıyıda unutmuşsun, diye ekliyor sonra ve çok şanslısın lan diyerek gülüyor telefonu kapatırken. koşarak inmeye başlıyorum tepeden aşağı, calilardan, dikenlerden ve papatyalarin uzerinden atlayarak geçiyorum. sonra diyorum ki dur lan didem ablalara çiçek götüreyim, sonra kendimle çelişip salak mısın oğlum, kocaman çiçek bahcelerini ziyarete elinde bir tane cicekle gidilir mi diyerek vazgeçiyorum ve kosmaya başlıyorum tekrar. belki 5  belki 10 kilometre aralıksız koşuyorum. soluk soluğa kalıp ağzımı musluga dayayarak kana kana su iciyorum niyagara selalesinin kurnalarından. devam ediyorum son surat kosmaya ve cigerlerim patlamak üzereyken variyorum can abinin yanına. abi niyagara o kadar da büyük değilmiş he, bizi kaldırmışlar, diyorum, o bizim çay lan ne niyagarası mal mısın? diye karşılık veriyor o da bana. datcadayiz oğlum diyor, datcadayiz. o sirada gözüm tabloya ilişiyor, can abinin dediklerini duymaz oluyorum. kendime gelip, abi bunun burada ne isi var diye anca sorabiliyorum. hem kim çizdiyse gözlerini biraz şaşı çizmiş, söyleyelim düzeltsinler bunu. herkes aniden bana dönüp hep bir ağızdan siktir lan, diyorlar. didem abla çok ayıp der gibi bakıyor onlara. nilgün ablayla beraber yanıma geliyorlar. kağıdı elime turustururken, al bak bu senin, senin diyorlar. bu ne lan şimdi, noluyor burada, bu kızın resmini kim çizdi, hayırdır diyecekken oğuz abimle gözgöze geliyoruz, susuyorum. tabloyla, kağıdı verip bir otobüse bindiriyorlar beni. haydi datcaya gidiyorsun diyorlar. kendimde değilim, tepki veremiyorum. bir an öpecek gibi oluyorum tablodaki resmini. sonra dikkatli bakıp, lan vallahi tam yapamamislar ya, diyerek gülümsüyorum... 

muavinin sesiyle uyanıyorum sonra, 10 dakika ihtiyaç molası diyor. abi ne on dakikası lan, tablom nerde benim diyecekken, bakıyorum ki başka bir gezegendeyim. kendime gelmem 7 dakikami aliyor ve agir adimlarla üzülerek isemeye gidiyorum. adaletine yandigim dünyası. arka fonda yüksek sadakat çalıyor. belki bir gün bunları okursun, diye düşünerek alıyorum elime telefonu not defterine bunları yazıyorum.

abartma deme caminin ici, gerçekten o tablo tam olmamıştı. şiireyse bir kaç dörtlük daha eklenebilir...

15 Ağustos 2016 Pazartesi

falanca şehrin, falanca sokaklarından birinde, bir bilgisayara oturmuş bir şeyler karalıyorum. on altı gündür yollardayım. neden yolda olduğumu, nereye gittiğimi bilmeden.. bu ara sıra can sıkıcı olsa da genel itibariyle rahatlatıcı bir yolculuk şekli. bir arayış ya da varış ihtiyacı gözetmeksizin, kendimi tamamlamaya çalışıyorum. -bir yandan da eksiliyorumdur belki, ruhumun çürümüş uzuvlarını yürüdüğüm yollarda bırakıyorumdur, kim bilir.. ben bilmem..-
henüz bir şey bulamadım. bir şey bulduğum zamanlarda, bir şey bulduğumu o an idrak edemeyeceğimin de bilincindeyim. bu yüzden varışsızım, sonuçları önemsemiyorum. belki üzerinden yıllar geçtikten sonra bir dost sohbeti eşliğinde bu anlardan bahsederken anlayacağım, bu yolculuk esnasındaki kazanımlarımın ve mağlubiyetlerimin ne olduğunu. belki de bu günler benim geride kalan hayatımın tamamı olacak. bundan sonraki hayatımı yerleşik bir düzeni redderek yaşayacağım, kim bilir. yarına dair bildiğim hiçbir şey yok. an geldiğinde, hazırlıksız bir bugün'ün, artık yarına çıkamayacağı gerçekliği dışında. bir gün gelecek, o günün sabahı bizim için yarına ulaşmayacak. ve geride yalnızca böyle yazılar kalacak hakkımızda. şanslıysak birileri okuyacak bunları, vay amına koyayım, diyecek. herifle aynı şeyleri düşünmüşüz.
işte o vakit gökyüzünden aşağıya bakıp gülümseyeceğim, geç kaldın be amına koyayım, diyeceğim ben de. ama kızmayacağım tabi, nihayetinde hangimiz hangimize geç kalmadık ki? oğuz atay'ın şuan bize baktığı gibi bakacağım dünyaya tepeden. asla onun kadar büyük bir yazar olamayacağımın verdiği bilinçle tabii. oğuz abim, yaşasaydın bu yolculuğun sonunda senin eşiğine basmak isterdim. seninle aynı masaya oturup derdimi açmak isterdim sana. biliyorsun, bu pek yaptığım bir şey değildir. sen de bana anlatabilirsin, iyi sır tutarım... neyse güzel abim, daha fazla kafanı şişirmeden gideyim ben, bir çay içimlik borcum olsun. umarım bir dahaki sefere, atılgan yusuf abimi de alır galatada bir yerlerde otururuz.. selametle..

yollarda kendi kendine konuşanlara deli diyor bu toplum. şizofreni diyor biraz daha iyi ihtimalle, bir kapıya bakıp orada biri varmış gibi konuşanlara. ee peki yazarlara, şairlere duyulan bu saygı, sevgi neden? düşüncelerini sesli değil de yazılı ifade ettikleri için mi? saatlerce boş bir odaya bakıp, onlarca sayfa yazı yazan insanların sokakta görüp alay ettiğiniz o statü sahibi olmayan delilerden ne farkı var? var olmayan şeyleri varmış gibi düşünüp, var olan şeyleri yok eden bu yazıların sahipleri neden akil insanlarmış gibi lanse ediliyor. manyağız oğlum hepimiz, safi manyağız. bundan iyi bir şeymiş gibi bahsedenleri de ayrıca sikeyim. kötü bir şey de değil elbette, ama asla övünülecek bir şey olamaz. (kendimi ilk kez yuazar sıfatına dahil etmişim, sonradan farkettim. ilginç.)

bu beter düzenden benim payıma düşen delilik ise, dünya denen bu tımarhanedeki varoluş nedenimi sorgulayarak, bir neden arayışıyla yollara düşüp, hiçbir bok bulamamak. yukarıda da dediğim gibi, bulmuş olsam bile bunu idrak edebilecek kadar sağlıklı bir ruh haline sahip değilim şuan. yani aslında sizin delilik dediğiniz,biraz da bu gibi şeyler. söyleyin, bundan gocunmam.
ağlamaktan, güçsüz görünmekten de gocunmam artık. çünkü eskisi kadar güçsüz değilim. yola çıkarken yazdığım yazıda da söylediğim gibi, hiçbir şey artık o geceki gibi olmayacak. gerçekten hiçbir şey artık o geceki gibi değil. bir insanın iki haftada iki yıllık olgunluğu zihin heybesinde toplaması, dimağ süzgeçinden geçirip, kalan işe yarar kısımları kendi fikirlerine empoze etmesi ne derece mümkün sizce bilmiyorum ama ben her sabah aynaya baktığımda bunun keyfiyle uyanıyorum. ve duyduğum bu manevi keyif, maddi bir keyifsizliğe yol açıyor. içinde bulunduğum bu zifiri yalnızlığı biraz daha koyulaştırıyor ve aksi bir yaşamın pek de mümkün olmadığını hatırlatıyor bana her sabah. bunu değiştirmek için yapabileceğim pek bir şey yok, o yüzden hiçbir şey yapmıyorum. tek yapabildiğim gitmek. keyif aldığım tek duygu bu şu sıralar. duygu diyorum, çünkü gitmek, bir eylemden çok bir duygu selinin insan hayatına yansıması. sayın dinleyenler, bu dediğimi belki bir gün anlarsınız.. o zaman tekrar burada buluşalım.
velhasıl; yalnızlığımı da sırtlayıp gidiyorum.
belki bir kaç hafta sonra bu yazıya kaldığım yerden devam ederim. halinize üzüldüğümü bilmenizi isterim, sevgilerle..


gönderen: hiçbir yerde ol(a)mayan bir hiç kimse
alıcı: pek de önemli değil

31 Temmuz 2016 Pazar

canım insanlar, 'hoşça kal'ın...

konuya nereden başlayacağımı, nasıl devam ettireceğimi ve ne anlatacağımı bilmiyorum. tek bildiğim bu geceye dair kesinlikle bir şeyler karalamam gerektiği. bu karalamalar, aylar boyu tek başına yürünen yollarda, uyku tutmayan gecelerde, başını cama yaslayıp seyahat ettiğim otobüs yolculuklarında zihnimde tahayyül ettiklerim sonucunda ortaya çıktı.
sonuç ne olursa olsun bu gece, geriye kalan hayatım için bir milat olacak. iyi ya da kötü, bu çok da mühim değil artık. ama kesinlikle bir şeyler değişecek ve bu sabah uyandığımdan farklı uyanacağım.

yaklaşık üç saat sonra yola çıkıyorum.

neden gidiyorum ve neden şimdi? aslında bu soruya yüzlerce farklı şekilde cevap verebilirim ama biraz düşününce, içlerinden en tatmin edici olanı; '' artık kalmak için bir nedenim kalmadı'' demekmiş gibi geliyor. evet tam olarak böyle diyebilirim.. kalmak için bir nedenin yoksa gitmek gerekiyor çünkü. geride kalan yaşamım boyunca hayat bana bunu öğretti. ve gerçekten gitmek istiyorsan eğer, şu andan daha doğru bir zaman yok. yarını, sonrası yok. ya şimdi ya da hiç. buna emin olabilirsiniz..

nereye gidiyorum? bu soruya verecek bir cevabım yok. zaten bu soruya cevap verebilmeyi de pek istemezdim. yani bu gidiş, uzunca bir tatil ya da planlanmış bir beden göçü olarak cereyan etsin istemem. planlanan kısımları var tabi ki ama bu kesinlikle olayın gidişatıyla alakalı değil. tamamen başlangıcıyla alakalı. mesela, gün boyu bu yazıyı yazmayı planlıyordum, ama içeriğini hiç düşünmedim. an itibariyle, yazdıkça kendiliğinden gelişiyor.. bu sorunun cevabı da böyle gibi.

yolculuğa çıkış sebebim, 'bir yere varmak değil, hiçbir yerde olmamak.'' yani varacağım yerden çok o yolculuğun kendisini önemsiyorum. ki bir yere varabilecek miyim ya da varmak ister miyim, orası da muamma. mevzu gitmek işte, salt gitmek.
''gidiyorum, öyleyse varım''

bu şehrin keşmekeşinden, samimiyetsiz insanlarından, eğreti ilişkilerinden, havasından, suyundan, trafiğinden çok sıkıldım. artık hayatımın geri kalan kısmında, derin derin soluyabileceğim yerlerde bulunmak istiyorum. ve bu doğrultuda yaşabileceğim bir yer bulup, oraya yerleşme amacıyla çıkıyorum yola. neresi olduğu pek de önemli değil. hatta hiç önemli değil.
ben artık yanımda kaybetmekten korkacağım insanlar olsun istiyorum. kayıplarımın, mağlubiyetlerimin sorumlusu yalnızca ben olayım istiyorum. başkalarının darbesiyle yıkılmaktan çok yoruldum artık. düşeceksem, birinin çelmesi sonucunda değil, kendi kendime tökezleyip düşmek istiyorum. aşık olmak istiyorum, sevmek, mümkünse sevilmek istiyorum. kazancım az da olsa, sabah evden çıkarken ıslık çalmak istiyorum yeni güne. mutsuzluğu da istiyorum elbet. sorumlusu olduğum hataların sonucunda, hakettiğim mutsuzluklar yaşamak istiyorum. daha da açmak gerekirse, ağlamak istiyorum sayın seyirciler, ağlamak istiyorum. doya doya ağlamak. bunun ayıplanmayacağı yerlerde olmalıyım artık. insanların artıklarını toplamaktan, açıklarını kapatmaya çalışmaktan, başkalarının hatalarının bedelini ödemekten, bu rutin yaşamdan, yalancı suratlardan kaçıyorum işte. koşar adım değil, belki sürüne sürüne kaçıyorum. ama gidiyorum lan işte. işte gidiyorum. belki bir kazım koyuncu, bir aşık mahzuni şerif gibi değil ama olsun. bir bektaş şenel olarak, en fazla ne kadar gidilebilecekse o kadar gidiyorum...
her ne kadar dönmemek üzere yola çıkıyorsam da; belki bir kaç hafta, belki bir kaç ay, belki de bir kaç yıl sonra geri dönerim. bir bilinmezliğe doğru yola çıkıyorum ve yarının ne getireceğini bilemiyorum neticede. 
ama kendimi temin ederim ki, dönmemek için elimden gelen her şeyi yapacağım. bunun için kendime söz verdim. ve günün birinde, bir şekilde dönmüş olursam bile, gidebilmiş olmanın verdiği rahatlıkla döneceğim. o olgunluğa erişerek yürüyeceğim bu şehrin kaldırımlarında, bir kez daha.. ve yine hiçbir gece bu geceki gibi olmayacak...


haketmediği halde birini üzdüysem, kırdıysam, örselediysem affetsin. benim de bu şehirde kime hakkım geçtiyse helal olsun.

bu konuşmayı yaşar kurt'tan ''alışamadım'' parçasıyla noktalıyorum.
canım insanlar,
'hoşça kal'ın..

umarım bir gün, bir gün batımında karşılaşırız...


11 Temmuz 2016 Pazartesi

mavi yengeçler tutunuyor iskelenin ayaklarına
çocuklar yosunları kumsala taşıyor
güneş hala tepede, bir şeylere inat yapıyormuş kadar tepede
temmuz ayındayız güzelim
insan bu aylarda kederlenmemeli
insan bu aylarda kederlendi mi gitmeli
ağaçlara, dağlara, çocuklara, kuşlara
insan bu aylarda kederlendi mi gülmeli
gözleri dolu dolu gülmeli
bi çiçek büyütmeli saksıda
bi çiçek daha büyütmeli
yüreğinde
yok dememeli, var etmeli güzelim
insan bu aylarda gitmeli
birini, bir şehri terk eder gibi değil
dalından koparılmış bir çiçek gibi
insan bu aylarda özleyeceği bir şeyler edinmeli kendine
bir ele dokununca heyecan duymalı
bir ele dokunmayı hayal ederken de heyecan duymalı
insan bu aylarda sevdi mi söylemeli güzelim
sonunu düşünmemeli
ki sonunu düşünmek, üzerine doğru gelen güzelliklere sırtını dönmek demektir
geri dönmek, yalnızca yolun sonu eve varacaksa güzel
insan bu aylarda yorulmadan eve dönmemeli
sevmeli güzelim, sevmeli
filmler sevmeli, masallar, rakı sofraları, dost muhabbetleri
insan yaşadığının farkına nasıl varacak başka türlü

senin de bazen göğü kucaklamak geçmiyor mu içinden?

kağıda kaleme düşmeli insan bu aylarda
yalnız bu aylarda değil
insan her ayda kağıda kaleme düşmeli
bu ay tepedeyse sen ona aşağıdan baktığın için
güneşe dokunuyorsun bir düşün
dalgalar vuruyor parmak uçlarına
gökkuşağından aşağı sarkıtıyorsun kendini
sarılıyorsun rengarenk bir kelebeğe
kedilerle konuşuyorsun
martılara eşlik ediyorsun şarkılarında
ağzını dayayıp kana kana su içiyorsun hoyrat şelalelerden
bir sıçrayışta göğün maviliğine dokunuyorsun
sonra papatyaları görüyorsun gülüşüyorlar
güller kendi aralarında konuşup utanıyorlar olup bitene
biraz daha kızarıp, boyun büküyorlar
mavi paraşütlerle çocuklar okuldan eve dönüyor
uçurtmaların ipi yok
deniz kenarında güneşleniyor sigortalı işçiler
patronları onlara soğuk meyveler taşıyor
karadutlar yerlere dökülüp şarap oluyorlar kendiliğinden
sonra dönüp bakıyorsun
bütün bunlar nasıl olabilir lan? diye
biraz daha dikkatli bakınca aralanıyor sis perdesi
karşında gülümseyen birini görüyorsun
yalnızca gülümseyen biri var karşında
ve o gülümseyince bütün doğaüstü olaylar  mümkün kılınıyor
olağanlaşıyor bütün uçuk hayaller
işte yazmak gerekiyor bütün bunlar için
işin özü yazmakta

çünkü güzelim
karşında kimse gülmese de oturup böyle şeyler yazabiliyorsun
kendi kendine konuşana deli diyorlar ama
kendi kendine yazınca şair oluyorsun

1 Temmuz 2016 Cuma

şiirimsi bi temmuz

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
sana söz veriyorum, 
her sabah erkenden uyanıp
rengarenk çiçekler sulayacağım

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
bu çocukların yüzü ondan ötürü al al
bu deniz ondan böyle mavi

-musaadenizle biraz bunu yazacağım

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
bir seyyah yolculuğa çıkmak için çantasını hazırlıyor
güzergahı özlediği yerlere doğru
bunu bir fotoğraf karesinden hatırladım


o kadar guzel gülüyor ki tanrım
bir gecekondu sofrasına kırmızı et pişiyor
çocuklar ellerini çırparak tabaklara kurulmuş 
mahçubiyeti ortadan kalkıyor dün gece aç uyuyan babanın

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
bunun gülüşüyle de alakası yok üstelik
hem adında hem de gözlerinde göğü taşıyor
martılari bundan dolayı çok seviyorum sanırım


o kadar güzel gülüyor ki tanrım
şiir okumak istediğimde fotoğrafına bakıyor ve sana sesleniyorum;
sen ne büyük şairsin, yazdığın şiir nefes alıp veriyor
-keşke beni karalayıp bir köşeye atmasaydin

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
zaten bunu senden başkası yapmış olamaz 
o gökyüzüne bakıp gülümserken
ben bir kez daha varlığına inandım

o kadar güzel gülüyor ki tanrım
keşke birgün okuyabilse buraları
bilirim benden pek haz etmiyorsun ama
inanıyorum, sen bana bir güzellik yaparsın


6 Haziran 2016 Pazartesi

insan, yalnızca yalnızken olgunlaşabilen bir varlık.

dört tarafı yalnızlıklarla çevrili bir ülkede yaşıyoruz. hatta yaşadığımız gezegenin de dörtte üçü yalnızlık. fen bilgisi kitaplarında eksik bahsediyorlar. yalnız doğuyoruz, yalnız yaşıyoruz, yalnız ölüyoruz. yaşadığımız süre zarfı içerisinde etrafımızda kalabalıklar oluyor. insanlar, eşyalar.. hiçbir manası olmayan bir sürü madde yığını. son bir kaç haftadır, aylaklık günlerimde -genellikle salı günleri, yapmam gereken bütün işleri askıya alıp, tek başına olmak kaydı ile canımın istediklerini yaptığım güne verdiğim ad- bunun üzerine düşünüyorum. pek bir sonuca varmış değilim ama zaten bir sonuca varma çabam da yok. artık bir şeyleri sonuçlandırmak yerine, o şeyleri anlamaya, yaşamaya çalışıyorum. sonu olduğunu bildiğim şeyleri düşünmek genellikle mutlu etmiyor, içeriği ne olursa olsun.
her neyse, klişe lafları bir kenara bırakalım. insan yalnızca yalnızken olgunlaşabilen bir varlık. mesela, bir bebeğin yürümeyi öğrenebilmesi için etrafında tutunacak hiçbir şeyin olmaması, özgürce düşebileceği bir alanda bulunması gerekiyor. aksi halde emeklemekten, eşyalara, ebeveynlerine tutunarak ayakta kalmaktan öteye gidemez. yürüme yetisini sınayabilmesi için, düşmemeye çalışırken kendisinden başka destek alacağı bir şeyin bulunmadığı yerlerde adımlaması gerekiyor. bu örnek hayatın her alanında geçerli. çünkü yalnızca yalnızken tanıyabilir insan kendini. yapabileceklerinin sınırını yalnızca yalnızken idrak edebilir. birine bir şey ispatlama çabası olmadan, toplum baskısı, beğenilme kaygısı, utanma duygusu olmadan doğal davranabilir ancak. ve gerçek olgunluğa da ancak bu yalnızlık evrelerinden geçerek ulaşabilir. kendini bu şekilde tamamlayabilir.
sistemi oluşturanlar bize yalnızlığın kötü bir şey olduğunu, yalnızken mutlu bir yaşam süremeyeceğimizi dayatıyor. kocaman bir palavra. aksine, insan belirli aralıklarla yalnız kalmalı. bir başınayken çözmeli bazı problemleri. başka bir insanın eli değmeden, başka fikirlere ihtiyaç duymadan yalnızca kendi iç sesiyle hesaplaşarak üstesinden gelmeli. çünkü ancak o zaman kesin çözüme ulaşılabilir.

kendine, ben kimim? ne istiyorum? neden buradayım ve asıl olmak istediğim yer neresi? sorularını yöneltmeyen birinin gerçek huzuru yakalaması mümkün değil. tamam bu soruları sorgulamaya başladığında da çok mutlu bir yaşam vaad etmeyecek sana hayat. ama en azından saçma sapan yerlerde, saçma sapan şeyler yaparken bulmayacaksın kendini. bir kalabalıkla gülünmemesi gereken şeylere, sırf yanındakiler gülüyor diye gülümsemek yerine, gerçek acılara, gerçek hüzünlere ağlamayı öğreneceksin. bundan şikayet de etmeyeceksin üstelik. insanların mutluluk diye tabir ettikleri şeylerin aslında, anlık, gereksiz, olmasa da olur, türde duygular olduğunu anlayacaksın. paraşütle atlamayan biri, gondola binmekten elbette keyif alabilir. ama paraşütle gökyüzünde süzülmeye alışmış birinden gondola binip, bundan haz duymasını, keyif almasını bekleyemezsin. yani keyifli olabilir tabi, ama paraşütle gökyüzünde süzülme kalibresinde asla değil. yine alakasız bir örnek oldu ama ifade etmeye çalıştığım şey hemen hemen bu. mutluluk, hüzün, dert, keder, acı.. bunlar göreceli kavramlar. yukarıdaki paraşüt örneğiyle beraber, trafik kazasında kolunu kaybetmiş birine, tırnağının kırılmasından yakınıp, onun seni ciddiye almasını bekleyemezsin. çünkü senin şikayet ettiğin durum, onun hayali.

yine yavaş yavaş asıl anlatmak istediğim konudan uzaklaşıyorum. kendimle ne zaman baş başa kalsam böyle oluyor. bir hayal başka bir hayali, bir düşünce başka bir düşünceyi beraberinde getiriyor. neticede doyumsuz varlıklarız. her zaman daha iyi bir seçenek vardır değil mi? işte bir yanılgı daha. sürekli daha iyisini elde etme, daha kalitelisine ulaşma beklentisiyle de yaşanmıyor çünkü. ben denedim, olmuyor. daha iyi seçeneklerin peşinde koşarken harcadığımız eforla, içinde bulunduğumuz yaşamı ve mevcut seçenekleri değerlendirmek çok daha akıllıca. bu hataya defalarca düştüm. burada bahsettiğim her şey tecrübe ile sabittir. bu yazıyı buralara kadar kim okuyacak bilmiyorum. okunsun diye mi yazıyorum onu da bilmiyorum. ama şuan bunları karalamaktan keyif aldığımı bilmenizi isterim. konu ne kadar can sıkıcı olsa da yazma faaliyetinin ferahlatıcı bir özelliği var. ve bu faaliyet yalnızca yalnızken icra edilebilir. yalnızlıktan hoşlanmayan birinin sanatın herhangi bir koluyla ilgilenmesi pek mümkün değil. -asla bu saçmalıkların sanat olduğunu iddia etmiyorum, yanlış anlaşılma olmasın.- sanat, yalnızca tamamen bittikten sonra paylaşılması gereken ve inşa aşamasında yalnızlık, tek başınalık gerektiren bir kavram. diğer türlü yapılınca başka bir şey oluyor. şimdi siz diyeceksiniz ki, bir sürü kaliteli müzik grubu var, bir arada çalıyorlar, onların yaptığı sanat değil mi? -siz eleştirmeyi, sorgulamayı, karşı tarafı haksız çıkarmayı ve bununla övünmeyi, mutlu olmayı seversiniz çünkü.- bunun cevabı basit. bir gitarist mesela, iyi bir bateristle uyum halinde çalabilmek için belki yüzlerce gece, elinde gitarıyla, bir başına sabahlamak zorunda. o uyumun bir parçası olmak, ekipte üstüne düşen görevi yapabilmek için o gecelerce sabahlamış olmanın getirdiği olgunluğa ihtiyacı var. ve bu 

ihtiyacı başka türlü karşılaması mümkün değil.

yukarıda da bahsettiğim gibi, insan, gerçek olgunluğa yalnızca yalnızken ulaşılabilir. yalnız kalmaktan korkmayın. kendi hayatımdan örnek vermek gerekirse, çok yakınen tanıdığım, sevdiğim, yan yanayken mutlu olduğum bir sürü insana, sırf iyilik yapmak için uzak durdum. bile isteye yalnızlığa ittim onları. başka türlü gerçekleri idrak edemeyeceklerini biliyordum çünkü. şimdi çoğu arkamdan küfür etse de, kendi vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında aslında onlara iyilik yaptığımı anlayacaklardır. anlamamaları da çok umursayacağım bir şey değil, o da ayrı bir konu.

yürüyün arkadaşlar. bir başınıza, bilmediğiniz sokaklarda yürüyün. gitmediğiniz yerlere gidin, cevabını bilmediğiniz sorular sorun kendinize. yaşamın bir sonu olduğunun, içinde bulunduğunuz andan daha değerli bir zaman diliminin olmadığının farkına varın. bu farkındalığa ulaşmak adına hamleler yapmaya çalışın. bu hamleler belki sizi istediğiniz yere ulaştırmayacak, ama en azından istemeyeceğiniz yerlerde bulunmak durumunda kalmayacaksınız. bu da az şey değil kanımca.
evet, belki size nasıl yaşayacağınız konusunda akıl verecek bir hayat tecrübesine sahip değilim, o kalibrede bir hayatım olmadı. ama nasıl yaşamamanız gerektiği konusunda hiç susmadan saatlerce anlatabilirim. 'nasıl mutlu olunur'un cevabını bilmesem de, 'nasıl mutsuz olunur'un yöntemini iyi bilirim.  yıllar boyu, bulunmak istemediğim yerlerde bulunup, yapmak istemediğim şeyleri yapmak durumunda kaldım. ve sonra da bunların sonuçlarına katlanmak zorunda bırakıldım. başarısızlık konusunda iyiyimdir yani, oraya giden yolları iyi bilirim. bundan şüpheniz olmasın.

yıllarca mağlubiyet yollarının tozunu attırmış biri olarak, şimdi de yatağıma oturdum, klasik müzik eşliğinde, okumak istemeyeceğiniz şeyler yazıyorum..
eğer daha iyi bir seçeneğiniz varsa, lütfen yazdıklarımı okumayınız.

hepinize iyi ve yalnız günler temenni ederim.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

sen sakallarımda deniz ve güneş kokusu
gittiğim bütün kıyılar
sen yeşilindesin çınar ağaçlarının 
ve kırmızısındasın gülün
seni gördüğüm vakit, dört nala çaldı içimin sirenleri 
bir gemi kalktı yüreğimden, senin kıyılarına doğru 
o gemide yok yok güzelim 
o gemide yok yok
tek başına yapılan pazar kahvaltıları, şişelerden taşan hüzünler, içilememiş biralar, yarım kalmış şiirler, suya düşmüş hayaller 
hepsi o geminin içinde ve geliyor sana doğru 
bana sorarsan kaç kurtar kendini derim
çünkü bu adam tahmin ettiğinden de derin 
boğulursun
ardından ağlayanın da olmaz 
çünkü bende bir başkası için akıtılacak tek damla gözyaşı kalmadı 
göz pınarlarımda leş kargaları 
ve çatlamış topraklar var

yağmur yağsa şemsiyeyle koşuyorlar üzerime
oysa benim ıslanmaya ihtiyacım var 
bak yine anlatamıyorum derdimi
zaten ben ıslanmayı sevmem 
ama yalan söylemeyi severim
 
ne diyorduk 
bir gemi kalktı içimden sana doğru 
rotası kayıp
yolcuları bitkin
güvertesinde beyaz güvercinler kanatları kirden pastan sararmış artık 
nedendir bilinmez ama 
bu geminin sağlam bir fırtınaya ihtiyacı var

ben alabora olmak istiyorum güzelim 
belli ki böyle bir bütün halinde ulaşamayacağım sana
birgün parçalanıp dalgalara bırakacağım kendimi 
işte o gün 
elbet bir kırıntım ulaşacaktır kıyılarına

16 Mayıs 2016 Pazartesi

nazlıyı ilk gördüğü anın üzerinden günler geçmişti. zihninde sürekli onu canlandırıyor ses tonunu hayal etmeye çalışıyordu. ne demeliydi acaba ona, nasıl etkilemeliydi. hangi cümleleri kullanmalıydı. ya dili dolaşırsa, ya yanlış bir kelime söylerse, nolurdu?  aylardan nisandı, 'istanbula bahar geldi, yüreğime sen' dese mesela, çok klişe olacaktı. giriş cümlesi ahmet batman yazıları gibi olsun istemiyordu. onun günseli'ye ihtiyacı vardı ve o kalibrede cümleler kurmalıydı.


otobüs durağında bekledi. bekledi. bekledi... ne şanslıyım, dedi kendi kendine. en azından hangi kampüste okuduğunu biliyorum. ya hakkında hiçbir şey bilmiyor olsaydım. ya bir daha göremeseydim onu? üzüldü. kendisiyle tartışmayı, çelişmeyi severdi. bazen zihnine hakim olamaz, düşünmek istemediği şeyleri düşünür, düşünmemeye çalıştıkça da kendine bir küfür savururdu. fakat sözkonusu nazlıyken buna gerek yoktu. bütün çakralarıyla hissediyordu onu. yokken hissediyordu üstelik. yokken bile bu kadar vardı, bir de oturup birlikte nohutlu pilav yeseler neler olurdu acaba? bu düşüncelerle kendi kendine gülümserken birden nazlıyı görür gibi oldu. herkesi ona benzetiyordu. acaba bu da o alakasız benzetmelerden biri miydi?  yoldan arka arkaya geçen otobüslerden, gördüğü kişinin ne yöne gittiğini anlayamamıştı. yol boşalınca karşıya geçti. tanıdı, oydu. bir başkası böyle gökyüzünde süzülüyormuşcasına yürüyemez, dedi kendi kendine. ama aynı hızda yürüyorlar, yanındakiler paraşüt takmış olmalı. metroya doğru yürüyordu nazlı. yanında daha önce görmediği iki arkadaşı vardı. mutlu olduğu her halinden belliydi. bir an hüzün kapladı mahirin içini, varlığının onu mutsuz etme ihtimalini düşündü. siyah film kaplı bir hyundai'nin camından kendisine baktı. gördüğü görüntü hoşuna gitmiyordu. çirkindi. benim gibi bir adam için aşık olmak lüks sayılır, dedi. bir yandan da adımlarını hızlandırdı. mesafeyi koruyarak takip ediyordu onları. arkadaşlarından birini metro girişinde uğurladılar. ona görünmek istiyor muyum, diye soruyordu kendine. ve sürekli tekrar ediyordu, ya beni fark ederse?  daha doğrusu ya beni fark etmezse? yani pek bir sohbetimiz yok sonuçta. merhaba, diye atlasam mı önlerine, ya sen kimsin bakışlarına mağruz kalırsam? ya görmek isteyeceği en son kişiysem şuan? en son olmasam bile ilk yüzde olmadığıma eminim. bi an yavaşladı, etrafına baktı. bu cümleleri sesli bir şekilde mi kuruyordu, kontrol etti. kendisine şaşkın bakışlarla bakan kimse yoktu. rahatladı, yürümeye devam etti...

10 Mayıs 2016 Salı

gitmek manifestosu

...

neden gidemiyoruz?
çünkü bizi gidemeyeceğimize inandırdılar.  ciddi bir gitmenin mümkün olmayacağını ve küçük küçük gitmelerin bile ciddi sorunlara yol açacağına inanmamızı istiyorlar. ve bunu beceriyorlar da.
rutine ve monotonluğa mecbur muyuz? neden her gün aynı saatte uyanmamız gerekiyor?
hiçbir işine yaramayacak şeyleri üretmekle, çoğaltmakla ya da pazarlamakla geçen ömürlerin sonunda salt pişmanlıkla ölüyor insanoğlu. bunun farkına vardığında ise çok geç oluyor. gidecek gücün varken, cesaretini kıracak görevlendirmelere tabii tutuyorlar.  gidecek cesareti bulduğunda ise gücün olmuyor. öyle hissetmen için ellerinden geleni yapıyorlar. dahil olduğun sistemin genel işleyişi dışında bir hamle yaparsan, düzenin bozulur, rahat edemezsin. bu çark böyle gelmiş, böyle işlemek zorunda. bunu dayatıyorlar. başka bir yaşamın, başka türlü bir eskimenin mümkün olmayacağını ezberletiyorlar, özellikle öğrencilik yıllarında. -eskimek, onların yaşamak dedikleri- kariyer planlamaları, sınavlar, sınavlar, sınavlar. mezuniyetler, sonra tekrar sınavlar. tekrar mezuniyetler, atamalar, maaş arttırımları, toplum saygınlığı. bütün bu virgül aralarında ise bol bol stres, bol bol mesai, bol bol bağımlı yaşam. ki bu bahsettiğim onların sunduğu yaşamların neredeyse en iyisi. özgürlük kavramı, onlar için; işten eve dönerken, hergün yürüdüğün yollarda ıslık çalma hürriyeti. yaptığın, yapacağın ve yapman gereken her şey onlara ait, onların sorunu. ama ıslık çalacak keyfin olmaması senin problemin.
suçlu onlar da değil aslında, onlara da böyle olmanın eğitimi verildi. çoğu insan yolculuğunu olmaktan korktuğu yerde tamamlıyor. örneğin, ortalama bir ofis insanını ele alalım. sıradan bir personelken müdürünün sergilemesinden yakındığı bütün davranışları, yıllar sonra, müdürlük yaptığı kurumlarda kendisi sergiliyor. şikayet ettiği ne varsa alışkanlığı oluyor. bunun için yalnızca biraz zaman ve hükmetme gücü gerekli. sistemin gediklileri tarafından ezildiği için, artık erk olmaya ihtiyaç duyuyor. ve bu mertebenin getirdiği güce dayanarak, gediklilerin yaptığı ne varsa aynısını uyguluyor, uygulatıyor. çünkü bu düzende kalıcı olmak bunu gerektirir. işler böyle yürüyor. zulüm arttıkça zalimlik çoğalıyor. yani gücü yeten yetene. dünün mazlumları, bugünün azılı zalimleri..

biliyorum bana katılıyorsun. söylediklerimi haklı buluyorsun.
ee o zaman gidelim buradan. neden gidemiyoruz ki? bizi tutan ne var? onların dayattıklarını neden yapmak zorundayız? bir etrafına baksana, burada işler iyi insanların istediği gibi yürümüyor.
hergün gördüğün bu suratlar sana benziyor mu? en yakınların, dostların, arkadaşların, sevgilin. ne uğruna yaşıyorlar? soruyor musun hiç? onları geçtim, kendine soruyor musun? en son ne zaman kendinle sohbet ettin? delilik miymiş bu, psikoloğun öyle mi diyor? siktiriniz gidiniz lütfen, deseydin. aylak aylak dolaştığın bir günde, karşına çıkan sokak köpeklerini, kuşları, ağaçları kendine hayatındaki bütün insanlardan yakın hissettiğin anlar olmuyor mu senin de?

iyilik kavramını bile televizyonlardan seyrediyor, öğreniyoruz. kamera hangi açıdan çekmek isterse, o açıdan gördüğümüz olayları, iyi-kötü diye adlandırıyoruz. kiminin elindeki çiçek silah oluyor, kiminin elindeki bomba papatya demeti. her şey biraz ters açı, biraz dublaj.
neyse işte, gidelim buralardan. bütün mağlubiyetlerimizi, kayıplarımızı, yıkılan umutlarımızı, kırılan kalplerimizi, gerçekleşemeyen hayallerimizi de yanımıza alıp gidelim. bir yere ulaşmak için de gitmeyelim üstelik. o yolculuğun kendisi için gidelim. varmak, tamamlamak demektir, bitirmek demektir. bitirmek ise, bir şeylerin sonlanması. hayatı boyunca bir şeyi aradığını düşün ve sonunda kavuştuğunu. bir süre o şeye sahip olmanın verdiği mutlulukla geçecek, sonra tekrar yola çıkmak isteyeceksin. ama bir bakacaksın ki, artık yaşamak için bir amacın kalmamış. ulaşmışsın artık aradığına. yıllardır hayatının neredeyse tamamı olan o arayış artık yok. ne büyük bir boşluk.

biten şeyler beni mutlu etmiyor, içeriği hiç önemli değil.

bu okuduğunuz satırlar bir ''yola çıkmak, gitmek'' manifestosudur.  herhangi bir yere, herhangi bir yerden. terk ettiğiniz bir insan da olabilir, bir şehir de, bir yaşam da. yeter ki onurlu bir yola çıkış olsun. varacağınız yer hiç önemli değil. böyle durumlarda varmak, ölümle eşdeğer. yola çıkın. ama evden işe gider gibi değil. işlerin en yoğun olduğu zamanda, ceketinizi alıp istifanızı vermek gibi. rahmetli yakınınızın teneşirdeki görüntüsü gibi. fırtınadan sonra devrilen bir ağaç gibi.

aynı fikirdeysek, aynı kişiyiz.
gidelim..

6 Mayıs 2016 Cuma

canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur.

adım fikret, bugün size bir arkadaşımın başından geçen enteresan bir olayı anlatacağım.


etraf iyiden iyiye kararmış, grupta azalmalar olmuştu. orada bulunan herkes ortak bir arkadaşın doğum günü vesilesiyle biraraya gelmişti ve g ile ilk kez orada karşılaştık. ne renk olduğuna hala kesin olarak kanaat getiremediğim gözleri, hafif sarı dalgalı saçları.. -genelde bu tarz benzetmeleri iyi yaparım. ama sözkonusu g olunca, kahvehanede akşama kadar ellibir/batak/okey üçlüsü etrafında toplanıp, futbol, siyaset, kadın konuşan emekli amcalara dönüyorum. yoksa o gülerken hafif kısılan gözlerini, bira içerken havaya kalkan burnunu çok rahat bir şekilde bin yüz elli iki sayfa boyunca anlatırdım. edebiyatım iyidir.- birbirini tanıyan herkes bir şekilde dağılmış, kala kala, daha önceden birbirinin adını dahi bilmeyen beş kişi kalmıştık orada. ilginç bir ortam oluşmuştu, bir ara bu konuya değinip gülüştük. boş bira şişesinin tepesine taktığımız mum her geçen dakika biraz daha kısalıyor, kötü esprilerin sayısı git gide azalıyordu. aramızda yarım metre mesafe olmasına rağmen g ile aynı ağaca sırtımızı yaslamıştık. en az yirmi beş yıllık, gövdesi kimbilir ne badirelere şahit olmuş heybetli bir çam ağacı. iki bambaşka hayat, iki bambaşka beden, iki bambaşka ruh milyonlarca olasılığın arasından sıyrılıp bir şekilde yan yana gelmiş ve aynı ağacın gövgesinde bir bütün olmuştuk. bir bütün olmaktan kasıt, aynı ağaca yaslanmış olmak işte. bunun ne anlama geldiğini yalnızca daha önceden tecrübe etmiş olanlar bilir. ben bilmezdim mesela, o gün öğrendim. olaylar hızlı cereyan ediyordu, gruba sonradan dahil olan g'nin ev arkadaşı hemen ortama adapte olmuş, telefonumdan açtığım müziklere eşlik ediyor, üzerine yorumlar yapıyordu. g'ile aramızda bir köprü vazifesi görüyor, ortamda eğreti duran her şeyi ve herkesi onun samimiyeti biraz daha mümkün, biraz daha olası kılıyordu. bir ara aynı şarkıya hep birlikte eşlik ettik.
aslına bakarsanız, o akşam g ile aramızda, herhangi bir şekilde biraraya gelmiş herhangi iki insanın başına gelebilecek şeyler dışında pek de enteresan bir olay gerçekleşmedi. stadyumda, tesadüfen yan yana maç izleyen iki yabancı arasında geçen diyalogdan fazlası geçmedi aramızda.. peki onu neden bu kadar ciddiye aldın diye merak ediyorsanız, asıl mevzu bahsi geçen akşamdan iki gün sonra gerçekleşti.

o akşam eve dönünce, ortak arkadaşların hesapları aracılığıyla g'nin profiline ulaştım. uzun uzun fotoğraflarına baktıktan sonra, neden bilmiyorum, bir şeyleri kağıda dökme ihtiyacı hissettim. önce, artık bir ritüel haline gelen, o, bir gün geleceğine inandığım kadın için tuttuğum günlüğe bahsettim g'nin gözlerinden, gülüşünden. sonra da bu hisleri, bir de mahir ve nazlı'nın hikayesine uyarlamak geldi aklıma. kalabalık bir caddede karşılaşacaklardı, nazlı'nın yanında iki arkadaşı olacak, mahir bütün çabalarına rağmen nazlı'nın kadrajına giremeyecek ve onun dikkatini çekemeyecekti. bu mahirle nazlı hikayesinin tanışma -daha doğrusu tanışamama- evresinden bir kesit olacak, olaylar sonradan gelişecekti.

o geceyi zihnimden geçen saçmalıkları kağıda dökerek geçirdim. ertesi sabah yine g'nin gülüşüne uyandım. yataktan kalkıp fotoğraflarına bakarken bir kaç parça çaldım. gitarla bir kaç ay haşır neşir olan herkesin çalabileceği türden üç beş basit şarkı. sonra abarttığımı farkettim. ne yapıyorsun oğlum sen? diye çıkıştım kendime. alt tarafı güzel bir kadın işte. aynı ortamda bulunduğun herhangi bir güzel kadından ne farkı var ki onun? ne olmuş yani gözlerine bakınca, yüksekçe bir tepeye çıkıp, oradan okyanusların ardından batan güneşi seyrediyormuş hissine kapılıyorsan? gülüşü aynı fotoğraf karesine sığmış milyonlarca papatyanın görüntüsünü andırıyorsa ne var bunda? bu benzetmeleri metrobüste gördüğün herhangi bir güzel kadına da yapamaz mısın? yapabilirdim, evet. iç sesime hak verdim. adamsın lan, dedim kendi kendime. her şeyi akışına bırakacaktım. evet epey güzel bir kadındı, oturmasını kalkmasını biliyor, birayı şişesinden içiyor ve müzik zevkimiz uyuşuyordu. -tam buraya uygun bir ayet biliyorum.- ama bu özelliklere uygun yüzbinlerce kadın yaşıyordu bu gezegende. o kişi neden o' olsundu ki? yıllardır hayalini kurduğum, sadece yokluğunun, olmayışının hayatımda bıraktığı izleri anlatırken bile belki binlerce sayfa karaladığım, birgün geleceğine inanarak uğruna şiirler, hikayeler yazdığım kişi neden o olsundu? emin değildim. sonra eğer bu kişi g'ise, hayat mutlaka bizi bir kez daha karşılaştıracaktır ve eğer bu karşılaşma gerçekleşirse, ''g'nin uğruna yapılması gerekenler listesi'' çıkaracak ve bu gereklilikleri bir bir yerine getirecektim. bilgisayarı kapattım. gitarı  toparlayıp, staj için gideceğim okula doğru yola çıktım. içimde daha önce hiç hissetmediğim ilginç bir heyecan vardı. evden çıkarken, otobüse binerken, metroda, istiklal caddesine girerken hep bir beklenti vardı. sanki g'ile sözleşmiştik de birazdan buluşacaktık. o da istanbul üniversitesinde okuyor, -beyazıt kampüsü- mecidiyeköy'de oturuyordu. oturduğu evde daha önce bir kez bulunmuştum. hikayenin bu kısmından da apayrı bir hikaye çıkar aslında, ama benim için pek bir anlam ifade etmiyor, o yüzden o konuya değinmiyorum. günlerden salıydı, dersten çıkıp eve gitmeden önce taksime gelip bir şeyler içmek istemiş olabilirdi, karşılaşmamız muhtemeldi. iyimser düşünürsek, belki on milyonda bir ihtimal. bu kısmı daha iyi anlayabilmeniz için, adam fawer'ın olasılıksız kitabını okumuş olmanız gerekir. mesela ben yarıda bırakmıştım. her neyse..

meydan tarafından istiklal caddesine girmiş, her zaman tavuklu pilav yediğim mekana doğru yürüyordum.- ne zaman oranın yakınında bulunsam, aç olmasam da gider orada pilav yerim. epey ucuz çünkü.- elimde sartre'ın bulantısı vardı. gömleğin düğmeleri açık bırakmış, güneş gözlüğünü tişörtün yakasına takmıştım. güzel bir kadınla karşılaşılacaksa eğer, bunun için her şey hazırdı. şehre yeni yeni bahar geliyordu ve insanların giyinme konusunda kafaları karışıktı. montla gezenler de vardı, şortla dolaşanlar da. bir kadının, elini tuttuğu adamı ağzından öpmesine şahit olup gülümsedim. derse geç kalmıştım fakat yetişmek için ekstra bir çabam da yoktu. bir şeyler için acele edilmeyecek kadar tepedeydi güneş. ısıtmasa da oradaydı. yetiyordu. bazen bir şeylerin yalnızca bulunması yetiyor, herhangi bir etki yaratmasına gerek yok. derken birden yolun diğer tarafına ilişti gözlerim. baktım. bir şiir yürüyordu. canlı kanlı, bir şiir. yürüyordu. başta benzettiğimi düşünsem de dikkatli baktığımda anladım, oydu işte. vallahi oydu. saat 9 yönünde, yanında iki arkadaşıyla beraber yürüyor ve omuzlarından aşağı sarkan saçları, ilahi bir ışık demetini andırıyordu. gülümseyişinden tanımıştım. - unutmak ne mümkün- öyle güzel gülüyordu ki, her gülümeyişinde bütün ülkeye çay ısmarlayası geliyordu insanın. muhsin abimi şimdi daha iyi anlıyorum.  kendime geldiğimde arkalarından yürüdüğümü farkettim. normalde bu tarz şeyler yapmazdım ama siz de kabul edersiniz ki durum  pek normal değildi. kalbimin atışını kulaklarımda hissediyordum. mahir'le nazlı'nın hikayesinde de olduğu gibi, kestirme yoldan, sanki tesadüfmüş gibi karşılarına çıkıp en azından bir merhaba, deme hakkı kazanacaktım. sonrasına da bakacaktık. meydan tarafına doğru yürüyorlardı. hızlı adımlarla yönümü değiştirip ilk ara sokaktan girdim. etrafımda gelişen olaylardan bağımsız yürüyor, bir yandan da aptal aptal gülüyordum. başıma ilk kez böyle bir şey geliyordu. biraz şaşkınlık, biraz da içinde bulunduğum durumun verdiği enteresanlıkla onların yürüdüğü yolun ters istikametine çıkacağım bir şekilde ilerliyordum. yüz yüze olacağımız bir şekilde karşılaşma hesapları yapıyordum.  buradan benden hızlı geçmiş olma ihtimalleri yoktu. oraya ulaşana kadar, şimdiye kadar hiç yapmadığım matematiksel hesaplamaları yapmış, kafamın içinde  yol = hız x zaman formüllerini çözmüş ve bütün olasılıkların lehime olduğunu düşünerek, kendinden emin bir şekilde, karşılaştığımızda gülümseyerek ''merhaba'' mı desem, yoksa biraz daha ciddi bir tavırla ''selam'' mı desem tartışması yapıyordum kendimle. beni tanıyacak mıydı? az önce o da beni görmüş müydü? pek umrumda değildi açıkçası. bunlar ufak detaylar. sonuçta kendime bir söz vermiştim, onunla bir kez daha yolumuz kesişirse, onun için yapılması gereken ne varsa yapacaktım. bunu onun için değil, kendim için yapacaktım üstelik. birgün onunla karşılaşma ihtimalini düşünerek başka türlü yetiştiriyordum kendimi.  kaportası beş para etmeyen ama yürüründe hiçir sıkıntı olmayan kelepir araçlar gibiydim. uzaktan görünen ben, saçmalıktan başka bir şey değildi. beni anlamaları için, belirli bir mesafeden bakmaları, etrafıma ördüğüm savunma duvarlarını aşmaları gerekiyordu. g'nin bu mesafede bulunması için elimden geleni yapmalıydım. başka seçenek yoktu çünkü. beni, mangal yapmayı becerebilen, dizinden sakat olduğu için bağdaş kuramayan, besyo okuyan, fena bir espri anlayışı olmayan ama bir o kadar da çirkin bir adam olarak biliyordu yalnızca.  yan yana bulunduğumuz bir kaç saatte edindiği izlenimler en iyi ihtimalle böyleydi. hiçbir şey hatırlamıyor da olabilirdi. daha detaylı tanışmalıydık, kendimi ona ifade edebilmeliydim, çünkü onu dış görünüşümle etkilemem pek mümkün değildi. bugüne kadar yan yana yürümek istediğim bütün kadınları bir şekilde elde edebilmiştim ama bu konunun kesinlikle dış görünüşümle bir alakası yoktu. ne yapalım malzeme bu kadar.

hikayenin devamını nasıl tahmin ettiniz bilmiyorum ama sandığınız gibi bir karşılaşma olmadı. aynı bir gece önce yazdığım hikayede olduğu gibi, oturma olasılıkları olan bütün mekanları kontrol ede ede oradan uzaklaştım. aksi bir durum söz konusu olsaydı ne yapardım bilmiyorum. konuşabilir miydim, merhaba diyebilir miydim, hadi merhaba evresini bir şekilde aştık diyelim, konuşmanın devamını getirebilir miydim onu da bilmiyorum. muhtemelen getirirdim. bu kez mevzu farklı gibi duruyor çünkü. sonrası mı, sonrası henüz yok. bahsettiğim olayın üzerinden yaklaşık üç hafta geçti ve ben oturup bu yazıyı yazmaktan başka hiçbir şey yapmadım.
zaten bu durumda ne yapılırdı ki? yine günün birinde, kalabalık bir caddede elimde bir kitapla dalgın dalgın yürürken karşılaşmayı beklemekten başka ne yapılabilirdi?
hiç..

06.05.2016