25 Ekim 2018 Perşembe

Odamdaki saatin tik takları, evrenimdeki tek ses olarak oyalarken ruhumu, ben geceye boyun eğmiş bir adam olarak alıyorum kalemi elime. Saatlerdir duyduğum tek ses akrebin ve yelkovanın zamandaki ilerleyişinin dünyaya bıraktığı o acı ses. Acı diyorum, çünkü saat tik taklarını duyacak kadar yalnızsanız, işler çoktan boka sarmış demektir. İşte o boktanlıkta bir yerdeyim. Aylardır ne yapıyorsun diye sorsalar, yalnızca bir günü tarif etmem yeterli olur eskittiğim son yedi ayı tarif etmeye. Her gün, her gece birbirinin kopyası. Ben, dünkü  kendimin kopyasıyım. Biliyorum, şu an buraya yazacağım her şey çok öncelerden yazıldı, çok öncelerden yaşandı. Ama ben de insanım ya, ille de kendi yaralarımdan bahsedeceğim elbet. Hoş, yaralarımdan başka bahsedecek neyim var? Bu cümleyi buraya eklerken düşündüm. Sahiden hiçbir şeyim yok. İşsizlik, amaçsızlık, güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk. Hayatım kocaman bir yoksunluk hali. Özlediğim şeylerden ne kadar uzaktaysam, kaçtığım şeylerin de o kadar içerisindeyim. Bana çıkar yol sunmuyor bu hayat. Yazmaktan başka, böyle ruhumun zifirini kağıtlara dökmekten başka bir seçenek sunmuyor. Başka türlü nasıl anlatayım ki kendimi. Kimse okumayacak, kimse anlamayacak ama bu kimin umrunda ki? Ben zaten yaşama devam edebilmek için yazmıyor muydum yıllardır? Evet. Cevabım elbette, evet. Bu karanlık geceye, bu zifiri dünyaya bir not bırakmalıyım tam da bu gece. Öyle intihar mektubu gibi falan değil. Bildiğin düpedüz, berbat bir yaşamın mektubu. İnsanlar ölürken not bırakırlar, ben yaşarken bırakıyorum işte. Söyledim ya, boktan bir ''yaşama mektubu'' bu. Hem ben o kadar cesur biri değilim. Birini öldürecek olsam bu kesinlikle kendim olmam.
Neyse.
Yazarken daha az duymaya başladım yelkovanın, akrebin zamanda ilerleyişini. Bak bir şeyler azalmaya başlamış bile. Şimdi buraya afili bir aşk mektubu yazmak isterdim aslında. Tam o yaşlardayım çünkü. Veya bir interrail treninde, bir şehirden bir şehire seyahat ederken, sırt çantamdan çıkardığım deftere geride bıraktığım şehir hakkında notlar düşmeliydim. Hiç olmadı, yarın için beslediğim bir umudu konu edinmeliydim. Ne bileyim işte... Bu dünyanın bir yaşayanı olarak, bu ülkenin, bu şehrin kaldırımlarında, sokaklarında gezerken, yaşamakla az da olsa bir alakam olmalıydı. Duygularımı böyle her seferinde kağıtlara dökmek zorunda kalmamalıydım. Hay sikeyim şu derdimi ya, diyesim geliyor ne zaman kalemi elime alsam. ''Oğlum senin hayatında hiç mi umutlu bir şeyin yok yazacak? Yok amına koyayım işte, olsa neden sürekli böyle yaşamın çirkin yanlarından bahsedeyim?''
Benim kalemimden kusursuz bir manzara çıkmayacak belli ki. Ben sizin o kusursuz tablolarınıza göre çerçeve değilim. İçimde özgürce uçuşan kuşlar, neşeyle dolaşan çocuklar, el ele yürüyen sevgililer barındırmak istemez miydim ben de? Ama yok işte olmuyor. Birileri gelip deviriyor sürekli ayakta tutmaya çalıştığım umutlu şeyleri. Umut edebilmenin kendisini umut eder oldum artık. Sığ, yavan, boktan bir gerçeklik yumağının içerisine hapsolmuş, üstelik realizmden nefret eden, bir karınca gibiyim. Ben yaşamak istiyorum, dedikçe, birileri gerçek elleriyle, gerçek kötülükleriyle, gerçek haksızlıklarıyla, gerçek nefretleriyle dokunuyorlar hayatımın bembeyaz duvarlarına. Beşiktaşı tutmam da bundandır belki biraz. Zaten yenildik bu akşam. Kaybetmekten korksaydık Beşiktaş'lı olmazd... Yok yok, bu gece klişelere yer yok. Ama ben Beşiktaş'ı çok severim, bilen bilir. Yeni staddan beri ondan ayrı kalmış olsam da, passoligi çıkaranın geçmişini s... Neyse küfür etmeyeceğim. İnsan böyle zamanla sevdiği şeylerden uzak kalıyor işte. Üstelik sevdiği şeyle kendisi arasında hiçbir problem yokken uzak kalıyor. Üçüncü, dördüncü şahısların sikik çıkarları, kötülükleri yüzünden uzak kalıyor.
Bu ne saçmalık. Şu an burada küfür etmiyorsam eğer,  tam da şu an küfür okumayı hak etmeyen birilerinin bu yazıyı okuyacağını düşündüğüm içindir. Yani şu an olmasa bile, günün birinde bu satırları, günün bu saatinde küfür duymayı hak etmeyecek insanlar okuyacak. Ha bu arada, burada saat 00:27. Fonda Ahmet Kaya ''Tutuşur Dizelerim'' diye haykırıyor odanın karanlığına, bir şeyleri dağıtmak istercesine. Ahmet abi yaşasaydı beni anlardı. Zaten beni ancak, aşığı olduğu topraklardan uzaklaştırılmış biri anlardı şu an. Ölene kadar sefalet içerisinde yaşayıp, öldükten sonra değerlenen Sabahattin Ali anlardı misal. Ne acı değil mi? Düşünsenize, sizi anlayacağını düşündüğünüz herkes bir şekilde toprağın altında şu an.  Düşünsenize, tam da şimdi, ansızın ölseniz, kimseyi yalnız bırakmış sayılmazsınız. Öyle bir şeyler işte...
Bu gün birinin, geçmişimle, doğduğum yerle ilgili bir sorusu üzerine şu geldi aklıma: Benim üniversiteyi kazanan arkadaşlarımın sayısı, ölenlerden ve şu an hapiste olanlardan daha az. Bunu biliyor muydunuz? Bir de bana bakın. Üç beş kayıtlara geçmeyecek vukuat dışında polisle neredeyse hiç işim olmadı. Aldığım bir iki ufak bıçak darbesi ve her gece maruz kaldığım varoluş sancılarım dışında bedenen hala ölmedim. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, üniversiteyi kazandım. O da yetmedi yüksek lisansa başladım, kitap falan yazdım hiç utanmadan. Ulan benim neyimeydi bu yol? Ben de onlar gibi yaşadığım yerin rüzgarına kapılıp gidecektim işte. Kimseye böyle boktan, niteliksiz yazılar bırakmayacaktım.
Bir fotoğraf duruyor misal bilgisayarın arka planında. Sekiz sene öncesine ait. Dört kişiyiz. Bir deplasman dönüşü. Birini dört sene önce kafasından vurdular, orada vefat etti. Ben o dönem İstanbulda değildim. Belki o sıra bu şehirde olsaydım, onunla aynı masada oturuyor olacaktım. Belki... Diğeri, hepsini sayamayacağım kadar fazla suça bulaşmış, bilmem kaç senedir içerde. Öteki ise kayıp, nerededir ne yapıyordur bilmem. Biri de benim işte. Toplum tarafından hala var sayılan. Hatta bazı kesimler tarafından onaylanan. Ben. Şaka gibi. Bir başarıdan bahsedeceksek, evet bu başarıdır. Hala yaşıyor olmam, hala sicilimin temiz olması. Benim için başarıdır.
Geride kalan yıllarda çok yanlış yaptım ben. Haddinden fazla, sizin tahayyül edemeyeceğinizden çok ama çok fazla. Yapmam dediğim her boka bulaştım. Olmaz dediğim her şey oldu. Hayat genellikle beni hayal kırıklığına uğratacak şekilde cereyan ediyor. Konu nerde bitecek, ben nerde kapayacağım çenemi? Bilmem. Bana neden tahammül ediyorsunuz ki zaten. Siktiri boktan bir kaç sayfa işte bu okuduğunuz. Edebi değeri yok, gündelik hayatınızda da hiçbir işinize yaramayacak burada okuduklarınız. Hiçbir sınavda, hiçbir ikili ilişkinizde hiçbir şeyi lehinize çevirmeyecek burada yazanlar. Öylesine bir adamın, öylesine karaladığı, arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbekleri bunlar. Yaşadığım hayat gibi yani. Alper Gencer'e sığınacağım birazdan. Geçen kış aynı gün, aynı fuarda imza günümüz vardı. Utancımdan standına gidip imza isteyemedim. Sonra insanlar, nedense, benden imza almaya geldiler, daha çok utandım. Yüzüm kızardı. (Ulan ben ne yapmış olabilirim ki bu insanlar benim için kalkıp buraya kadar geldiler, diye sorup durdum kendime fuar boyunca.) Keşke Alper Abinin standına gitseydim diyorum şu an. Konumuzun bununla bir ilgisi yok elbette. Ama madem pişmanlıklarımızı anlatıyoruz bu gece, bunu da araya sıkıştırayım dedim. 
İşte böyle arkadaşlar. Bıraksalar sabaha kadar böyle manasız şeyler anlatırım. Yaşamın boktanlığından, hayatın falanından filanından bahsederim. Hiç de yorulmam he. Aksine dinlenirim. Rahatlarım. E şimdi seni tutan mı var sanki diyeceksiniz, yok elbette. Ama keşke olsaydı lan. Arkadan bir ses yükselseydi misal. Hadi kapat şu bilgisayarı, kahven soğuyor deseydi. Kahveyi sütlü, şekersiz sevdiğimi bilseydi. Fonda çalan Ahmet Kaya'ya eşlik etseydi benimle beraber. Arada ağlayıp, arada bir şeylere gülümseseydik. Ben mesela, kimseye anlatamadığım şu boktan hikayelerimi onun eteğine dökseydim. Yapabilseydim bunu. O balkondan dışarıyı seyrederken, ben dünyayı, geçmişimi, insanlığı affedebilseydim. Her şeyden önce kendimle aramı düzeltseydim. Bak lan, deseydim, karşında duruyor işte senin ilacın. Kalk ne yazacaksan onun için yaz. Düşeceksen onun için düş. Yerle bir olacaksın zaten, bir kere de onun için ol. Hem yerle bir olmak da değil ki bu...
Gülümsüyorum. Olacakla olmayacağın ayrımını yapamıyorum ben böyle bazen. Sen kimsin ki, kim niye senin hayatına tahammül etsin lan. Kendine gel oğlum.
Hem bak Alper Gencer bir şiirinde ne diyor:

''Ölmüş bir süvarisin, atın hala koşuyor.''
İşte öyle...

14 Eylül 2018 Cuma


ben, kendi düzenine baş kaldırmış bir asi gibi yürüyorum ruhumun kaldırımlarında

değiştirilecek her şeyi değiştirmiş,
yürünecek her yolu yürümüş,
tanınacak tüm insanları tanımış,
tüm kapıları zorlamış,
tüm hamlelerini kullanmış
yine de bir çözüme ulaşamamış bir adamın yılgın bedeniyle varım bu şehrin sokaklarında
kendim kadar varım
kendime kadar varım
yumruklarını hep kendine doğru sıkmış bir çocuğun
elinden kaçırdığı uçurtmasının tellere takıldığını görmesi gibi bakıyorum geçmişime
hangi rüzgar aldı beni,
hangi çocuk elinden kaçırdı
hangi tele takıldım
kim kurtaracak beni buradan
ya da kurtaracak mı
en önemlisi ben kurtarılmaya değer miyim
hem
işlevini tamamlamış bir uçurtmayı kim yeniden göklere çıkartmayı dener ki
boş hayal benimkisi

farkında olmadan 
bir gün son kez ısırdık o salçalı ekmeği
bir akşam son kez kapıyı vurarak girdik gecekondu evimizin kapısından
bir gün son kez söyleyemedik sevdiğimiz kızlara onları sevdiğimizi
bir gün son kez öptük annemizin yanaklarından
bir gün son kez itiraz ettik üst auttan giden o topun gol olmayışına
hiçbirinin son kez olduğunu bilmeden

zaten inşan, 
bir sonu olduğunu unutmasa
yaşamın en ufak bir parçasını bile bırakır mıydı elinden? 

4 Temmuz 2018 Çarşamba


 kahvaltı soframda bir bardak, bir çatal 
çayı şekersiz içerim kendimi bildim bileli
yalnız kurduğum sofrayı yalnız toparlayıp
ağrımı dindirsin diye ilaçlar yutuyorum
sonra bir sigara
sonra bir sigara daha
her şey berbat

hastaneye tek başıma gidiyorum,
kapıdan her girdiğimde, bu son olsun, diyerek
içerde kendim, içerde doktor
bekle, diyor bana öylece
içini deşeceğiz, ama bekle diyor 
iki çay ver garson, der gibi
salt, duygusuz
onların işi o biliyorum da 
dışarıda kendimi bekleyen yine benim
nasılsın diye soran
kendimi teselli etmesi gereken yine benim
doktorlar bunu bilmiyor, ben de söylemiyorum
böyle şeyleri söylemek ayıptır çünkü

insanın kendi kendini teselli etmesi
de ayıptır
ama insanın kendine yaptığı ayıbı kimse umursamaz 
acayip bir yerdeyim, üzülmüyorum artık, acıyorum kendime sadece

ne hoş değil mi 
bir kadına doğru zamanda söylenmek için ezberlemiş şiirler yok
hastane koridorlarındaki fayanslar var ezberimde
sağdan sola 76 tane, biri hafiften çatlamış
çok değil ha, 26 yaşındayım 

oysa bir gitmesi olmalıydı bu temmuz ayının
bir otobüs koltuğunda uyuya kalınmalıydı
kalan ömürde, unutulmayacak birinden gelen bir merhaba ile tanışılmalıydı
yani bir sevmesi olmalıydı
çocukların ölmesiyle değil
çocukların gülümsemesiyle anılmalıydı bu temmuz ayı
ah, ne yanlış bir coğrafya burası
çocuklar
kadınlar
sevenler
ve bekleyenler için

edip cansever'in umutsuz yanından soluyorum bu sabah
nazımın itilmişliğini
sabahattin'in ezilmiş başını
oğuz atay'ın anlaşılmayan yanını içimde taşıyorum 
bir sofrada bir bardak
bir sigara, bolca hüzün
sorarlarsa eh işte, yaşıyorum

dün sabah ölümü düşündüm
ve ilk olarak
ölümün ürkütücü değil
ferahlatan yanı geldi aklıma 
yine bu sofrada otururken
ahmet erhan'dan farklı olarak
ölümü düşündüm ben,
26 yaşında
ve hayat böyle berbatken

sonra bir cenazeyi uğurladım içimden
canlı kanlı birini merak etmediğim yerlere uğurladım
sonra bir tabutu sırtladım aynı gün
daha dün yani
altmışında bir adam, bildiğin ölü
altmış yılın emeğini, umudunu gömdüler onbeş dakikada
annem buna çok üzüldü
ben hemen yandaki mezar taşında
benden genç yaşta öldüğü yazan çocuğa üzüldüm
herkes kendine yakın hissettiği felakete üzülüyor
bunun ayıplanacak bir yanı yok

bu sabah oturdum ölümü düşündüm
ölüm bir kayıp gibi gelmiyor artık
bu mu lan kaybetmekten korktuğum hayat, dedim yüksek sesle kendime
bir insan kendiyle konuşurken
sesini kısmıyorsa artık
yalnızlık budur işte
dedim kendime
yine sesimi kısmadan

aşk ne, sevmek ne, umut etmek ne
nerden bileyim
ben böyle şeyleri yalnızca özlemesini bilirim
insan tatmadığı şeyleri özler en çok
ve bu hiçbir kitapta böyle yer almaz
zaten doğru kitaplar
herkesin elinde bulunmaz 

şiir yazıyormuş gibi değil
sonunun yaklaştığını hisseden birinin 
dünyaya not bırakması gibi
geldim bu satırlara kadar
içimde biraz korku, biraz kırgınlık
biraz öfke
ve hepsinin etrafında bolca yalnızlık
oturdum ölümü düşündüm

metin eloğlu okudum az evvel 
bu şiiri onun yardımıyla bitireceğim 
içimi çizen bir hüzün tonuyla 
şöyle diyor bir şiirinin sonunda

"böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
ama böyle dünya olur mu?"

10 Haziran 2018 Pazar


bir hüzün akşamında
güneş yavaş yavaş alçalırken ruhuma doğru
bir şeylerin dalgaları kıyıma vururken usul usul
ben
bir deniz kenarında
bir takım şeyler düşünüyorum

bomboş, kirli bir iskele
yosunları dalgaların yönünde sallanmaktan yorulmuş
elimde karanfil kokan bir sigarayla denize bakıyorum
ne eksik ne fazla
bundan başka olan hiçbir şey yok
her şey her şeyi, herkes herkesi unutmuş

bir gemi ilerliyor ağır ağır
nereye varır
içinde kimler vardır
nasıllardır
bilmem

bir şeye benzemeyen
ruhumu yontarak güzelleştirmeye çalışıyorum yıllardır
hoş, daha da berbat ediyorum belki
bilemem

ruhumun görüntüsüne bakacağım bir ayna icat etmedi henüz bilimadamları

ruhunun neye benzediğini
ancak başka
birinin gözlerinden öğrenebilirsin

demişti,
ünsüz ünlü bir şair

bir şeyleri eksilten
sessizce yitip giden bir akşamda
26 sene önce doğduğum aydayız
böyle anlarda 
bir şiir yazılmalıdır elbet
kurala uymalıyız 
keşke ben de her şiir yazan gibi
şair olsaydım
hem belki bir gün
biri de kürsüye çıkıp benim şiirimi okurdu bakarsınız

fonda ezginin günlüğü şöyle haykırıyor kendini rüzgarın insafına bırakmış dalgalara:

“bakakalırım giden geminin ardından,
atamam kendimi denize
dünya güzel…”

25 Mayıs 2018 Cuma

kendimi bile sevebileceğim bir yerlerde bulunuyorum bir kaç gündür
dünyanın tamamına sevgiyle bakacağım bir umutla, insanlara gülümseyebileceğim bir yerlerde bulunuyorum
az önce sartre okuyordum misal, sevdiğim bir müziği yalnız kendi duyacağım şekilde açmıştım,
bahçıvan geldi son ses
herkesin duyabileceği bir gürültüyle
çimleri biçiyor
şartlar normal olsa sinirlenirdim, sinirlenmesem bile canım sıkılırdı,
şimdi ise oturdum şiir yazıyorum
bahçıvanın kullandığı makinenin çıkardığı gürültünün eşliğinde
fonda açtığım müziği hala duyabiliyorum
insan sahiden, her koşulda duymak istediğini duyuyormuş
görmek istediğini görüyormuş
anlamak istediğini, anlamak istediği gibi anlıyor, yorumlamak istediği gibi yorumluyormuş
bunları şimdi öğrenmişim gibi yazdığıma bakmayın
insan bir fırsatını bulmayagörsün
hislerini çıkartıp insanlara göstermek istiyor
tüm bildiklerini, hatta tüm bilmediklerini
sevdiği şeyleri, özlediği şeyleri, hüzünlendiği, özlem duyduğu bir şeyleri haykırmak istiyor
bu yazarken de böyle, konuşurken de, hatta ağlarken bile böyledir belki
bazen masmavi, pürüzsüz bir gökyüzüne doğru bakıp hüznünü haykırmak istiyor insan
en çok da etrafında kimse yokken yapmak istiyor bunu
bazen de anlatamıyor hüznünü,
rahatsızlığının bir bahçıvan motorundan olduğunu bahane ediyor işte
ve bunu inkar ediyor
elbette,
yok hayır, yukarıda anlattığım kesinlikle ben değilim
ben değilim bu sandalyede oturan, şu havuza, ulan herkes uyuyor ama, girsem kimse sesten rahatsız olur mu diye bakan ben değilim
suda süzülen bir kulaç sesiyle insanları rahatsız edeceğini düşünen birinin, kitap okuma sessizliğini motor sesiyle bozuyorlar, sabah saatin 10'u
örselenen ben değilim
yan balkonda kalabalık bir masa kuruldu demin
antropoza belki on sene önce girmiş, kedileri hala sevebilen, beyaz saçlı, güneşten hafif sararmış atletini bir uzvu gibi günlerce üzerinde taşıyan, maddi durumu iyi, ama manen derin bir çukurda yaşadığı öngörülebilir bir amca hazırlıyor sofrayı
belki de hiç öyle biri değildir
zaten bunu öngören de ben değilim
neyse, ocakta demlik kaynıyor
balkonunda oturduğum evin sahibi ben değilim
ama misafir gibi de davranmıyorlar bana
az önce kendi aldığım bisküviyi raftan alırken çekindim biraz
yani, o kadar misafirim,
ama herkes uyurken çay demleyecek kadar da ev sahibiyim aynı zamanda
ama konumuz bu mu şimdi
komşular uyandı, bizimkiler hala uyuyor
ben yine anlatmak istediğim şeylerin uzağında bir şeyler yazıyorum
bir kedi miyavladı tam da şimdi
karnı aç belli, benden dişine göre bir şeyler istiyor
sol arka ayağı yok bu kedinin
böyle alelade, betimsiz söylüyorum gibi oldu ama
buna dün sabah üzülmüştüm zaten
karşılaştığı ne olursa olsun, insan ilk temas haline geldiği andaki hislerini duymuyor bir daha asla
bu güzellik de olsa böyle, çirkinlik de olsa böyle
her neyse,
tek ayağı olmayan bir kedi bile istediğini, üstelik bir insandan, üstelik miyavlayarak, beyan ederken
insan, insana, neden?

bahçıvan gitti, sevdiğim müzikler de playlistten uzaklaşmış,
etraf sessiz, yan balkondaki sofra toparlandı, kalktım çayı demledim, bir kaç kadından mesaj geldi,
şuan yazmayı bırakıp, cevaplamak istemeyeceğim türden mesajlar bunlar
neyse ya
daha az sevdiğim şarkılar çalıyor
ben bu yazıyı yazarken
güneş mi yükseldi, yoksa gökyüzü mü alçaldı bilmiyorum
etraf daha parlak duruyor
çay demlenmiştir, günün üçüncü sigarasını içeyim usulca
kedi bana bakıyor, ben kediyle gözgöze gelmek istemiyorum
umarım bunu anlamamıştır
ya ne bilsin ki şimdi kedi:


benim,
ruhundaki her şeyi
her koşulda
tüm köşelerine kadar,
kolayca tasvir edebilip,
üzgünlüğünü
kabaca bile ifade edemeyen
bir adam olduğumu

bakıyor işte öyle

22 Mayıs 2018 Salı

beni ben yapan faaliyetleri icra edebildiğim tek yer ‘yalnızlık.’

bu nedenle beni yalnızlığıma iten insanlara, olaylara minnettarım. mutluyken, kalabalıkken üretemiyorum. kişisel gelişimim adına, kendimi tamamlamak adına hiçbir faaliyette bulunamıyorum. dünyada gezinip duran bütün beyinsizler gibi, yalnızca iyi hissetmek uğruna harcıyorum yaşam enerjimi. ve bundan rahatsız da olmuyorum. sahte, eğreti bir mutluluk perdesi çekiliyor gerçeklerle arama, dünyadan ve gerçek yaşamdan bihaber bütün gerizekalılar gibi. kalabalıkken herkesleşiyorum. beni toplumdan ayıran köşelerim törpüleniyor. bu nedenle beni yalnızlığa sevk eden insanlara gerçekten minnettarım. en çok da kendimle başbaşayken anlıyorum bunu. misal bugün, sabah kalkıp bir saat gitar çalıştım, sonra bir buçuk saat kitap okudum, antrenmanımı yaptım, yeni kitap projesi üstüne çalıştım. çünkü bir ilişkinin veya bir arkadaş grubunun mensubu değilim. çünkü telefonum daha az çalıyor, çünkü gelen bildirimlere daha az bakıyorum. eğer tek başına olmasaydım bunların hiçbirini icra etmeyecektim. etsem bile yarım yamalak, sırf adı olsun diye yapacaktım. birini veya birilerini mutlu etmek uğruna kendimi ihmal edecektim. herkese benzeyecektim yani. hani şu sevgilisiyle bir masada oturup kahve içerken, arka masadaki karşı cinslerini süzen herkese; whatsapp son görülmelerine dayalı ilişkiler yürüten herkese… örnekler çoğaltılabilir ama, uzatmanın lüzmu yok. siz kimlerden bahsettiğimi anladınız nasılsa.

eğer dünyaya ve insanlara yüksek bir yerden, herkesin beni duyacağı şekilde seslenebilecek olsaydım: “herkesin tek başına yürünecek bir yolu olmalı.” diye bağırırdım. herkesin, kendisine ulaşmak için böyle yolları yürümeye ihtiyacı var çünkü. yalnızlığa, cesarete, mutsuz olmayı göze almaya ihtiyacı var. aksi takdirde yaşamın sonuna geldiğimizde; mutsuz bir aile, bir ev, bir araba, başarısız sonlanan bir hayat bırakacağız geride. yaptığımız tek şey bu olacak.

kendinize neden bunu yapıyorsunuz ki? milyarlarca insan böyle yaşayıp, böyle ölüyor zaten. bir tanesine daha ihtiyacı yok bu dünyanın. özellikle de bu ülkenin; çoğunluk gibi düşünmeyen, çoğunluk gibi yaşamayan, çoğunluk gibi konuşmayan insanlara ihtiyacı var. salın gitsin ya. salın gitsin amına koyayım. ölümden öte köy mü var? işi, gücü, insanları, olayları, derdi, kederi; kariyeri, başarıyı salın gitsin.

yola çıkın. ''yolculuk bize kendimizi geri getirir'' diyordu biri..

sizi mutlu edecek yerlerde, sizi mutlu eden insanlarla, sizi mutlu edecek şeyler üretin. gerisi boş.. vallahi boş. hepsi bitiyor, her şey bitiyor. tüm ilişkilerin, tüm yolculukların sonunda kendinizle başbaşa kalıyorsunuz. yalnızca, kendinize yaptığınız yatırım yanınıza kar kalıyor. gerisi nafile. maalesef.

bakın ne diyor tarkosvki:

"bugünün gençlerinin hatalarından biri gürültülü, bazen neredeyse agresif etkinliklerde bir araya gelmeye çalışmaları. yalnız hissetmemek için bu beraber olma arzusu bence çok talihsiz bir gösterge. her insan çocukluktan itibaren kendiyle zaman geçirmeyi öğrenmeye ihtiyaç duyar. yalnız olması gerekmez ama kendiyle kaldığında sıkılmamalıdır. kendi kendine kaldıklarında sıkılan insanlar bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlikenin içindeler gibi gelir.“

işte öyle...








15 Nisan 2018 Pazar

Çıkardığı dumandan rahatsız bir sigarayım
Tanrım beni neden yakıyorsun
Depresyona girecek kadar param yok
Dümdüz mutsuzum, anlamıyorsun

İlahi bir güce ihtiyacım var
Kendimden kurtulmam için
Kafamın içini yanlış dizayn ediyor bu dünya
Aklım Moğol İmparatorluğu, bedenim Çin

Tanrım, hiç pas vermiyorsun
Çocukken forvet oynardım ben, biliyorsun
Kaleciyle karşı karşıya kalırsam affetmem de
Gösterir misin, son golü atacağım o kale nerde?

Evden çıkmak için gereken şeyleri evde bıraktım
İstiklal’de bulunmam neye yarıyor ki şimdi
Betonlar nefes alıyor, betonlar konuşuyor
Sahi, buranın peyzaj ihalesini alan müteahhit kimdi?

Galata’ya bakmak bile gelmedi içimden
Hızlı hızlı iniyorum kalabalık yokuşu
Elimde bir sigara, dilim şarkısız
Duyuyorum, her kötünün ağzında bir Allah korkusu?

Tam da bir şeyler olsa şimdi,
Yıkılsam bir yerlere doğru, vallahi iyi değilim
Hayatın ofsayttan çektiği şut çizgiyi geçti
N’olur bir bayrak kaldırın, şuan karaköy’deyim

Baktım bir süre etrafıma tepkisiz
Oturdum bir masaya, ceketimi karşıya astım
Herkes mutlu, herkes memnun halinden
Dedim ki hayat güzel galiba lan, acaba ben mi psikopatım

Bir yerde okumadım bunu ama
Böyle anlarda şiir yazmak iyi gelir herhalde
Hem okuyandan zarar gelebilir diyormuş, devlet
Tanrım bakıyor musun hiç, yarattığın kainat ne halde

Diyeceksin ki şimdi her şeye burnunu sokma
Biliyorum haddinden fazla sesliyim
Ama sen değil misin emreden:  Kötü değilsen benden korkma
Ben yalnız senin emrine itaat etmekteyim

Off be, sıkıldım yine yazmaktan
Karşımda iki kadın durum değerlendirmesi yapıyor
Tanrım, bir şey söyler misin şunlara
Büyüyünce şair olucam ben ama insanlar dikkatimi dağıtıyor

6 Nisan 2018 Cuma


en son kendime nerede rastladım bilmiyorum
bulduğum cevaplardan nefret ede ede 
kendimi arıyorum 


varlığını yadırgadığım gerçeklerle sürüklüyorum kendimi bir yerden bir yere 

bir yerlere sürüklenmek oluyor yaşamın adı çoğu kez

yaşamak diyorum ya sürekli
dilimden eksik etmiyorum ya
bir şeylere maruz kalmaktan öteye gitmiyor bu nefes almak faaliyeti 
neyin yaşama sevinci ulan bu diyesim geliyor bazen kendime
sahiden ya, 
neyin yaşama sevinci bu

ölmemiş olmanın elbet

bilir misiniz bilmem 
hazır cevap biriyimdir ben çoğu zaman
özellikle de kendimle konuşurken

her şeye verecek bir cevabım varken susuyorum

her şeye susulacak bir cevabım var

biliyorum

biliyorum da neye yarıyor bu bilmek
hiç

hiç yoktan biraz daha fazlasıyım bu gezegende

-canım ağrıyor geceleri-

ama ne lüzmu var ki şimdi bunları buraya yazmanın
şiir mi olacak bu yakarışın adı
son cümlemi yazıp 
kalemimi kenara koyduğumda

yani söylenecek son sözü söylediğimde
şiir mi olacak dünyaya bıraktığım bu manasız cümleler

yani ben şair mi olacağım şimdi 
aldığım son nefesi atmosfere bıraktığımda 

sanmam

herhangi bir şeyi herhangi bir şey sanacak hafiflikte değilim 
zannetmek yorucu bir faaliyet
benim sol tarafım aksıyor

onbinküsürüncü kez bıkmadan okuduğum
bir alper gencer şiirinde hapsolmuş gibiyim

hapsolmak tutsaklık değildir her zaman

şimdi
demli bir kederi içime çeker gibi soluyorum sokakları

ben kendimi
eve dönüş yolunda içtiğim sigaralarda kaybettim

ben kendimi 
eve dönüş yolunda içtiğim sigaralarla,
kaybettim

ben bir çok şeyi
eve dönüş yolunda içtiğim sigaralarla
kaybettim

ben kendimi

eve dönüş yolunda içtiğim

sigaralarla...