dünyanın dönüşüne koşarak yetişebilecek kadar güçlü bedenim
ama ruhum
annemi sancılar içinde yatağında görmeyi kaldıracak kudrete sahip değil
tanrım, konuyu sen de bilmiyorsun galiba
anlatayım
ne olur tut annemin elinden, bu gece bir şekilde karşısında belir
her şeyin ilacı denilen zaman
benim kaburgalarımı bir yerlerimden söküp, elime veriyor
bileklerim kolay bükülmez, ama kaburgalarımı taşıyacak kadar güçlü değil
soluduğum tütün yetmiyor içimin kanamasını durdurmaya
çocukken annem yaralarıma tütün basardı
iyileşirdim
iyileşirdim ya, konunun tütünle alakası yok
annemin anneliğinden aldığım doz iyi ederdi beni
mahirin kapısındayım bu gece
sordum, artık o işler öyle yürümüyor diyor
mahirin kapısında, merdivenin üçüncü basamağında
beşinci sigarayı yakıyorum bir öncekini söndürmeden
onun annesi öleli çok oldu tanrım
sordum, eski bir fotoğraftan gayrı, hatırlamıyor gözlerini
bense annemi yarım saat önce gördüm
gözlerindeyken yarın sabaha çıkamayacağının korkusu
hangisi zor bilemiyorum tanrım
hangisi zor bilemiyorum
mahirin kapısındayım
bu gece
sanki altı aydır zifiri bu şehir
her şeyin ilacı olan zaman benim gırtlağımı sıkıyor nasırlaşmış elleriyle
bu gece
dünyanın döndüğüne beni kim inandırabilir
ben bu gece doğduğum yerdeyim
insan her şeyden kaçıyor da, olduğu şeyden kaçamıyor
öldüğü şeyden de kaçamıyor elbet
her şey olacağına varıyor
öleceğine varıyor her şey
yalvarırım demek bana göre değil tanrım
ama yalvarırım, bu karanlığın, bu hüznümün hatrına,
ıslanan yanaklarımın
yaralanmış bileklerimin,
inanılan, inanılmış, kutsanmış bütün zatların yüzü suyu hürmetine
beni al
her şeyi unutacağım bir yerde muhafaza et
beni al tanrım
anneme dokunma
benim varlığım ondan daha illet
annemin olmayışı kirletir bu dünyayı
annemin olmayışı belimi büker
annemin olmayışı
senin varlığını sekteye uğratır kendi çapımda
hala sana inanıyorken, sana sesleniyorken
beni al yanına tanrım
anneme dokunma
onun elleri senin yanına tırmanacak kadar güçlü değil
18 Kasım 2017 Cumartesi
9 Kasım 2017 Perşembe
bazı geceler hiç olmadığım kadar uzaktayım kendimden
ellerimi saçlarıma götürme mesafesinde karanlık
gözlerimi kırpma mesafesinde hüzün
soluk soluğa içime çektiğim bir şeyler öldürüyor beni
bazı geceler
seven yanlarım ağrıyor
kırılıp dökülüyor bir bir, görülmeye değer yanlarım
beni tanımaya tahammül gerek
sevmeye akılsızlık
miyadı dolmuş bir tükenmez kalemden taşan mürekkep gibi
anlamsız izler bırakıyorum beyaz kağıtlara
kirlendikçe tükeniyorum, tükendikçe kirletiyorum bir şeyleri
bir kalem bile değilim üstelik
izahımın hayra yorulacak yanı yok
tekerrürler canımı acıtıyor
canımı acıtan bir şeyler de olmasa yaşadığımı unutuyorum
aşık olduğum bir kaç kadın oldu
olmadı değil
birinin yeşildi gözleri
birini okul yolunda sevmiştim
birinin saçlarını okşadım daha geçenlerde
gözlerini mısraya döksem bir kaç kütüphane olurdu birinden
biri varlığımdan haberdar değildi
birini sessiz sedasız bekledim belki üç sene
birini severken kendimi unuttum bir ara
bir ara kendimi hatırladım biriyle yastığımı paylaşırken
çok geçmedi üzerinden
belki bir kaç hafta, belki yirmi paket sigara
hatırlamak istediğim her şeyi unuttum
unutmak istediğim her şeyi hatırlıyorum
gözlerimden silip atmak istiyorum bu kırılganlığı
kaslarımda biriken laktik asit, kalbimde biriken tortular, gözlerime inen perde
yerden kalkamıyorum
bana sebep sormasınlar tanrım
bana sebep sormasınlar
o malum gün geldiğinde
geçemez de düşersem köprüden
sen de bana sebep sorma tanrım
geriye sarıp seyret hayatımı
kaç kez geçtim ben o ince köprüden
kaç kez düştüm
kaç kez düşürüldüm
seyret
bir kaç cehennemin vardır elbet
onlardan biri de benim
unutma, beni yaşarken cezalandırdın
bırak, bari orada rahat edeyim
yanına kafa dinlemeye geleceğim bir ağustos gecesi
veya sisli bir eylül akşamı
ocağın ortasında veyahut
tanrım, rahatsız oluyorum
şu çığlıkları biraz kısabilir miyiz?
şunlara bir şey söyler misin
ben de yandım, ama bir kez duydular mı çığlıklarımı
cehennemde bile değildim üstelik
bütün orospu çocuklarını yanıma alıp infilak etmek istiyorum bir gece kendimi
ama dünyanın tamamının benimle gelmesinden korkuyorum
tanrım, lütfen saçlarımı okşar mısın?
bazı geceler sana ihtiyacım oluyor
kulunum ya ben senin
beni biraz hatırlar mısın?
ellerimi saçlarıma götürme mesafesinde karanlık
gözlerimi kırpma mesafesinde hüzün
soluk soluğa içime çektiğim bir şeyler öldürüyor beni
bazı geceler
seven yanlarım ağrıyor
kırılıp dökülüyor bir bir, görülmeye değer yanlarım
beni tanımaya tahammül gerek
sevmeye akılsızlık
miyadı dolmuş bir tükenmez kalemden taşan mürekkep gibi
anlamsız izler bırakıyorum beyaz kağıtlara
kirlendikçe tükeniyorum, tükendikçe kirletiyorum bir şeyleri
bir kalem bile değilim üstelik
izahımın hayra yorulacak yanı yok
tekerrürler canımı acıtıyor
canımı acıtan bir şeyler de olmasa yaşadığımı unutuyorum
aşık olduğum bir kaç kadın oldu
olmadı değil
birinin yeşildi gözleri
birini okul yolunda sevmiştim
birinin saçlarını okşadım daha geçenlerde
gözlerini mısraya döksem bir kaç kütüphane olurdu birinden
biri varlığımdan haberdar değildi
birini sessiz sedasız bekledim belki üç sene
birini severken kendimi unuttum bir ara
bir ara kendimi hatırladım biriyle yastığımı paylaşırken
çok geçmedi üzerinden
belki bir kaç hafta, belki yirmi paket sigara
hatırlamak istediğim her şeyi unuttum
unutmak istediğim her şeyi hatırlıyorum
gözlerimden silip atmak istiyorum bu kırılganlığı
kaslarımda biriken laktik asit, kalbimde biriken tortular, gözlerime inen perde
yerden kalkamıyorum
bana sebep sormasınlar tanrım
bana sebep sormasınlar
o malum gün geldiğinde
geçemez de düşersem köprüden
sen de bana sebep sorma tanrım
geriye sarıp seyret hayatımı
kaç kez geçtim ben o ince köprüden
kaç kez düştüm
kaç kez düşürüldüm
seyret
bir kaç cehennemin vardır elbet
onlardan biri de benim
unutma, beni yaşarken cezalandırdın
bırak, bari orada rahat edeyim
yanına kafa dinlemeye geleceğim bir ağustos gecesi
veya sisli bir eylül akşamı
ocağın ortasında veyahut
tanrım, rahatsız oluyorum
şu çığlıkları biraz kısabilir miyiz?
şunlara bir şey söyler misin
ben de yandım, ama bir kez duydular mı çığlıklarımı
cehennemde bile değildim üstelik
bütün orospu çocuklarını yanıma alıp infilak etmek istiyorum bir gece kendimi
ama dünyanın tamamının benimle gelmesinden korkuyorum
tanrım, lütfen saçlarımı okşar mısın?
bazı geceler sana ihtiyacım oluyor
kulunum ya ben senin
beni biraz hatırlar mısın?
30 Eylül 2017 Cumartesi
yeni bir dil üretmeli
bu ülkeye
bu kuşlara
bu çocuklara
bu yaralanmış ruhlara
kendilerini ifade edecekleri yeni bir dil
olmalı
bir yolu olmalı
kelimelere ihtiyaç duymadan anlaşmanın
bir yolu olmalı
gidilmek istenen yerlerde bulunmanın
hep böyle yerle bir olacak değiliz ya
gökyüzünde süzüleceğimiz zamanlar da olacak elbet
belki sağ, belki ölü
yerden yükseleceğiz biz de bir gün
belki
çok yüksekten düşüp
zemine sertçe çarpmış olmanın etkisiyle
belki
sevinciyle bir gülüşün
yerden bir miktar yükseleceğiz
hep yanlış adreslerde bulunmanın stresi içerisindeyim
tanrım bana bir el at
ben senin kulun değil miyim
bu karanlık geceleri okuyacak fer kalmadı gözlerimde
başka bir kitaba geçemez miyiz artık
başka bir şiiri yok mu bu gezegenin
ezilmekten, hor görülmekten, örselenmekten başka
yaralıyım tanrım
yaralıyım
kanatlarının ne işe yaradığını bilmeyen kuşlar gibi
bu sırtımdakiler bana ağırlık yapmaktan başka ne işe yarıyor
diyecek gibiyim birilerine
arızalıyım, en çalışması gereken yerlerimden
benim kullanım klavuzum nerede
aynalarda kendime rastlayamıyorum
sokaklarda
kendimden
uzaklaşıyorum
günden güne
kendimden kaçmak üzere oluyor bütün gitmelerim
bütün yolculuklarım kendimden uzağa
sırt çantama sığdırıyorum ya her şeyi
bir insanın bütün geçmişini bir sırt çantasına sığdırabilmesi
nerden baksanız hüzünlü bir şeydir
hani
bu dünyada yaşamak
can sıkıcı bir şeydir
diyor ya
edip abim
çok canım sıkılıyor
keşke bir kuş gelip beni vursa
gereksiz yere büyüdüm
keşke içimdeki çocuk gelip beni bulsa
kışlara
kuşlara
sahipsiz bakışlara
gecenin bu saatlerinde uyuyamamışlara
selam olsun diyeceğim bir gün
parmak uçlarıma basa basa terkederken bu şehri
bu gezegeni
bu alemi
terkederken
selam olsun diyeceğim
ben yazdım bu şiirleri
bu şiirleri ben yazdım
bu geceleri, bu karanlığı, bu korkuları, bu kaçışları yazana doğru giderken
el sallayacağım
yazdım, yazmasaydım yaşayacaktım
yaşasaydım yazmayacaktım
yazdım
başka seçeneğim yoktu
başka seçeneği olmayanlara selam olsun
bu ülkeye
bu kuşlara
bu çocuklara
bu yaralanmış ruhlara
kendilerini ifade edecekleri yeni bir dil
olmalı
bir yolu olmalı
kelimelere ihtiyaç duymadan anlaşmanın
bir yolu olmalı
gidilmek istenen yerlerde bulunmanın
hep böyle yerle bir olacak değiliz ya
gökyüzünde süzüleceğimiz zamanlar da olacak elbet
belki sağ, belki ölü
yerden yükseleceğiz biz de bir gün
belki
çok yüksekten düşüp
zemine sertçe çarpmış olmanın etkisiyle
belki
sevinciyle bir gülüşün
yerden bir miktar yükseleceğiz
hep yanlış adreslerde bulunmanın stresi içerisindeyim
tanrım bana bir el at
ben senin kulun değil miyim
bu karanlık geceleri okuyacak fer kalmadı gözlerimde
başka bir kitaba geçemez miyiz artık
başka bir şiiri yok mu bu gezegenin
ezilmekten, hor görülmekten, örselenmekten başka
yaralıyım tanrım
yaralıyım
kanatlarının ne işe yaradığını bilmeyen kuşlar gibi
bu sırtımdakiler bana ağırlık yapmaktan başka ne işe yarıyor
diyecek gibiyim birilerine
arızalıyım, en çalışması gereken yerlerimden
benim kullanım klavuzum nerede
aynalarda kendime rastlayamıyorum
sokaklarda
kendimden
uzaklaşıyorum
günden güne
kendimden kaçmak üzere oluyor bütün gitmelerim
bütün yolculuklarım kendimden uzağa
sırt çantama sığdırıyorum ya her şeyi
bir insanın bütün geçmişini bir sırt çantasına sığdırabilmesi
nerden baksanız hüzünlü bir şeydir
hani
bu dünyada yaşamak
can sıkıcı bir şeydir
diyor ya
edip abim
çok canım sıkılıyor
keşke bir kuş gelip beni vursa
gereksiz yere büyüdüm
keşke içimdeki çocuk gelip beni bulsa
kışlara
kuşlara
sahipsiz bakışlara
gecenin bu saatlerinde uyuyamamışlara
selam olsun diyeceğim bir gün
parmak uçlarıma basa basa terkederken bu şehri
bu gezegeni
bu alemi
terkederken
selam olsun diyeceğim
ben yazdım bu şiirleri
bu şiirleri ben yazdım
bu geceleri, bu karanlığı, bu korkuları, bu kaçışları yazana doğru giderken
el sallayacağım
yazdım, yazmasaydım yaşayacaktım
yaşasaydım yazmayacaktım
yazdım
başka seçeneğim yoktu
başka seçeneği olmayanlara selam olsun
6 Eylül 2017 Çarşamba
ekranın sağ alt köşesine baktım, bugün dokuzuncu ayın altısı imiş. saatler 12:13'ü gösteriyor. içimde biriken bir şeyleri bir yerlere bırakmak istiyorum. yüküm gökyüzüne yakın. göğüm karabulutlarla dolu. bir yerlere yağsam rahatlarım, biliyorum. ama gördüğüm manzaralar öyle çirkin ki, damlalarım ziyan olur diye bırakmıyorum onları. şimdiye kadar yeterince ziyan oldum. yeterince. yükümü bırakmak için uygun bir yer arıyorum, bakıyorum yok. keşke olsaydı. keşke olsaydı. keşke..
o kadar çok keşke diyorum ki kendimle konuşurken, bazen nüfus cüzdanındaki adımı kontrol ediyorum.
'keşke' olsaydı ya benim adım. daha kolay olurdu bir şeyleri anlatmak. daha anlaşılır olurdu üzerimde duran bu nefret, öfke, boşvermişlik elbisesi. üzerime yakışmıyor biliyorum. bu beden bu yüreğe, bu yürek bu bedene, bu varoluş bu gezegene yakışmıyor. her şeye eğretiyim. her şeyin acemisiyim. her şeyin yabancısıyım. biliyorum.
aslında anlatmak istediğim konu bu değildi. ama biliyorsunuz işte, hangimiz anlatmak istediklerimizi anlatabiliyoruz ki zaten.
az önce kahvaltı sofrasında otururken, geçen gün karaladığım bir paragrafa denk geldim;
''bazı yaraların acısı dinmez. onlarla yaşamaya alışırsın sadece. sürekli bir uyanıklık hali gibi, belleğinde taşırsın yüreğinin ağırlığını. bazen bu yükü bir yere bırakıp dinlenesin gelir. bırakacak güvenli bir yer bulamazsın. çünkü nefret ettiğin bu yük, aynı zamanda seni yerle bir edecek tek zaafındır, bilirsin. bilinsin istemezsin. onu delice terk etmek istesen de, aynı zamanda da onu saklamaya mecbursundur. bunu bilirsin ve her hatırladığında nefret edersin bildiklerinden..''
demişim. bir sigara daha yakıyorum.
bazen, geçmişte yazdıklarımı okurken, kim üzüyor lan bu kadar seni, diyorum kendime dönüp. kim, neden yaptı lan bu kadar şeyi bana?
neden amına koyayım ya. neden hiç yanıltmıyor bu insanlar beni. tamam ben de çok faydalı biri değilim ama en azından kimseye kasten kötülük etmiyorum lan. sırf daha mutlu, daha zengin, daha rahat olayım diye basmıyorum kimsenin üzerine. orospu çocukluğunun lüzmu yok oğlum.
tam da burada konudan sıkıldım. sayfayı değiştireyim.
yaklaşık iki hafta önce ilk kitabım çıktı. normal şartlarda heyecanlanmam, sevinmem, bununla gurur duymam gerekirdi muhtemelen. ama ben, nedense, korkudan ve yalnızlıktan başka hiçbir şey hissetmiyorum. ömrümde hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum içinde bulunduğum durumdan. ulan o kadar yalnızım ki, o kadar olur yani. içimi bir görseniz, lan senin yarın nerede dersiniz. o kadar azım. o kadar yalnızım. kendim kadar bile değilim şu sıralar.
hayatımda ilk kez, kendim için bir şey yapıyorum. hayatımda ilk kez, kendimden başka birilerine ihtiyaç duyuyorum. hayatımda ilk kez birilerinin bana el uzatmasını bekliyorum. hatta abartıp bu beklentimi saklamıyorum hayatımda ilk kez. ve ne görüyorum, bütün kapılar ardına kadar kapalı. bütün kulaklar sağır.
şimdi söyleyin, ben bunları, bu günleri nasıl unutayım?
bir gün işler iyi olacak diyorlar.
düze çıkacaksın diyorlar.
belki kitabım çok satacak, belki hiç satmayacak. batıracağız yayınevini de. ziyanı yok, batsın. yansın. denemedim demeyeceğim en azından.
bunların hiçbir önemi yok.
her şey gelip geçiyor. her şey gelip geçti. her şey gelip geçecek de;
yarın işler yoluna girdiğinde, bu zor zamanları tek başına atlattığımı unutup, nasıl yeniden güveneceğim insanlara?
nasıl seveceğim onları?
nasıl mutlu olacağım lan ben?
kendim olarak, yıkılmamak adına, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğum şu günlerde,
yanımda olmayan kimsenin yarınlarımda yeri yok.
şu zor günlerimde benden bir ''nasılsın''ı esirgeyenler, yarın benden iyi niyet beklemesin.
buna ailem de dahil, tanrım da.
o kadar çok keşke diyorum ki kendimle konuşurken, bazen nüfus cüzdanındaki adımı kontrol ediyorum.
'keşke' olsaydı ya benim adım. daha kolay olurdu bir şeyleri anlatmak. daha anlaşılır olurdu üzerimde duran bu nefret, öfke, boşvermişlik elbisesi. üzerime yakışmıyor biliyorum. bu beden bu yüreğe, bu yürek bu bedene, bu varoluş bu gezegene yakışmıyor. her şeye eğretiyim. her şeyin acemisiyim. her şeyin yabancısıyım. biliyorum.
aslında anlatmak istediğim konu bu değildi. ama biliyorsunuz işte, hangimiz anlatmak istediklerimizi anlatabiliyoruz ki zaten.
az önce kahvaltı sofrasında otururken, geçen gün karaladığım bir paragrafa denk geldim;
''bazı yaraların acısı dinmez. onlarla yaşamaya alışırsın sadece. sürekli bir uyanıklık hali gibi, belleğinde taşırsın yüreğinin ağırlığını. bazen bu yükü bir yere bırakıp dinlenesin gelir. bırakacak güvenli bir yer bulamazsın. çünkü nefret ettiğin bu yük, aynı zamanda seni yerle bir edecek tek zaafındır, bilirsin. bilinsin istemezsin. onu delice terk etmek istesen de, aynı zamanda da onu saklamaya mecbursundur. bunu bilirsin ve her hatırladığında nefret edersin bildiklerinden..''
demişim. bir sigara daha yakıyorum.
bazen, geçmişte yazdıklarımı okurken, kim üzüyor lan bu kadar seni, diyorum kendime dönüp. kim, neden yaptı lan bu kadar şeyi bana?
neden amına koyayım ya. neden hiç yanıltmıyor bu insanlar beni. tamam ben de çok faydalı biri değilim ama en azından kimseye kasten kötülük etmiyorum lan. sırf daha mutlu, daha zengin, daha rahat olayım diye basmıyorum kimsenin üzerine. orospu çocukluğunun lüzmu yok oğlum.
tam da burada konudan sıkıldım. sayfayı değiştireyim.
yaklaşık iki hafta önce ilk kitabım çıktı. normal şartlarda heyecanlanmam, sevinmem, bununla gurur duymam gerekirdi muhtemelen. ama ben, nedense, korkudan ve yalnızlıktan başka hiçbir şey hissetmiyorum. ömrümde hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum içinde bulunduğum durumdan. ulan o kadar yalnızım ki, o kadar olur yani. içimi bir görseniz, lan senin yarın nerede dersiniz. o kadar azım. o kadar yalnızım. kendim kadar bile değilim şu sıralar.
hayatımda ilk kez, kendim için bir şey yapıyorum. hayatımda ilk kez, kendimden başka birilerine ihtiyaç duyuyorum. hayatımda ilk kez birilerinin bana el uzatmasını bekliyorum. hatta abartıp bu beklentimi saklamıyorum hayatımda ilk kez. ve ne görüyorum, bütün kapılar ardına kadar kapalı. bütün kulaklar sağır.
şimdi söyleyin, ben bunları, bu günleri nasıl unutayım?
bir gün işler iyi olacak diyorlar.
düze çıkacaksın diyorlar.
belki kitabım çok satacak, belki hiç satmayacak. batıracağız yayınevini de. ziyanı yok, batsın. yansın. denemedim demeyeceğim en azından.
bunların hiçbir önemi yok.
her şey gelip geçiyor. her şey gelip geçti. her şey gelip geçecek de;
yarın işler yoluna girdiğinde, bu zor zamanları tek başına atlattığımı unutup, nasıl yeniden güveneceğim insanlara?
nasıl seveceğim onları?
nasıl mutlu olacağım lan ben?
kendim olarak, yıkılmamak adına, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğum şu günlerde,
yanımda olmayan kimsenin yarınlarımda yeri yok.
şu zor günlerimde benden bir ''nasılsın''ı esirgeyenler, yarın benden iyi niyet beklemesin.
buna ailem de dahil, tanrım da.
14 Ağustos 2017 Pazartesi
Lades Kemiği
yaklaşık iki buçuk saat hareketsiz uzandıktan sonra acıktığımı hissedip mutfağa gittim. izlediğim filmin etkisini çenemde ve ense kökümde hissediyordum. vurdulu kırdılı, duygulu bir filmdi. öğlenki antrenman yemeğimden kalma kızarmış tavuğu hunharca yerken, ansızın lades kemiğine denk geldim. yemek yemeyi bırakıp o kemiği seyrettim bir süre. çok estetik durmuyordu ama çocukluğumu getiriyordu aklıma. çocukluğuma dair güzel bir şeyleri anımsatıyordu. gülümsedim. şimdi karşı sandalyede biri olsaydı da tutsaydı şunun ucundan, dedim kendi kendime. bazen kendime ahlaksız tekliflerde bulunurum ben. birinin aklımda oluşunu düşündüm sonra. ben bazen böyle uçuk şeyler düşünürüm.
ne güzeldi çocukluk yılları. berbat geçmiş olsa bile ne güzeldi. bilmek, anlamak gibi kelimeler canımı yakmıyordu o dönemler. en derin yaraları bile bir ay sonra unutuyorduk. mesela sünnet olduğumda hiç iyileşmeyeceğim sanıyordum ben. sonra baktım ki geçiyor. sünnetten bir kaç sene sonra keskin bir metalin tenimle ilk tanıştığı anda da kan hiç durmayacak sanmıştım mesela. ama durdu, geçti. üstünden neler neler geçti hatta. bir kaç ölüm, yüzlerce yara. kan izi olmadan cereyan eden felaketler. başım ne zaman belaya girse, lan bu sefer sıyrılamayacağız galiba, dedikten bir kaç gün sonra her şeyin kendiliğinden yoluna girdiği seneler. özlüyor insan. çocukluğunu özlüyor, boktan geçmiş olsa bile. sağ elimdeki lades kemiğinin diğer parçasını sol elimle parçalayıp gülerek, aklımda, dedim. sonra düşündüm aklımda olan şeyleri. sahiden aklımda ne vardı lan benim? önemsediğim ne vardı, kaybetmekten korktuğum. bu soruların karşısında kocaman varlığıyla annem duruyor. annem olmasa ne yapardım. bilmiyorum, düşünmek de istemiyorum. şimdiye dek ölümü düşünmediysem ciddi ciddi, sanırım bunun en büyük etkeni annemdi. umarım daha uzun bir süre düşünmem.
başka ne var, başka, başka. uzun yolculuklar var, masmavi kıyılar, turuncu gök çizgili gün batımları var. biraz daha kurcalıyorum. eskilere indikçe şiddetten, öfkeden başka bir şey yok. ergenlik ve ilkgençlik yıllarımda başıma gelen olaylar şimdi şu aklımla başıma gelse, muhtemelen korkudan kafayı yerdim. büyümek insanı daha korkak biri haline getiriyor. yani çocukluğa oranla, daha korkak. bu konu üzerinde dururdum aslında ama, anlattığım şeylere ''kesin yaşanmıştır bu'' yaftası yapıştırırsınız hemen. o yüzden anlatmıyorum. herneyse, biraz daha kurcaladım aklımı. önemsediğim şeyleri düşündüm. pek bir şey kalmamış. değer verdiğim şeyler, değer verdiğim insanlar tarafından değer görmedikçe, hem o insanlardan hem de o duygulardan kaçmışım geride kalan hayatım boyunca. şuan onu görüyorum. geçmişimden neftret etmiyorum, ama bir kez daha yaşamak istemem. yemek bitti, kahve yaptım. masayı toplayıp balkona geçtim. bir sigara yaktım, sağ alt köşede duran göğün kızıllığına doğru. o kadar azalmış ki ruhumdaki güzellikler, o kadar eksilmiş ki. bir ara şey demiştim ya hani;
yalnızlığımı şöyle tanımlasınlar yıllar sonra; ''onlara benzememek için onlardan kaçıyordu.''
sanırım artık çok geç. benzemekten korktuğum 'onlara' çok yaklaştığımı görüyorum tam da şimdi. ince, süslü yanlarım anlaşılmadıkça; önemsediğim şeyler hor görüldükçe öfkem büyümüş. bu öfkeyle, öfkelendiğim insanlara benzemişim. ki öfke, insanı en hızlı değiştiren duygudur. ve genellikle de gelişimin sonunda ölümüne pişman eder insanı. oysa ben sevgiyle değişmek isterdim. sevginin iyileştirici yanını solumak isterdim şimdi bu yorgun solungaçlarımla. şu balkonda, tam da böyle bir akşam...
normalde bu yazıları Z.'ye yazıyorum. Z'nin kim olduğunu bilenleriniz var. süslü cümlelere gerek yok, bir gün geleceğine inandığım kadın işte. geceler boyu oturup, olmayışına kitaplar, şiirler, romanlar yazdığım kadın. adının baş harfini büyük yazacağım tek canlı belki de. ondan da umudumu kesmek üzereyim. annem de benden umudunu kesmek üzere. yani sevgililik, evlilik falan gibi mevzularda işte. ama bugün nasıl olduysa lavaboda bir kadın yüzüğü bulmuş. ne alaka anne ya, ne yüzüğü, yüzük nasıl bir şey ki, falan diye savunma yapsam da, aptal değil tabi kadın. anladı bir şeyler. belki de bana dair umutları tekrar yeşermiştir. ama yeşermesin, önemsiz bir konu çünkü. hissiz dokunuşlar işte. -unutkan kadınları sevmiyorum. bunu Z.'ye de söyledim. annem de biliyor. ama bazıları bilmiyor işte, lavaboda yüzük unutulur mu amk.- her neyse. bazı kadınlar lavaboda yüzüğünü unutmak üzere programlanmış. şuan konumuzun onlarla bir alakası yok.
tepeden bir uçak geçti. telefonum iki kez çaldı. birine bakmadım. söyledim ya unutkan kadınları sevmiyorum.
yine istemsizce lades kemiği geldi aklıma. vay amına koyayım ya, deyip gülümsedim kendime.
ne günlerdi.. sekiz dokuz yaşlarında, oyuna dalıp dükkana yarım saat geç gittim diye, hortumla dayak yediğim günleri hatırlıyorum. inanır mısınız, o günleri bile özlüyorum.
dedim ya, insan özlüyor işte.
özlüyor. ve yazmaktan başka bir çare bulamıyor. belki de aramıyor, bilemiyorum...
ne güzeldi çocukluk yılları. berbat geçmiş olsa bile ne güzeldi. bilmek, anlamak gibi kelimeler canımı yakmıyordu o dönemler. en derin yaraları bile bir ay sonra unutuyorduk. mesela sünnet olduğumda hiç iyileşmeyeceğim sanıyordum ben. sonra baktım ki geçiyor. sünnetten bir kaç sene sonra keskin bir metalin tenimle ilk tanıştığı anda da kan hiç durmayacak sanmıştım mesela. ama durdu, geçti. üstünden neler neler geçti hatta. bir kaç ölüm, yüzlerce yara. kan izi olmadan cereyan eden felaketler. başım ne zaman belaya girse, lan bu sefer sıyrılamayacağız galiba, dedikten bir kaç gün sonra her şeyin kendiliğinden yoluna girdiği seneler. özlüyor insan. çocukluğunu özlüyor, boktan geçmiş olsa bile. sağ elimdeki lades kemiğinin diğer parçasını sol elimle parçalayıp gülerek, aklımda, dedim. sonra düşündüm aklımda olan şeyleri. sahiden aklımda ne vardı lan benim? önemsediğim ne vardı, kaybetmekten korktuğum. bu soruların karşısında kocaman varlığıyla annem duruyor. annem olmasa ne yapardım. bilmiyorum, düşünmek de istemiyorum. şimdiye dek ölümü düşünmediysem ciddi ciddi, sanırım bunun en büyük etkeni annemdi. umarım daha uzun bir süre düşünmem.
başka ne var, başka, başka. uzun yolculuklar var, masmavi kıyılar, turuncu gök çizgili gün batımları var. biraz daha kurcalıyorum. eskilere indikçe şiddetten, öfkeden başka bir şey yok. ergenlik ve ilkgençlik yıllarımda başıma gelen olaylar şimdi şu aklımla başıma gelse, muhtemelen korkudan kafayı yerdim. büyümek insanı daha korkak biri haline getiriyor. yani çocukluğa oranla, daha korkak. bu konu üzerinde dururdum aslında ama, anlattığım şeylere ''kesin yaşanmıştır bu'' yaftası yapıştırırsınız hemen. o yüzden anlatmıyorum. herneyse, biraz daha kurcaladım aklımı. önemsediğim şeyleri düşündüm. pek bir şey kalmamış. değer verdiğim şeyler, değer verdiğim insanlar tarafından değer görmedikçe, hem o insanlardan hem de o duygulardan kaçmışım geride kalan hayatım boyunca. şuan onu görüyorum. geçmişimden neftret etmiyorum, ama bir kez daha yaşamak istemem. yemek bitti, kahve yaptım. masayı toplayıp balkona geçtim. bir sigara yaktım, sağ alt köşede duran göğün kızıllığına doğru. o kadar azalmış ki ruhumdaki güzellikler, o kadar eksilmiş ki. bir ara şey demiştim ya hani;
yalnızlığımı şöyle tanımlasınlar yıllar sonra; ''onlara benzememek için onlardan kaçıyordu.''
sanırım artık çok geç. benzemekten korktuğum 'onlara' çok yaklaştığımı görüyorum tam da şimdi. ince, süslü yanlarım anlaşılmadıkça; önemsediğim şeyler hor görüldükçe öfkem büyümüş. bu öfkeyle, öfkelendiğim insanlara benzemişim. ki öfke, insanı en hızlı değiştiren duygudur. ve genellikle de gelişimin sonunda ölümüne pişman eder insanı. oysa ben sevgiyle değişmek isterdim. sevginin iyileştirici yanını solumak isterdim şimdi bu yorgun solungaçlarımla. şu balkonda, tam da böyle bir akşam...
normalde bu yazıları Z.'ye yazıyorum. Z'nin kim olduğunu bilenleriniz var. süslü cümlelere gerek yok, bir gün geleceğine inandığım kadın işte. geceler boyu oturup, olmayışına kitaplar, şiirler, romanlar yazdığım kadın. adının baş harfini büyük yazacağım tek canlı belki de. ondan da umudumu kesmek üzereyim. annem de benden umudunu kesmek üzere. yani sevgililik, evlilik falan gibi mevzularda işte. ama bugün nasıl olduysa lavaboda bir kadın yüzüğü bulmuş. ne alaka anne ya, ne yüzüğü, yüzük nasıl bir şey ki, falan diye savunma yapsam da, aptal değil tabi kadın. anladı bir şeyler. belki de bana dair umutları tekrar yeşermiştir. ama yeşermesin, önemsiz bir konu çünkü. hissiz dokunuşlar işte. -unutkan kadınları sevmiyorum. bunu Z.'ye de söyledim. annem de biliyor. ama bazıları bilmiyor işte, lavaboda yüzük unutulur mu amk.- her neyse. bazı kadınlar lavaboda yüzüğünü unutmak üzere programlanmış. şuan konumuzun onlarla bir alakası yok.
tepeden bir uçak geçti. telefonum iki kez çaldı. birine bakmadım. söyledim ya unutkan kadınları sevmiyorum.
yine istemsizce lades kemiği geldi aklıma. vay amına koyayım ya, deyip gülümsedim kendime.
ne günlerdi.. sekiz dokuz yaşlarında, oyuna dalıp dükkana yarım saat geç gittim diye, hortumla dayak yediğim günleri hatırlıyorum. inanır mısınız, o günleri bile özlüyorum.
dedim ya, insan özlüyor işte.
özlüyor. ve yazmaktan başka bir çare bulamıyor. belki de aramıyor, bilemiyorum...
28 Temmuz 2017 Cuma
erdemli olan reddediştir.
ilk insandan bu yana, kişinin kaderini tercihlerinden çok reddettikleri belirler.
testislerde alelade bir spermken, bunu reddedip bir rahime düşersin; orada spermliği de reddeder zigot olursun. sonra zigotluğu da reddedersin, fetus olur, oradan da sıkılır, ilk düşüşünü yani, rahimden dışarı ilk çıktığın anı gerçekleştirirsin. en keskin reddediş yeri burasıdır, anne karnı. sonra ortalama yetmiş yıllık bir çürüme evresi. insan hayata ikinci kez ve bu sefer sondan başlasaydı, yani yetmiş sekiz yaşında gelseydi dünyaya ikinci kez ve çocukluğuna doğru gerçekleşseydi büyüme evresi, ki bence böyle olmalıydı, bir daha aynı yaşamı tekerrür eder miydi sizce? çoğumuzun sorunu, bitme ihtimali olan şeylerin bitişini tecrübe edememiş olmamız. tecrübe ettikten sonra anlar insan değerini biten şeylerin. bitmesin diye çaba göstermez yahut bitene kadar anın tadını çıkarmaz da, bittikten sonra yas tutar itina ile.
insan olma hikayesi bile bir reddedişin ürünü aslına bakarsanız. yukarıdaki rahim ve sperm örneği, biraz alakasız bir örnek gibi gelebilir, ama bu somut konu, üzerine çok da düşünülmesi gereken bir konu değil zaten. soyut anlamların peşinden gitmek gerek. görünen yüzü herkes görüyor, herkes bakıyor apaçıklıklara.. arkalardaki karartıyı da anlamaya çalışıyorsanız, insan olmanın o acı verici ama bir o kadar da olması gereken yanlarını alışkanlık edinmişsiniz demektir. zaten büyümek de böyle cereyan ediyor. ne kadar büyümüş olduğunuz, rastladığınız olaylara duyabildiğiniz acıyla doğru orantılı.
bir yerde okumuştum. reddedemediğin şey senin ilahındır, diyordu. ne kadar haklı.
birini tanımak istiyorsak, onun tercihlerinden çok reddettiklerine bakmak gerek. bu kişinin karakteri hakkında size çok daha keskin yanıtlar verecektir.
kişi sınanmadığı şeyi bilemez. yani bilir, ama yalnızca yüzeysel bir fikir sahibi olabilir okumalarla, gözlemlerle. evin içinde geçen bir gün, evin içinde gelişmesi muhtemel olaylara denk gelirsiniz. bir caddede yürürken, bir caddede yürürken başınıza gelmesi muhtemel şeyler gelir. işte bunlar da bir reddediştir aslında. caddede olarak evde olmayı reddediş; evde bulunarak caddede olmayı reddediş. işte bütün bunların sonucunda başınıza gelen olaylar da, yani tercihleriniz ve reddettikleriniz, sizin yaşamınızın kendisi, toplum diliyle kaderiniz. oysa kader denilen şey insanın yaşamı boyunca karşılaştığı olaylara verdiği ya da vermediği tepkiler bütünü değil midir? ilahi bir gücün bizi yönlendirdiğini düşünüyorsak bile, bu ilahi güç bize yanlızca dünyaya gelme kaderini bahşetmiştir.
gerisini sınamak, tecrübe etmek tamamen kişinin kendi öz benliğiyle ve aklıyla gerçekleşen şeyler.
bir ara şöyle bir şey demiştim. ''duvarlarını yıkmadan, dünyaya açılmadan nasıl biri olduğunu anlama şansın yok. belki de orospu çocuğunun birisin ama eline fırsat gecmiyor..'' işte bunun için bile kişinin reddettiği şeylere bakmak gerekiyor.
hırsız değilim, asla hırsızlık yapmam diyorsun. hmm. peki gerçekten paraya ihtiyacın varken, kimsenin seni görmediği bir ortamda, yüklü bir miktar para elde etme fırsatı geçmişken eline, bunu reddettin mi? ben aldatmam kimseyi diyorsun misal, serin bir yaz vakti, alkollü bir ortamda ve senin hayatında biri varken, alımlı biri sana hakikatli bir sevişme teklifinde bulundu ve sen bunu reddettin mi? eğer cevapların evetse, zaten önünde saygı ile eğiliyorum. ama hayırsa, ben bunu asla yapmam demek, asla yapılmaması gereken tek şey belki de. sınanmadığın şeyi bilemezsin. çünkü insanı koşullar oluşturur..
mutlak iyi, mutlak kötü olmadığı gibi; her koşulda iyi, her koşulda kötü de yoktur. dünyanın en zalimleri bile birilerini seviyordu. en merhametli insanların bile kötü davrandığı birileri vardı. kim olduğumuzu bizden daha çok, karşımızdaki insanlar ve içinde bulunduğumuz ortam koşulları belirliyor. çok neşeli bir gününde rahatsızlık verici bir dilenciye bile para uzatırken; kederli bir gününde, sadece sevgi isteğiyle ayaklarına dolaşan masum bir kediye öfkeyle bakabiliyorsun.
konu buraya nereden, nasıl, niye geldi bilmiyorum.
dün kabataş sahilde bir martıyla konuştum. sizden ve bizden bahsettik biraz karşılıklı. ''nereye gidiyor abi bu insanlar böyle koştura koştura'' diye sordu. ''bilmiyorum kardeşim'' dedim. ''neden böyle aceleciler'' dedi, ''bilmiyorum'' dedim. ''neden birbirlerine böyle öfkeyle bakıyorlar, ulan insanın insandan başka dostu mu var? bütün canlılar sizden nefret ediyoruz, dünyamızı mahfettiniz. görmüyor musunuz doğa olaylarını, niye artık korkudan sarılmıyorsunuz birbirlerinize'' diye sordu. '' vallahi bilmiyorum kardeşim'' dedim. ''ara sıra gidip görüyorum abi, çok güzel kıyılar var, mis gibi sahiller, dağlar, ovalar, akarsular var. neden kimse gidip ziyaret etmiyor oraları? bu beton yığınları neden abi? bak görüyorsun mevsimlerin halini, başımıza taşlar yağıyor? bu müteahhitlerin amacı ne abi'' dedi. '' yemin ederim bilmiyorum kardeşim'' dedim.
''abi sen de neyi biliyorsun allahaşkına'' dedi, bilge bir cevap bulamadım, gülümseyip yürüdüm.
arkamdan bağırdı, ''ulan bari kuru kuru atmayın şu simitleri, parçaları biraz ıslatıp atın. boğazımızda kalıyor, geçen gün bizim bir arkadaş az kaldı ölüyordu. zaten kafamıza atar gibi atıyorsunuz. allah belanızı versin sizin'' dedi. dönüp baktım. arkasını döndü, bütün bunları ben demedim ki, demek ister bir vücut diliyle.
yürüdüm ağaçlı yoldan beşiktaş iskeleye doğru. gökyüzüne aniden siyah bulutlar çöktü.
sonra beş dakika geçmeden yumruk büyüklüğünde buz parçaları.
öğlen kırk dereceyi görürken, akşamında kafamıza buz parçalarının yağdığına şahit olduk. doğa bize daha ne söylemeli?
hayat bir reddediştir arkadaşlar. şehirli arkadaşlar. sistemler siz varsınız diye devam ediyor bordrolu arkadaşlarım. ey hamal kardeşim, ey müteahhit abim. başını sokacak bir evin var zaten, neden gökyüzünü delmek istercesine inşaatlar üretiyorsunuz dev gibi markaları daha da zenginleştirmek için? direk onlara seslenemiyorum, onlar tenezzül edip beni dinlemezler. haykırışım önce size,ki onları var eden sizlersiniz. yapmayın abilerim, kardeşlerim. geçen aylarda koluna denk gelen kuş dışkısını yanlışlıkla mı sandın? tesadüf mü, hayra mı yordun? kuşlar bilerek sıçıyorlar kafamıza, çünkü dünyayı dev bir kanalizasyona çevirdik. tanrı bize neresiyle gülüyor kimbilir.
bir şeyleri reddedelim arkadaşlar. bir şeyleri reddedebilelim artık. en başta ölümlü olmayı reddedelim mesela. ve bir açıklığa bir fidan dikelim artık. insan en verimli bu şekilde ölümsüz olabilir. hem kuşlar da elektrik tellerine değil, ağaçlara konmak durumunda kalırlar böylelikle. kafamıza değil, ağaç diplerine sıçarlar. bütün bunları bi düşünelim.
yaşanabilir başka gezegen yok arkadaşlar. olsa bile bizde o gezegene gidecek para yok. yarın ölümsüzlük bulunsa, onun ilacı bu ülkeye sekizyüz sene sonra gelir. gelin, bırakın şu kaygıları. bir kerelik olan yaşam biletimizi iyi değerlendirelim. doğaya saygı duyduğumuzu belli edelim. hem o zaman bulutlar, acizliğimize acır da, şu kafamıza yağan kocaman buz parçalarının boyutunu biraz daha küçültür belki..
ilk insandan bu yana, kişinin kaderini tercihlerinden çok reddettikleri belirler.
testislerde alelade bir spermken, bunu reddedip bir rahime düşersin; orada spermliği de reddeder zigot olursun. sonra zigotluğu da reddedersin, fetus olur, oradan da sıkılır, ilk düşüşünü yani, rahimden dışarı ilk çıktığın anı gerçekleştirirsin. en keskin reddediş yeri burasıdır, anne karnı. sonra ortalama yetmiş yıllık bir çürüme evresi. insan hayata ikinci kez ve bu sefer sondan başlasaydı, yani yetmiş sekiz yaşında gelseydi dünyaya ikinci kez ve çocukluğuna doğru gerçekleşseydi büyüme evresi, ki bence böyle olmalıydı, bir daha aynı yaşamı tekerrür eder miydi sizce? çoğumuzun sorunu, bitme ihtimali olan şeylerin bitişini tecrübe edememiş olmamız. tecrübe ettikten sonra anlar insan değerini biten şeylerin. bitmesin diye çaba göstermez yahut bitene kadar anın tadını çıkarmaz da, bittikten sonra yas tutar itina ile.
insan olma hikayesi bile bir reddedişin ürünü aslına bakarsanız. yukarıdaki rahim ve sperm örneği, biraz alakasız bir örnek gibi gelebilir, ama bu somut konu, üzerine çok da düşünülmesi gereken bir konu değil zaten. soyut anlamların peşinden gitmek gerek. görünen yüzü herkes görüyor, herkes bakıyor apaçıklıklara.. arkalardaki karartıyı da anlamaya çalışıyorsanız, insan olmanın o acı verici ama bir o kadar da olması gereken yanlarını alışkanlık edinmişsiniz demektir. zaten büyümek de böyle cereyan ediyor. ne kadar büyümüş olduğunuz, rastladığınız olaylara duyabildiğiniz acıyla doğru orantılı.
bir yerde okumuştum. reddedemediğin şey senin ilahındır, diyordu. ne kadar haklı.
birini tanımak istiyorsak, onun tercihlerinden çok reddettiklerine bakmak gerek. bu kişinin karakteri hakkında size çok daha keskin yanıtlar verecektir.
kişi sınanmadığı şeyi bilemez. yani bilir, ama yalnızca yüzeysel bir fikir sahibi olabilir okumalarla, gözlemlerle. evin içinde geçen bir gün, evin içinde gelişmesi muhtemel olaylara denk gelirsiniz. bir caddede yürürken, bir caddede yürürken başınıza gelmesi muhtemel şeyler gelir. işte bunlar da bir reddediştir aslında. caddede olarak evde olmayı reddediş; evde bulunarak caddede olmayı reddediş. işte bütün bunların sonucunda başınıza gelen olaylar da, yani tercihleriniz ve reddettikleriniz, sizin yaşamınızın kendisi, toplum diliyle kaderiniz. oysa kader denilen şey insanın yaşamı boyunca karşılaştığı olaylara verdiği ya da vermediği tepkiler bütünü değil midir? ilahi bir gücün bizi yönlendirdiğini düşünüyorsak bile, bu ilahi güç bize yanlızca dünyaya gelme kaderini bahşetmiştir.
gerisini sınamak, tecrübe etmek tamamen kişinin kendi öz benliğiyle ve aklıyla gerçekleşen şeyler.
bir ara şöyle bir şey demiştim. ''duvarlarını yıkmadan, dünyaya açılmadan nasıl biri olduğunu anlama şansın yok. belki de orospu çocuğunun birisin ama eline fırsat gecmiyor..'' işte bunun için bile kişinin reddettiği şeylere bakmak gerekiyor.
hırsız değilim, asla hırsızlık yapmam diyorsun. hmm. peki gerçekten paraya ihtiyacın varken, kimsenin seni görmediği bir ortamda, yüklü bir miktar para elde etme fırsatı geçmişken eline, bunu reddettin mi? ben aldatmam kimseyi diyorsun misal, serin bir yaz vakti, alkollü bir ortamda ve senin hayatında biri varken, alımlı biri sana hakikatli bir sevişme teklifinde bulundu ve sen bunu reddettin mi? eğer cevapların evetse, zaten önünde saygı ile eğiliyorum. ama hayırsa, ben bunu asla yapmam demek, asla yapılmaması gereken tek şey belki de. sınanmadığın şeyi bilemezsin. çünkü insanı koşullar oluşturur..
mutlak iyi, mutlak kötü olmadığı gibi; her koşulda iyi, her koşulda kötü de yoktur. dünyanın en zalimleri bile birilerini seviyordu. en merhametli insanların bile kötü davrandığı birileri vardı. kim olduğumuzu bizden daha çok, karşımızdaki insanlar ve içinde bulunduğumuz ortam koşulları belirliyor. çok neşeli bir gününde rahatsızlık verici bir dilenciye bile para uzatırken; kederli bir gününde, sadece sevgi isteğiyle ayaklarına dolaşan masum bir kediye öfkeyle bakabiliyorsun.
konu buraya nereden, nasıl, niye geldi bilmiyorum.
dün kabataş sahilde bir martıyla konuştum. sizden ve bizden bahsettik biraz karşılıklı. ''nereye gidiyor abi bu insanlar böyle koştura koştura'' diye sordu. ''bilmiyorum kardeşim'' dedim. ''neden böyle aceleciler'' dedi, ''bilmiyorum'' dedim. ''neden birbirlerine böyle öfkeyle bakıyorlar, ulan insanın insandan başka dostu mu var? bütün canlılar sizden nefret ediyoruz, dünyamızı mahfettiniz. görmüyor musunuz doğa olaylarını, niye artık korkudan sarılmıyorsunuz birbirlerinize'' diye sordu. '' vallahi bilmiyorum kardeşim'' dedim. ''ara sıra gidip görüyorum abi, çok güzel kıyılar var, mis gibi sahiller, dağlar, ovalar, akarsular var. neden kimse gidip ziyaret etmiyor oraları? bu beton yığınları neden abi? bak görüyorsun mevsimlerin halini, başımıza taşlar yağıyor? bu müteahhitlerin amacı ne abi'' dedi. '' yemin ederim bilmiyorum kardeşim'' dedim.
''abi sen de neyi biliyorsun allahaşkına'' dedi, bilge bir cevap bulamadım, gülümseyip yürüdüm.
arkamdan bağırdı, ''ulan bari kuru kuru atmayın şu simitleri, parçaları biraz ıslatıp atın. boğazımızda kalıyor, geçen gün bizim bir arkadaş az kaldı ölüyordu. zaten kafamıza atar gibi atıyorsunuz. allah belanızı versin sizin'' dedi. dönüp baktım. arkasını döndü, bütün bunları ben demedim ki, demek ister bir vücut diliyle.
yürüdüm ağaçlı yoldan beşiktaş iskeleye doğru. gökyüzüne aniden siyah bulutlar çöktü.
sonra beş dakika geçmeden yumruk büyüklüğünde buz parçaları.
öğlen kırk dereceyi görürken, akşamında kafamıza buz parçalarının yağdığına şahit olduk. doğa bize daha ne söylemeli?
hayat bir reddediştir arkadaşlar. şehirli arkadaşlar. sistemler siz varsınız diye devam ediyor bordrolu arkadaşlarım. ey hamal kardeşim, ey müteahhit abim. başını sokacak bir evin var zaten, neden gökyüzünü delmek istercesine inşaatlar üretiyorsunuz dev gibi markaları daha da zenginleştirmek için? direk onlara seslenemiyorum, onlar tenezzül edip beni dinlemezler. haykırışım önce size,ki onları var eden sizlersiniz. yapmayın abilerim, kardeşlerim. geçen aylarda koluna denk gelen kuş dışkısını yanlışlıkla mı sandın? tesadüf mü, hayra mı yordun? kuşlar bilerek sıçıyorlar kafamıza, çünkü dünyayı dev bir kanalizasyona çevirdik. tanrı bize neresiyle gülüyor kimbilir.
bir şeyleri reddedelim arkadaşlar. bir şeyleri reddedebilelim artık. en başta ölümlü olmayı reddedelim mesela. ve bir açıklığa bir fidan dikelim artık. insan en verimli bu şekilde ölümsüz olabilir. hem kuşlar da elektrik tellerine değil, ağaçlara konmak durumunda kalırlar böylelikle. kafamıza değil, ağaç diplerine sıçarlar. bütün bunları bi düşünelim.
yaşanabilir başka gezegen yok arkadaşlar. olsa bile bizde o gezegene gidecek para yok. yarın ölümsüzlük bulunsa, onun ilacı bu ülkeye sekizyüz sene sonra gelir. gelin, bırakın şu kaygıları. bir kerelik olan yaşam biletimizi iyi değerlendirelim. doğaya saygı duyduğumuzu belli edelim. hem o zaman bulutlar, acizliğimize acır da, şu kafamıza yağan kocaman buz parçalarının boyutunu biraz daha küçültür belki..
21 Temmuz 2017 Cuma
Küllük Yayınları
arkadaşlar merhaba. biliyorum epeydir buralara uğramıyorum. ve siz de benim buralara uğramadığımın farkında değilsiniz, bu yüzden beni de özlemediniz. ama olsun, konumuzun bununla bir alakası yok zaten. size içinde bulunduğum bir kaç durumdan bahsedeceğim.
yaklaşık üç aydır hayatım daha önce yürümediğim yollarda, daha önce alışkın olmadığım bir seyirde ilerliyor. hikayenin başına dönmem gerekirse, her şey, çok yakında çıkacak olan romanımı kitap haline getirmek istememle başladı. sırtımda bir yük olmuştu çünkü bu kitap, yazalı, bitireli yaklaşık iki sene olmuştu. ve bu geçen iki senede her geçen gün biraz daha ağırlaşıyordu, biraz daha kamburlaşıyordu sırtımı.
kitaptan kısaca bahsetmem gerekirse;
yaşamaya devam edebilmek için zihnimi bulandıran kiri, pası temizlemem gerekiyordu bazen. gırtlağımdaki nefes almamı engelleyen kitleyi öksürmek için oturup yazmak zorunda kaldığım geceler oluyordu. bahsetmiştim daha önceleri burada. işte öyle geceler oturup birbirinden bağımsız olarak yazdığım olayları, sahneleri bir gün arka arkaya okuduğumda, ortaya bir şey çıktığını gördüm. sonra oturup o şeyleri düzenledim. silik bir olay örgüsü, bir kaç karakter etrafında toparladım ve ortaya bu kitap çıktı. -çıktı ama kimler okur, kimler okumaz bilmem, çok önemsediğim konular da değil açıkçası. biraz, ''ben artık sırtımdaki bu yükü indirmek istiyorum.'' serzenişi; biraz da ''hikayemi insanlarla paylaşmak istiyorum artık.'' heyecanı beni kitabın artık çıkması için harekete geçiren etkenler oldu. belki de anlaşılmak kaygısı vardır temelinde. belki değil hatta, kesinlikle temelinde bu vardır, ama bunu kendime henüz itiraf edemedim.-
her neyse.
bu arayışla beraber bir kaç yayıneviyle mail yoluyla iletişime geçtiğimde, büyük ve hatırı sayılır yayınevlerine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu gördüm. her yerde olduğu gibi bu sektörde de, maalesef, dayın amcan olmadan ilerleme katetmek pek mümkün olmuyordu. görüştüğüm vasat yayınevleri bana ''ne yazıyorsun'' diye sormadan, ''kitlen var mı?'' tarzında sorular soruyorlardı. gönderdiğim maillere de dönüş yapan olmadı. belki yoğunluktan okumamışlardı, belki de okuyup beğenmemişlerdi bilemiyorum. ben sadece bekliyordum. çevremdeki bir kaç kişiye danıştığımda bana bu işlerin böyle yürümediğini, dosyayı özalit olarak, yani kağıt demeti şeklinde, dosyalatıp yayınevlerine ulaştırmamı tavsiye ettiler. belki o zaman dönerlermiş dediler.
ama artık benim birinden herhangi bir şey talep edecek hevesim kalmamıştı ki. zaten yıllardır insanlara minnet etmekten kaçıyor, yalnızca kendi başıma halledebileceğim işlerin peşinden koşuyordum. zira birinden yardım istemek nafileydi. seni kullanamayacak kimse, sana neden yardım etsindi ki? yıllar boyu bunu ezberlemiş ve artık bu tarz hamlelerden kendimi soyutlamıştım. vazgeçmiştim kitap işinden. hatta kitabı buradan sahne sahne paylaşmayı düşünüyordum. insanlar okuyacaklarsa buradan okusunlardı.
derken bir arkadaşım vasıtasıyla, çok büyük yayınevlerinin de matbaalığını yapan bir abiyle tanıştım. mustafa abi. -telefonumda adamın dibi şeklinde kayıtlı. çünkü öyle.- belki bize bir yardımı dokunur diye bir cumartesi öğleni görüşmeye gittik. orada öyle şeyler anlattı ki bize, yayınevlerinin aslında tekel bayiilerden farklı işlemediğini öğrendim. insanların emeğinin nasıl sömürüldüğünü, nasıl kullanıldıklarını bir bir anlattı yaşanmış örneklerle. senin geceler boyu kağıtlara damlattığın ıstırap damlalarının, onlar için yalnızca para demeti anlamına geldiğini öğrendim. bu piyasada, çevrendeki kitlenin, yazdıklarından daha değerli görüldüğünü anladım. ve zaten olmayan hevesim iyice kırıldı.
ben kafamın içindeki köşelere çarpıp daha da sivrilen, sivrildikçe daha da canımı acıtan düşüncelerle uzaklara doğru bakarken mustafa abi, olum siz niye kendi yayınevinizi kendiniz açmıyorsunuz ki, diye sordu aniden. o an bir aydınlanma yaşamadım, çok mantıklı bir şeymiş gibi de gelmedi ama bunca adaletsizliğin, art niyetin arasında; birinin düşmüşlere bir selpak mendil uzatması gerekmiyor muydu? mahçup insanları severim mesela ben. benim gibi mahçup insanları, minnet edemeyenleri, sözkonusu kendisi olunca hiç kimseden yardım talep edemeyenleri düşünüp, neden ben hem kendime hem de onlara yardım etmeyeyim ki lan, dedim, kendi kendime. ve mustafa abinin de, aslansınız olum siz, kaplansınız, sizi kesseler acımaz amına koyim, ben arkanızdayım demesi üzerine yaklaşık bir buçuk aylık da bir düşünme, daha doğrusu kıvranma sürecinin ardından, ansızın yayınevini açma kararı aldım. ansızın dediğim hakikaten ansızın, beşiktaşta poğaça yerken kenarda gördüğüm noter tabelasının bana hissettirdikleri sonucunda, aniden dalıp ilk imzayı attım. o kadar ansızındı ki, kimliğim yanımda değildi, attığım üç imzanın üçü de birbirinden bağımsız duruyordu. ehliyetle işlem yaptırmak istedim, resmi bana benzetemediler. telefon numaramı yeni değiştirmiştim, numarayı sorduklarında telefona bakarak söylediğim için bayağı şüphelendiler. kafamda da şapka falan var, o gün muhtemelen semtin balicilerinden tek farkım cebimde üçyüz lira para oluşuydu. o da kefen param. neyse işte, oradaki kadınefendilerle biraz uğraştıktan sonra evrağı alıp koşar adım köyiçine çıktım ve bu hikaye, bu yazıyı yazmamdan yaklaşık bir buçuk ay önce böyle başladı.
kalan son hevesimi de bu iş için kullandığımın farkındayım. belki de bu hayata karşı; legal olarak, ahlaki kuralları gözeterek, kendimden ödün vermeyerek attığım son adım. karaya ulaşmak adına attığım son kulaç. bütün bunların farkındayım. bu öğlen yayınevinin son imzasını da attıktan sonra, ve bütün bunların farkında olarak, duygularımı taze taze sizinle paylaşmak istedim. artık hepimizin bir yayınevi var. bütün mahçup insanların, iyiye, doğruya, adalete, çiçeklere, kuşlara, ağaçlara, karıncalara, kurbağalara, komodo ejderlerine, oralete, leblebiye, haşlanmış patatese, çubuk krakere inanan herkesin bir yayınevi var. adımız küllük yayınları.
duyulsun. ortamlarda ''yayınevim var yea'' tarzında şekil yapabilirsiniz.o tarz durumlarda söz veriyorum anahtarı vereceğim.
elimizden geldiğince ve yapabildiğimiz ölçüde, inandığımız doğruları gözeterek, edebiyat piyasasının üzerine çökmüş olan bu karanlığa bir fener yakmaya geldik. belki aydınlatamayacağız ama, en azından karanlığa karşı bir eylem yapmış olacağız. başarılı olur, olmaz mühim değil. birileri bunu yapmalıydı. tahmin ettiğiniz üzre ilk basılacak kitap kendi kitabım olacak. bunu düşündükçe biraz can sıkıcı görünüyor biliyorum ama, en başında söylediğim gibi, bu yükü sırtımdan indirmem gerekiyor artık. ve inanın bana, başka seçeneğim olsa kesinlikle onu kullanırdım. ama yoktu..
velhasıl; içilmeden kül olmuş sigaralara ev sahipliği yapmaya geldik!
yanıp kül olmuş her şey ve herkes için geldik!
bu süreçte bana destek olan olmayan herkese eyvallah.
hakedenin hakettiği yere ulaştığı bir yarın dileğiyle, geceniz mümkün olduğu ölçüde güzel olsun sevgili dinleyenler..
ben bu yazıyı yazarken onu dinledim;
size de bu yazıya tahammül edişinizin hatrına ''melina aslanidou''dan ''prigkipessa'' parçasını armağan ediyorum..
yaklaşık üç aydır hayatım daha önce yürümediğim yollarda, daha önce alışkın olmadığım bir seyirde ilerliyor. hikayenin başına dönmem gerekirse, her şey, çok yakında çıkacak olan romanımı kitap haline getirmek istememle başladı. sırtımda bir yük olmuştu çünkü bu kitap, yazalı, bitireli yaklaşık iki sene olmuştu. ve bu geçen iki senede her geçen gün biraz daha ağırlaşıyordu, biraz daha kamburlaşıyordu sırtımı.
kitaptan kısaca bahsetmem gerekirse;
yaşamaya devam edebilmek için zihnimi bulandıran kiri, pası temizlemem gerekiyordu bazen. gırtlağımdaki nefes almamı engelleyen kitleyi öksürmek için oturup yazmak zorunda kaldığım geceler oluyordu. bahsetmiştim daha önceleri burada. işte öyle geceler oturup birbirinden bağımsız olarak yazdığım olayları, sahneleri bir gün arka arkaya okuduğumda, ortaya bir şey çıktığını gördüm. sonra oturup o şeyleri düzenledim. silik bir olay örgüsü, bir kaç karakter etrafında toparladım ve ortaya bu kitap çıktı. -çıktı ama kimler okur, kimler okumaz bilmem, çok önemsediğim konular da değil açıkçası. biraz, ''ben artık sırtımdaki bu yükü indirmek istiyorum.'' serzenişi; biraz da ''hikayemi insanlarla paylaşmak istiyorum artık.'' heyecanı beni kitabın artık çıkması için harekete geçiren etkenler oldu. belki de anlaşılmak kaygısı vardır temelinde. belki değil hatta, kesinlikle temelinde bu vardır, ama bunu kendime henüz itiraf edemedim.-
her neyse.
bu arayışla beraber bir kaç yayıneviyle mail yoluyla iletişime geçtiğimde, büyük ve hatırı sayılır yayınevlerine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu gördüm. her yerde olduğu gibi bu sektörde de, maalesef, dayın amcan olmadan ilerleme katetmek pek mümkün olmuyordu. görüştüğüm vasat yayınevleri bana ''ne yazıyorsun'' diye sormadan, ''kitlen var mı?'' tarzında sorular soruyorlardı. gönderdiğim maillere de dönüş yapan olmadı. belki yoğunluktan okumamışlardı, belki de okuyup beğenmemişlerdi bilemiyorum. ben sadece bekliyordum. çevremdeki bir kaç kişiye danıştığımda bana bu işlerin böyle yürümediğini, dosyayı özalit olarak, yani kağıt demeti şeklinde, dosyalatıp yayınevlerine ulaştırmamı tavsiye ettiler. belki o zaman dönerlermiş dediler.
ama artık benim birinden herhangi bir şey talep edecek hevesim kalmamıştı ki. zaten yıllardır insanlara minnet etmekten kaçıyor, yalnızca kendi başıma halledebileceğim işlerin peşinden koşuyordum. zira birinden yardım istemek nafileydi. seni kullanamayacak kimse, sana neden yardım etsindi ki? yıllar boyu bunu ezberlemiş ve artık bu tarz hamlelerden kendimi soyutlamıştım. vazgeçmiştim kitap işinden. hatta kitabı buradan sahne sahne paylaşmayı düşünüyordum. insanlar okuyacaklarsa buradan okusunlardı.
derken bir arkadaşım vasıtasıyla, çok büyük yayınevlerinin de matbaalığını yapan bir abiyle tanıştım. mustafa abi. -telefonumda adamın dibi şeklinde kayıtlı. çünkü öyle.- belki bize bir yardımı dokunur diye bir cumartesi öğleni görüşmeye gittik. orada öyle şeyler anlattı ki bize, yayınevlerinin aslında tekel bayiilerden farklı işlemediğini öğrendim. insanların emeğinin nasıl sömürüldüğünü, nasıl kullanıldıklarını bir bir anlattı yaşanmış örneklerle. senin geceler boyu kağıtlara damlattığın ıstırap damlalarının, onlar için yalnızca para demeti anlamına geldiğini öğrendim. bu piyasada, çevrendeki kitlenin, yazdıklarından daha değerli görüldüğünü anladım. ve zaten olmayan hevesim iyice kırıldı.
ben kafamın içindeki köşelere çarpıp daha da sivrilen, sivrildikçe daha da canımı acıtan düşüncelerle uzaklara doğru bakarken mustafa abi, olum siz niye kendi yayınevinizi kendiniz açmıyorsunuz ki, diye sordu aniden. o an bir aydınlanma yaşamadım, çok mantıklı bir şeymiş gibi de gelmedi ama bunca adaletsizliğin, art niyetin arasında; birinin düşmüşlere bir selpak mendil uzatması gerekmiyor muydu? mahçup insanları severim mesela ben. benim gibi mahçup insanları, minnet edemeyenleri, sözkonusu kendisi olunca hiç kimseden yardım talep edemeyenleri düşünüp, neden ben hem kendime hem de onlara yardım etmeyeyim ki lan, dedim, kendi kendime. ve mustafa abinin de, aslansınız olum siz, kaplansınız, sizi kesseler acımaz amına koyim, ben arkanızdayım demesi üzerine yaklaşık bir buçuk aylık da bir düşünme, daha doğrusu kıvranma sürecinin ardından, ansızın yayınevini açma kararı aldım. ansızın dediğim hakikaten ansızın, beşiktaşta poğaça yerken kenarda gördüğüm noter tabelasının bana hissettirdikleri sonucunda, aniden dalıp ilk imzayı attım. o kadar ansızındı ki, kimliğim yanımda değildi, attığım üç imzanın üçü de birbirinden bağımsız duruyordu. ehliyetle işlem yaptırmak istedim, resmi bana benzetemediler. telefon numaramı yeni değiştirmiştim, numarayı sorduklarında telefona bakarak söylediğim için bayağı şüphelendiler. kafamda da şapka falan var, o gün muhtemelen semtin balicilerinden tek farkım cebimde üçyüz lira para oluşuydu. o da kefen param. neyse işte, oradaki kadınefendilerle biraz uğraştıktan sonra evrağı alıp koşar adım köyiçine çıktım ve bu hikaye, bu yazıyı yazmamdan yaklaşık bir buçuk ay önce böyle başladı.
kalan son hevesimi de bu iş için kullandığımın farkındayım. belki de bu hayata karşı; legal olarak, ahlaki kuralları gözeterek, kendimden ödün vermeyerek attığım son adım. karaya ulaşmak adına attığım son kulaç. bütün bunların farkındayım. bu öğlen yayınevinin son imzasını da attıktan sonra, ve bütün bunların farkında olarak, duygularımı taze taze sizinle paylaşmak istedim. artık hepimizin bir yayınevi var. bütün mahçup insanların, iyiye, doğruya, adalete, çiçeklere, kuşlara, ağaçlara, karıncalara, kurbağalara, komodo ejderlerine, oralete, leblebiye, haşlanmış patatese, çubuk krakere inanan herkesin bir yayınevi var. adımız küllük yayınları.
duyulsun. ortamlarda ''yayınevim var yea'' tarzında şekil yapabilirsiniz.o tarz durumlarda söz veriyorum anahtarı vereceğim.
elimizden geldiğince ve yapabildiğimiz ölçüde, inandığımız doğruları gözeterek, edebiyat piyasasının üzerine çökmüş olan bu karanlığa bir fener yakmaya geldik. belki aydınlatamayacağız ama, en azından karanlığa karşı bir eylem yapmış olacağız. başarılı olur, olmaz mühim değil. birileri bunu yapmalıydı. tahmin ettiğiniz üzre ilk basılacak kitap kendi kitabım olacak. bunu düşündükçe biraz can sıkıcı görünüyor biliyorum ama, en başında söylediğim gibi, bu yükü sırtımdan indirmem gerekiyor artık. ve inanın bana, başka seçeneğim olsa kesinlikle onu kullanırdım. ama yoktu..
velhasıl; içilmeden kül olmuş sigaralara ev sahipliği yapmaya geldik!
yanıp kül olmuş her şey ve herkes için geldik!
bu süreçte bana destek olan olmayan herkese eyvallah.
hakedenin hakettiği yere ulaştığı bir yarın dileğiyle, geceniz mümkün olduğu ölçüde güzel olsun sevgili dinleyenler..
ben bu yazıyı yazarken onu dinledim;
size de bu yazıya tahammül edişinizin hatrına ''melina aslanidou''dan ''prigkipessa'' parçasını armağan ediyorum..
9 Haziran 2017 Cuma
sırtımı yasladım eskimiş, yorgun bir banka
gökyüzü gri ama şehre yaz gelmiş diyorlar
insanlar gelip geçiyor önümden
kuşlar geçiyor, kediler, köpekler, karıncalar
ve zaman
zaman geçiyor
zaman geçecek
zaman geçmiş
zamanla birlikte bir şeyler de geçiyor
geçecek
geçmiş
birileri
ben mi
ben zaten
ben kendimden çoktan geçmişim
ağaçlardan geçmişim, kuşlardan, çiçeklerden, aşktan, sevgiden, güvenden ve insana insan olduğunu hissettiren her şeyden
geçmişim
neden diye sormayacak kimse ama
söyleyeyim
vaziyetimin müsebbibi yalnızca geçmişim
yağmur başlayınca, telaş saçak altlarında muhafaza edilir
insan olmanın aciziyeti
otobüs duraklarında, dükkan önlerinde dolup taşar
oysa ki yalnızca yağmur yağıyor
diyemezsin
ıslanmaman gerekiyor çünkü
herkes bir sigara yakar bu kısa tutsaklığa
ve elbette sorsan
herkes sever, ıslanmadığı yağmuru
kuruyken herkes sever, pencereden bakarken herkes sever
peki bu şemsiyeliler kimler
güzel günler bir bavula doldurulup
bir bagaja konulup
bir şehre gönderilmiş
ben o şehri arıyorum
adresi bırakın
o şehrin adını dahi bilmiyorum
güzel insanlar nerede
görüyorum iki sevgili şurada kavuşmuş
benim yine,
benim niye
bu ellerim bu ceplerimde
ah benim cemal abim
umulmadık bir gün olabilir bugün
demişsin
yağmurların kokusunda bir çay söyledim sana inanıp
kaşıksız, demli
ama rica ediyorum
bu sefer
sen haksız çıkma lütfen
yani en azından ben haklı çıkmayayım
benim bu hislerime ne oldu anlatın
kim gömdü beni böyle, benden uzağa
neden yalnızım
neden gülümsemiyorum
neden bu öfkem
neden diye soranlarınız oluyor ya bazen
yorgunum ama, anlatayım
-yorgunum
anlattım
yani size yerli yersiz gülümseyemem
yani sevemem öyle kimseyi ansızın
yani, yanisi yok işte
ne anlamak istiyorsanız onu anlayın
ben yalnızca, yorgunum diyeceğim
ulan anlayın
ama bir gün
bir yerde
bir şekilde
bir yer
bulursam koyacak
belki ben de artık
bu ellerimi bu ceplerimden çıkarırım
gökyüzü gri ama şehre yaz gelmiş diyorlar
insanlar gelip geçiyor önümden
kuşlar geçiyor, kediler, köpekler, karıncalar
ve zaman
zaman geçiyor
zaman geçecek
zaman geçmiş
zamanla birlikte bir şeyler de geçiyor
geçecek
geçmiş
birileri
ben mi
ben zaten
ben kendimden çoktan geçmişim
ağaçlardan geçmişim, kuşlardan, çiçeklerden, aşktan, sevgiden, güvenden ve insana insan olduğunu hissettiren her şeyden
geçmişim
neden diye sormayacak kimse ama
söyleyeyim
vaziyetimin müsebbibi yalnızca geçmişim
yağmur başlayınca, telaş saçak altlarında muhafaza edilir
insan olmanın aciziyeti
otobüs duraklarında, dükkan önlerinde dolup taşar
oysa ki yalnızca yağmur yağıyor
diyemezsin
ıslanmaman gerekiyor çünkü
herkes bir sigara yakar bu kısa tutsaklığa
ve elbette sorsan
herkes sever, ıslanmadığı yağmuru
kuruyken herkes sever, pencereden bakarken herkes sever
peki bu şemsiyeliler kimler
güzel günler bir bavula doldurulup
bir bagaja konulup
bir şehre gönderilmiş
ben o şehri arıyorum
adresi bırakın
o şehrin adını dahi bilmiyorum
güzel insanlar nerede
görüyorum iki sevgili şurada kavuşmuş
benim yine,
benim niye
bu ellerim bu ceplerimde
ah benim cemal abim
umulmadık bir gün olabilir bugün
demişsin
yağmurların kokusunda bir çay söyledim sana inanıp
kaşıksız, demli
ama rica ediyorum
bu sefer
sen haksız çıkma lütfen
yani en azından ben haklı çıkmayayım
benim bu hislerime ne oldu anlatın
kim gömdü beni böyle, benden uzağa
neden yalnızım
neden gülümsemiyorum
neden bu öfkem
neden diye soranlarınız oluyor ya bazen
yorgunum ama, anlatayım
-yorgunum
anlattım
yani size yerli yersiz gülümseyemem
yani sevemem öyle kimseyi ansızın
yani, yanisi yok işte
ne anlamak istiyorsanız onu anlayın
ben yalnızca, yorgunum diyeceğim
ulan anlayın
ama bir gün
bir yerde
bir şekilde
bir yer
bulursam koyacak
belki ben de artık
bu ellerimi bu ceplerimden çıkarırım
4 Haziran 2017 Pazar
Kuş
dün sigara içmek için balkona çıktığımda camın kenarına sinmiş bir kuşa rastladım. kanatlarının bir kısmı dökülmüş, bitkin, yorgun bir şekilde duruyordu. öğlen saatleri, güneş tepede, nem çok. onun bu biçare halinin yeni doğmuş yavru bir kuş oluşundan mı yoksa hasta oluşundan mı olduğunu çözemedim. aklıma ilk gelen şey su içirmek oldu. bir iki deneme sonunda bir kaç yudum da olsa su içirebilmeyi başardım. sonra kilere gidip yiyeceği bir şeyler aradım. hasta bir kuş ne yer bilmem, yavru bir kuş ne yer onu da bilmiyorum. aklıma süt vermek bile geldi bir ara. sonra en mantıklı tercihin bu olduğuna kanaat getirerek, bulgur, buğday karışımı hazırlayıp götürdüm. bir kaç dakikalık uğraş sonunda bu biçare arkadaşıma hiçbir şey yediremedim. son çare olarak, bir kaba su doldurup önüne bıraktım. annemi aradım sonra, ne yapayım, diye. anneler böyle şeyleri bilirler çünkü.
meğer zaten annem bulmuş o kuşu. bizim balkonun bir penceresi yaz kış aralıklıdır. -fantezi olsun diye değil, geçen sene bir pencere bozuldu, taktırma gereği duymadık.- eskimiş halılar falan da orada muhafaza edilir. annem halıları bir ihtiyaç sahibine vermek için kaldırırken bir önceki gece rastlamış. iki kardeşlermiş. diğeri annemin çabalarıyla uçmuş, bu bahtsız arkadaş nasıl olmuşsa bir tele sarılıp takılı kalmış orada, iki saat boyunca o telden kurtarmaya uğraşmış annem. uzun uğraşlar sonucunda da telden kurtarıp balkona koymuş. buymuş bu bahtsız kuş arkadaşımızın hazin hikayesi.
bu hikayeyi duyduktan sonra telefonu kapatıp, yorgunluğumun da etkisiyle, bahsi geçen bu arkadaşın haline üzülerek uykuya daldım. bir saat sonra uyandığımda ilk işim kuşu kontrol etmek oldu. oradaydı, yanında başka bir kuş daha vardı. uzaktan izledim. bir şey konuşmuyorlardı ama anlaşıyor gibilerdi. uzun süre devam etti bu sahne. sonra sigara içmek için onlara biraz daha yaklaştığımda diğer kuşun gagasıyla bizim kuşa bir şeyler yaptığını gördüm. derken nasıl olduysa bizim kuşun dengesi bozuldu. acı acı çırpınsa da mermere tutunmayı başaramadı. düşmesine engel olmak için pencereye koştum, ama nafile. diğer kuş göğe doğru havalanırken, bizim kuşun akıbetini görmek istemeye istemeye hızlıca aşağıya baktım. kaldırımda bir ceset görmeye alıştırmıştım kendimi. işte o an mucizevi bir şey gerçekleşti, kaldırıma bir kaç adım kala kanat çırparken gördüm bizim kuşu. uçmak için değil de, düşmemek için kanat çırpıyordu ve zor da olsa bunu beceriyordu. -o anda olduğu gibi, şuan bu satırları yazarken de bir galibiyet tebessümü beliriyor yüzümde.- bizim kuş havadaydı. can havliyle giriş katın balkonuna kondu. yaklaşık onbeş dakika onu seyrettim. iki sigara bitirdim. mutluluk sigarası dediklerinden. sonra giriş katın meraklı ablalarından biri bir şey silkelemek için balkona çıkınca, bizim kuş tedirgin olup tekrar aşağı doğru bıraktı kendini. ama bu sefer kendi isteğiyle bırakmıştı kendini boşluğa ve daha kararlı bir şekilde kanat çırpıyordu. düşmemek için değildi, havalanmak içindi bu kez kanat çırpışları. -o an beşiktaş şampiyonlar liginde çeyrek finale çıkmış kadar sevindim.- sonra, balkona konduğundan biraz daha az zorlanarak karşıdaki elektrik tellerine kondu. artık düşmeyeceğinden ikimiz de emindik.
bu mutlulukla içeri girip düşünmeye başladım.
hayat ne garipti. o kuş oraya gelip o denge kaybını sağlamasaydı, o düşüş gerçekleşmeseydi, bizim kuş uçabiliyor olduğunu asla bilemeyecekti belki de. asla cesaret edemeyecekti, kendi isteğiyle asla bırakamayacaktı o boşluğa kendini. belki de ölüp gidecekti o balkon köşesinde. hoş, ben ölmesine izin vermezdim gerçi ama benim ona sağlayabileceğim hayatın da onun istediği türden bir hayat olacağını sanmıyorum. her neyse. bunu neden sizinle paylaştım biliyor musunuz;
işte dünya denen bu eskimiş gezegen o pencere. biz de o çaresiz kuşlarız. biri gelip bizi itmediği sürece, o bitirici darbelere maruz kalmadığımız sürece, yalnızca kendimizin üstesinden gelebileceğimiz problemlerle yüzleşmediğimiz sürece kendimizi gerçekleştiremeyeceğiz. yeteneklerimizin, yapabileceklerimizin farkına varamayacağımız kendimizle başbaşa kalmadığımız sürece. çünkü sınırlarımızı ancak böyle bilebiliriz. gerçek 'kendimiz'i ancak böyle tanıyabiliriz. kendimizi boşluğa bırakmadan uçabiliyor oluşumuzu nasıl sınayabiliriz ki? sınayamayız elbette. yürümeye talim bir hayatın mensubu olup, gökyüzündeki kuşlara küfrederiz en fazla, uçuşlarına hayran hayran bakarak. -biz hayran olduğumuz şeylere küfretmeyi seven bir toplumuz nihayetinde.-
bakınız, tecrübe ile sabittir; hakiki sarsıntıların üstesinden gelebilmenin ilk yolu, önce o sarsıntılarla karşılaşmış olmaktan geçer.
umarım herkes birgün, bir şekilde kanatlarının farkına varır. bedeli ne olursa olsun; eğer uçabiliyorsa uçmalı insan. düşebiliyorsa düşmeli.
yoksa kendimizi nasıl bileceğiz, nasıl tanıyacağız ki başka türlü?
zamanın birinde şöyle demiştim;
''zemine çarpmadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir.
baki olamaz..''
işte öyle..
meğer zaten annem bulmuş o kuşu. bizim balkonun bir penceresi yaz kış aralıklıdır. -fantezi olsun diye değil, geçen sene bir pencere bozuldu, taktırma gereği duymadık.- eskimiş halılar falan da orada muhafaza edilir. annem halıları bir ihtiyaç sahibine vermek için kaldırırken bir önceki gece rastlamış. iki kardeşlermiş. diğeri annemin çabalarıyla uçmuş, bu bahtsız arkadaş nasıl olmuşsa bir tele sarılıp takılı kalmış orada, iki saat boyunca o telden kurtarmaya uğraşmış annem. uzun uğraşlar sonucunda da telden kurtarıp balkona koymuş. buymuş bu bahtsız kuş arkadaşımızın hazin hikayesi.
bu hikayeyi duyduktan sonra telefonu kapatıp, yorgunluğumun da etkisiyle, bahsi geçen bu arkadaşın haline üzülerek uykuya daldım. bir saat sonra uyandığımda ilk işim kuşu kontrol etmek oldu. oradaydı, yanında başka bir kuş daha vardı. uzaktan izledim. bir şey konuşmuyorlardı ama anlaşıyor gibilerdi. uzun süre devam etti bu sahne. sonra sigara içmek için onlara biraz daha yaklaştığımda diğer kuşun gagasıyla bizim kuşa bir şeyler yaptığını gördüm. derken nasıl olduysa bizim kuşun dengesi bozuldu. acı acı çırpınsa da mermere tutunmayı başaramadı. düşmesine engel olmak için pencereye koştum, ama nafile. diğer kuş göğe doğru havalanırken, bizim kuşun akıbetini görmek istemeye istemeye hızlıca aşağıya baktım. kaldırımda bir ceset görmeye alıştırmıştım kendimi. işte o an mucizevi bir şey gerçekleşti, kaldırıma bir kaç adım kala kanat çırparken gördüm bizim kuşu. uçmak için değil de, düşmemek için kanat çırpıyordu ve zor da olsa bunu beceriyordu. -o anda olduğu gibi, şuan bu satırları yazarken de bir galibiyet tebessümü beliriyor yüzümde.- bizim kuş havadaydı. can havliyle giriş katın balkonuna kondu. yaklaşık onbeş dakika onu seyrettim. iki sigara bitirdim. mutluluk sigarası dediklerinden. sonra giriş katın meraklı ablalarından biri bir şey silkelemek için balkona çıkınca, bizim kuş tedirgin olup tekrar aşağı doğru bıraktı kendini. ama bu sefer kendi isteğiyle bırakmıştı kendini boşluğa ve daha kararlı bir şekilde kanat çırpıyordu. düşmemek için değildi, havalanmak içindi bu kez kanat çırpışları. -o an beşiktaş şampiyonlar liginde çeyrek finale çıkmış kadar sevindim.- sonra, balkona konduğundan biraz daha az zorlanarak karşıdaki elektrik tellerine kondu. artık düşmeyeceğinden ikimiz de emindik.
bu mutlulukla içeri girip düşünmeye başladım.
hayat ne garipti. o kuş oraya gelip o denge kaybını sağlamasaydı, o düşüş gerçekleşmeseydi, bizim kuş uçabiliyor olduğunu asla bilemeyecekti belki de. asla cesaret edemeyecekti, kendi isteğiyle asla bırakamayacaktı o boşluğa kendini. belki de ölüp gidecekti o balkon köşesinde. hoş, ben ölmesine izin vermezdim gerçi ama benim ona sağlayabileceğim hayatın da onun istediği türden bir hayat olacağını sanmıyorum. her neyse. bunu neden sizinle paylaştım biliyor musunuz;
işte dünya denen bu eskimiş gezegen o pencere. biz de o çaresiz kuşlarız. biri gelip bizi itmediği sürece, o bitirici darbelere maruz kalmadığımız sürece, yalnızca kendimizin üstesinden gelebileceğimiz problemlerle yüzleşmediğimiz sürece kendimizi gerçekleştiremeyeceğiz. yeteneklerimizin, yapabileceklerimizin farkına varamayacağımız kendimizle başbaşa kalmadığımız sürece. çünkü sınırlarımızı ancak böyle bilebiliriz. gerçek 'kendimiz'i ancak böyle tanıyabiliriz. kendimizi boşluğa bırakmadan uçabiliyor oluşumuzu nasıl sınayabiliriz ki? sınayamayız elbette. yürümeye talim bir hayatın mensubu olup, gökyüzündeki kuşlara küfrederiz en fazla, uçuşlarına hayran hayran bakarak. -biz hayran olduğumuz şeylere küfretmeyi seven bir toplumuz nihayetinde.-
bakınız, tecrübe ile sabittir; hakiki sarsıntıların üstesinden gelebilmenin ilk yolu, önce o sarsıntılarla karşılaşmış olmaktan geçer.
umarım herkes birgün, bir şekilde kanatlarının farkına varır. bedeli ne olursa olsun; eğer uçabiliyorsa uçmalı insan. düşebiliyorsa düşmeli.
yoksa kendimizi nasıl bileceğiz, nasıl tanıyacağız ki başka türlü?
zamanın birinde şöyle demiştim;
''zemine çarpmadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir.
baki olamaz..''
işte öyle..
25 Nisan 2017 Salı
düşüş
ordan bakınca öyle görünebilir
ama
düşüş değil bu,
kendine gelmek
kendine doğru inmek
hep yukarılarda aradığı için
bir türlü denk gelemiyor kendine insan
çiçekler
ağaçlar köklerinden beslenir
ırmaklar derinlere akar
denizlerin bereketi zeminindedir
insanın güzelliği
görünende değildir
zirvelerden karlar eriyip
dökülmeseydi düzlüklere
buharlaşmasaydı birikintiler
bulutların hali niceydi
birileri odun yapmasaydı kendini yanan bu ateşe
aydınlanamadan geçirdiğimiz
kim bilir
bu kaçıncı geceydi
ama
düşüş değil bu,
kendine gelmek
kendine doğru inmek
hep yukarılarda aradığı için
bir türlü denk gelemiyor kendine insan
çiçekler
ağaçlar köklerinden beslenir
ırmaklar derinlere akar
denizlerin bereketi zeminindedir
insanın güzelliği
görünende değildir
zirvelerden karlar eriyip
dökülmeseydi düzlüklere
buharlaşmasaydı birikintiler
bulutların hali niceydi
birileri odun yapmasaydı kendini yanan bu ateşe
aydınlanamadan geçirdiğimiz
kim bilir
bu kaçıncı geceydi
14 Nisan 2017 Cuma
Yara
belki ben yarayım,
belki sen merhem
ama yaranın inancı kalmamışsa iyileşeceğine
ne gelir ki elden?
sen azalırsın,
ben seni azalttığımla kalırım
dur,
benim bu yokuşlarım çıkılacak gibi değil
git,
yalan da olsa inan
yalan da olsa mutlu ol, yalan da olsa; sevil
sızıyan yanlarımı örtmeye çalışma sakın
baksana heryerden rüzgar esiyor
ateş olsan, kuru dallarımı yakarsın
-ki zaten yanmıştır
ama ben yeşermek istiyorum artık,
ne olur, beni toprağa bırakın
bir değil, beş değil,
hüznümün kaç kapısı var
birini örtsem diğeri çarpıyor duvarlara
kim geçse yanımdan üşütüyor rüzgarı
epeydir, topraklarıma gelmiyor ne yaz, ne bahar
umutsuzluğumu mazur gör ne olur,
sevgisiz, heyecansız bakışlarımı da
bak bu tavırlar yeni değil,
sırtımda taşıyorum ta ezelden
mesela çocukken de,
başımı okşasalar
beni kaçıracaklar sanardım ben
kötüyüm, kötüsün, kötü
hayat bütünüyle
hayat bütünüyle ele alınacak bir şey değil biliyorsun
ve
hayat bütünüyle, kötülerin ve kötülüklerin elinde
bunu da biliyorsun
kötüyüm işte,
anla
sanma ki, pürüzsüz olacak yürüdüğün zemin
sanma ki, ayakların kaymayacak
sanma ki, başın dönmeyecek bir şeylerin sarhoşluğundan
sanma ki, ben sevilecek bir adamım
sanma ki, mutluluk uğrayacak eşiğimize
sanma işte
yanılırsın
diyorum ya
yine de
sen bana bakma
ben hep
ben her zaman
ben daima
ben,
genellikle yanılırım
sen rengarenk bir gökkuşağısın
benimse insanlardan saklanmam gerek
simsiyahım
sana sığınırsam
hem
seni kirletirim
hem
beni herkes görür
17 Mart 2017 Cuma
herkes bir şeyleri arıyor, bekliyor, özlüyor. kimi bir hayalin, kimi birinin peşinde koşarken eskitiyor en güzel yanlarını. insan güzel yanlarını bir uğurda eskitiyorsa bir bildiği vardır elbet. herkesin olduğu gibi benim de bir bildiğim var. kendime göre. inandıklarım, inanmadıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim, özlediklerim.. başka kimsenin etkisi alanına girmeyen, değişmeyen ve şekillenmeyen düşüncelerimi derleyip toplayıp, yalnızlıkla yoğurduktan sonra etrafıma örüyorum.
kendime itinayla giydirdiğim bu kılıfı taşımaktan yorulsam da, bu kılıf beni samimiyetsizliklerden bir zırh gibi koruyor. ona hem minnettarım hem de ölümüne şikayetçiyim ondan. geceleri nefret ettiğim köşelerime, gündüzleri insanları seyrederken şükrediyorum. bu uzun yıllardır böyle devam ediyor. ulaşmak istediğim bir yer, sahip olmak istediğim bir şeyler, ait olmak istediğim hisler var. insan birine sahip olmaz ya da ait. insan ancak bir duyguya ait olur. ya da esiri olur bir duygunun. sevgi, nefret, özlem. ya da karanlık. karanlık da bir duygudur nihayetinde. epeydir karanlığım. kendimin gölgesi olarak ikamet ediyorum bu gezegende. aynalardan geçiyorum bazen, duvarlardan, ağaçlardan. bir sürü yerden geçiyorum da, bir türlü kendime ulaşamıyorum. bir kıyı var karşıda, oraya varabilsem kendimi bulacağım. ama uzun soluklu yüzmelerin üstesinden gelecek gücüm kalmadı. bir yere ulaşma çabalarım bir kaç adım sonra yerle bir olmaktan öteye gitmiyor. yolculuklarım bir düşüş mesafesinde. ötesini bilmiyorum. dedim ya kendimin gölgesiyim ben. bedenimde barınanın kim olduğunu bilmiyorum. bir şeyleri unuttum, bir şeylerden vazgeçtim. unuttuğum her şey bana başka şeyleri hatırlattı. sevmek mesela. sevmeyi unuttukça, nefreti hatırladım. dostlukları unuttukça yalnızlığı. bu hayatta her şeyin bir karşılığı olacaktır ya elbet, ben hiçbir şeyi aramanın yorgunuyum.
altı yıl önce bir balkonda, kederden ölmek isteyip de ölemediğim gecelerden birinde, bir şişe vodkayı biriyle paylaşmak isteyip de paylaşacak kimseyi bulamamıştım. derdimi haykırmak için çırpınırken, avaz avaz sarılmak isterken birilerine, soğuk bir duvara yaslayıp sırtımı, kendime söz vermiştim. kendimi inşa etmek adına, zemine koyduğum ilk taştı o söz. ve o öyle ağır bir taştı ki, bir sürü şey altında kaldı o taşın. üzerine dünyaları koydum, koyuyorum. bana mısın demiyor. sağlam bir zeminin üzerine inşa edilmiş, çarpık bir bina gibiyim. beni işgüzar bir müteahhite vermişler. demirden çalmış, çimentodan çalmış, işçi parasından çalmış. küçük bir sarsıntıda yerle bir olacak gibiyim. ve bu o kadar belli ki, dairelerime kimse cesaret edip taşınmıyor. kimse basmıyor zillerime. ki zaten, muhtelemen şerefsiz müteahhit o zilleri de bozuk takmıştır. bütün müteahhitlerin anasını sikeyim, demem gerekebilirdi tam da burada. ama demeyeceğim. belki bazılarınızın babası müteahhittir. babalarınızın müteahhit olması, benim tanıdığım müteahhitlerin alayının orospu çocuğu olduğu gerçeğini değiştirmez tabi. neyse işte, söyleyin malzemeden çalmasınlar.
insan nefes alıp vermenin yorgunu olur mu? gündüzleri insanları kahkahalara boğup, geceleri bir duvara anlatır mı derdini, kederini. hani bir palyaço hikayesi vardı ya, perdenin arkasına geçip ağlayan palyaço. işte o palyaço bile benden hallicedir. en azından bir sıfatı var. benim bir sıfatım yok. varlığımın izahı yok. benim mantıklı bir açıklamam yok. neden varım, neden bu gezegende bulunuyorum bilmiyorum. bugün kpss diye bir sınava başvurdum mesela. neden bilmiyorum. sırf annem istedi diye üniversiteyi bitirdim, sırf annem istedi diye bir sınava giriyorum. isteklerini ciddiye aldığım bi annem kaldı. ona da gereken özeni göstermem lazım. yani, herhangi bir sınav beni isteklerime ulaştıramaz bunu biliyorum. öyle bir sınav olsaydı, kağıtların anasını ağlatırdım. okumadık kitap bırakmaz, en yüksek not neyse onu alırdım. ama yok. ki zaten ben de oturup ders çalışacak bir adam değilim. öğrencilik hayatım boyunca oturup aralıksız bir saat ders çalışmışlığım yoktur. zeki de değilim. bu eksikleri kapatmak için çok kopya çekmem gerekti. ama işte, kopya çekmek yalnızca eğitim sistemimizde işe yarayan bir şey. hayattan kopya çekemiyorsun. istemediğin derse girmemek gibi bir lüksün yok. hastasın, mutsuzluktan ölüyorsun ama devamsızlık hakkın yok. seve seve yaşayacaksın diyor tanrı. seve seve, yaşayacaksın. bu cümleden ne anlıyorsanız işte.
öyle.
sevmek, uzun ve karışık bir cümle. benim ezberim bozuk. adımdan gayrısını aklımda tutamıyorum. biri buna benzer bir şiir yazmıştı, şimdi söyleyince hatırladım. insan adını hatırlayamıyor da, bir şiiri hatırlıyor bazen, bazı gecelerde. edebiyat ne güzel şey be. lisede adıyla dalga geçtiğim yazarların müptelası oldum. edebiyattan kaldığım senelerden, beni zerre tanımayan insanların yazdıklarımı okuduğu zamanlara geldik. bu değişim öyle kolay olmadı tabi. insanın alışkanlıklarının, yaşam tarzının, düşüncelerinin değişmesi öyle kolay olmuyor. alakasız bir örnek vereyim; bir müşterim vardı. geçen senelerde her sabah dükkana gelir, çayı açık, üç şekerli içerdi. sonra uzun bir süre göremedim onu. aylar sonra geçen yaz çıkıp gelince, nasıl içersin, diye sormadan yine açık götürdüm çayını. ses etmeden içti. ikinci çayı isterken demli, şekersiz olsun, dedi. ilkinde nezaketen söyleyememişti muhtelemen. şaşırdım. bu öyle basit bir değişim değildi çünkü bana göre. üç şekerden iki şekere düşürse anlardım. hadi tek şekerli olsun. ama belliydi, bir şey olmuştu. sordum, çenemi sikeyim, ben genelde böyle zamansız ve sormamam gereken şeyler sorarım çünkü. hanımı kaybettim, dedi. o anı anımsıyorum da şimdi, harbiden çenemi sikeyim.
bu örneği neden verdiğimi bilmiyorum. ama işte, insan böyle böyle şekillenen bir varlık. geçenlerde de söylemiştim; en ihtişamlı ruhlar yıkıla yıkıla inşa edilir.
ulan ihtişamlı bir ruha sahip değilim. olamıyorum, olamam, olmak da istemiyorum; ben neden sürekli yıkılıyorum amına koyayım, diye soracak gibi oluyorum bazen. sorunun muhatabını bulamadığımdan susuyorum. benim bir muhatabım yok. eskiden osmanlı sadrazamı ingiliz bir şeyine denkmiş mesela. ingiliz olmaya da bilir. şuan tam hatırlamıyorum, zaten ırkçılığı da sevmem. biriydi işte, tarih dersiyle arası iyi olanlar kimden bahsettiğimi anlayacaklardır, diğerleri de benim gibi biri deyip geçsin.. koskoca osmanlı sadrazamının bile bir dengi varken; benim, yani bu basiretsiz türk şayirinin, okunmaması gereken şeylerin yazanı, yaşanmaması gereken şeylerin yaşayanı bu vasat adamın neden bir dengi yok? bir boş ben miyim lan bu gezegende.
evet, benim. normal, sıradan, basit biriyim. ne yazık ki, normal, sıradan, basit kimse kalmadı bu gezegende. herkes aykırı, herkes anormal. herkes, herkes işte. bir ben kaldım, herkes olamayan, hatta kendi bile olamayan. bir ben kaldım.
konuyla ilgili olarak, rahmetli metin altıok bir şiirinde şöyle demiş;
''bir ben kaldım şimdi
bugün eve döndüğümde aylar sonra ilk kez annem temizlik için odama girmiş. dükkandayken roman için yazboz kağıdına yazdığım yazıları kaldırıp çöpe atmış. aradım, onlar çöp değil miydi? dedi. haklıydı. gülümsedim, çöptü, deyip kapattım. yazdıklarımın izahı bu kadar işte.
mesela, ben roman yazdım. yazdığım romanı henüz kimse okumadı. toparlasam bir ay içinde belki dört beş kitabı dolduracak kadar birikmiş saçmalığım var. ve o saçmalıkları birileri, bir gün okuyacaklar. kimbilir, belki ben bu gezegende yokken okuyacaklar. belki anlayacaklar, belki küfür edecekler, belki yokluğumu özleyecekler. belki varlığımdan nefret edecekler. ama şunu bilsinler, yani biliniz;
ruhumu gök kubbeye sığdıramadığım anlar oluyor, o anlarda birazımı törpüleyip kağıtlara döküyorum. beni hayatta tutan, o azınlık ama güzel duyguları da çürütmesinler diye, vebalı hislerimi kağıtlara dökünüyorum. yani yaşama devam edebilmek için, çıldırmamak adına, başvurduğum zoraki bir yol; yazmak. ruhumun raflarında biriken tozu temizlemek, eskiyen yanlarımdan kurtulmak için başka bir yöntem bilmiyorum. bir yarayı üflemek gibi, hatta nefes alıp vermek gibi düşünün..
sizin adınıza üzgünüm ama bu yüzden beni bu yanımla eleştirme lüksünüz yok maalesef. siz hiç birini kötü nefes alıp veriyor diye eleştirdiniz mi? gerçi eleştirebilirsiniz, seversiniz böyle şeyleri ama saçma olur yani. beklediğinizi alamazsınız.
ve dağılmış bir çöp yığınını da eleştirmezsiniz elbet. belki, kim koydu lan bunu buraya, diye şikayet edersiniz. o zaman da size kendi isteğinizle burada oluşunuzu hatırlatırım. yıllar sonra gelip buraları ya da, kitaplarımı okuyacaklara sesleniyorum;
kendime itinayla giydirdiğim bu kılıfı taşımaktan yorulsam da, bu kılıf beni samimiyetsizliklerden bir zırh gibi koruyor. ona hem minnettarım hem de ölümüne şikayetçiyim ondan. geceleri nefret ettiğim köşelerime, gündüzleri insanları seyrederken şükrediyorum. bu uzun yıllardır böyle devam ediyor. ulaşmak istediğim bir yer, sahip olmak istediğim bir şeyler, ait olmak istediğim hisler var. insan birine sahip olmaz ya da ait. insan ancak bir duyguya ait olur. ya da esiri olur bir duygunun. sevgi, nefret, özlem. ya da karanlık. karanlık da bir duygudur nihayetinde. epeydir karanlığım. kendimin gölgesi olarak ikamet ediyorum bu gezegende. aynalardan geçiyorum bazen, duvarlardan, ağaçlardan. bir sürü yerden geçiyorum da, bir türlü kendime ulaşamıyorum. bir kıyı var karşıda, oraya varabilsem kendimi bulacağım. ama uzun soluklu yüzmelerin üstesinden gelecek gücüm kalmadı. bir yere ulaşma çabalarım bir kaç adım sonra yerle bir olmaktan öteye gitmiyor. yolculuklarım bir düşüş mesafesinde. ötesini bilmiyorum. dedim ya kendimin gölgesiyim ben. bedenimde barınanın kim olduğunu bilmiyorum. bir şeyleri unuttum, bir şeylerden vazgeçtim. unuttuğum her şey bana başka şeyleri hatırlattı. sevmek mesela. sevmeyi unuttukça, nefreti hatırladım. dostlukları unuttukça yalnızlığı. bu hayatta her şeyin bir karşılığı olacaktır ya elbet, ben hiçbir şeyi aramanın yorgunuyum.
altı yıl önce bir balkonda, kederden ölmek isteyip de ölemediğim gecelerden birinde, bir şişe vodkayı biriyle paylaşmak isteyip de paylaşacak kimseyi bulamamıştım. derdimi haykırmak için çırpınırken, avaz avaz sarılmak isterken birilerine, soğuk bir duvara yaslayıp sırtımı, kendime söz vermiştim. kendimi inşa etmek adına, zemine koyduğum ilk taştı o söz. ve o öyle ağır bir taştı ki, bir sürü şey altında kaldı o taşın. üzerine dünyaları koydum, koyuyorum. bana mısın demiyor. sağlam bir zeminin üzerine inşa edilmiş, çarpık bir bina gibiyim. beni işgüzar bir müteahhite vermişler. demirden çalmış, çimentodan çalmış, işçi parasından çalmış. küçük bir sarsıntıda yerle bir olacak gibiyim. ve bu o kadar belli ki, dairelerime kimse cesaret edip taşınmıyor. kimse basmıyor zillerime. ki zaten, muhtelemen şerefsiz müteahhit o zilleri de bozuk takmıştır. bütün müteahhitlerin anasını sikeyim, demem gerekebilirdi tam da burada. ama demeyeceğim. belki bazılarınızın babası müteahhittir. babalarınızın müteahhit olması, benim tanıdığım müteahhitlerin alayının orospu çocuğu olduğu gerçeğini değiştirmez tabi. neyse işte, söyleyin malzemeden çalmasınlar.
insan nefes alıp vermenin yorgunu olur mu? gündüzleri insanları kahkahalara boğup, geceleri bir duvara anlatır mı derdini, kederini. hani bir palyaço hikayesi vardı ya, perdenin arkasına geçip ağlayan palyaço. işte o palyaço bile benden hallicedir. en azından bir sıfatı var. benim bir sıfatım yok. varlığımın izahı yok. benim mantıklı bir açıklamam yok. neden varım, neden bu gezegende bulunuyorum bilmiyorum. bugün kpss diye bir sınava başvurdum mesela. neden bilmiyorum. sırf annem istedi diye üniversiteyi bitirdim, sırf annem istedi diye bir sınava giriyorum. isteklerini ciddiye aldığım bi annem kaldı. ona da gereken özeni göstermem lazım. yani, herhangi bir sınav beni isteklerime ulaştıramaz bunu biliyorum. öyle bir sınav olsaydı, kağıtların anasını ağlatırdım. okumadık kitap bırakmaz, en yüksek not neyse onu alırdım. ama yok. ki zaten ben de oturup ders çalışacak bir adam değilim. öğrencilik hayatım boyunca oturup aralıksız bir saat ders çalışmışlığım yoktur. zeki de değilim. bu eksikleri kapatmak için çok kopya çekmem gerekti. ama işte, kopya çekmek yalnızca eğitim sistemimizde işe yarayan bir şey. hayattan kopya çekemiyorsun. istemediğin derse girmemek gibi bir lüksün yok. hastasın, mutsuzluktan ölüyorsun ama devamsızlık hakkın yok. seve seve yaşayacaksın diyor tanrı. seve seve, yaşayacaksın. bu cümleden ne anlıyorsanız işte.
öyle.
sevmek, uzun ve karışık bir cümle. benim ezberim bozuk. adımdan gayrısını aklımda tutamıyorum. biri buna benzer bir şiir yazmıştı, şimdi söyleyince hatırladım. insan adını hatırlayamıyor da, bir şiiri hatırlıyor bazen, bazı gecelerde. edebiyat ne güzel şey be. lisede adıyla dalga geçtiğim yazarların müptelası oldum. edebiyattan kaldığım senelerden, beni zerre tanımayan insanların yazdıklarımı okuduğu zamanlara geldik. bu değişim öyle kolay olmadı tabi. insanın alışkanlıklarının, yaşam tarzının, düşüncelerinin değişmesi öyle kolay olmuyor. alakasız bir örnek vereyim; bir müşterim vardı. geçen senelerde her sabah dükkana gelir, çayı açık, üç şekerli içerdi. sonra uzun bir süre göremedim onu. aylar sonra geçen yaz çıkıp gelince, nasıl içersin, diye sormadan yine açık götürdüm çayını. ses etmeden içti. ikinci çayı isterken demli, şekersiz olsun, dedi. ilkinde nezaketen söyleyememişti muhtelemen. şaşırdım. bu öyle basit bir değişim değildi çünkü bana göre. üç şekerden iki şekere düşürse anlardım. hadi tek şekerli olsun. ama belliydi, bir şey olmuştu. sordum, çenemi sikeyim, ben genelde böyle zamansız ve sormamam gereken şeyler sorarım çünkü. hanımı kaybettim, dedi. o anı anımsıyorum da şimdi, harbiden çenemi sikeyim.
bu örneği neden verdiğimi bilmiyorum. ama işte, insan böyle böyle şekillenen bir varlık. geçenlerde de söylemiştim; en ihtişamlı ruhlar yıkıla yıkıla inşa edilir.
ulan ihtişamlı bir ruha sahip değilim. olamıyorum, olamam, olmak da istemiyorum; ben neden sürekli yıkılıyorum amına koyayım, diye soracak gibi oluyorum bazen. sorunun muhatabını bulamadığımdan susuyorum. benim bir muhatabım yok. eskiden osmanlı sadrazamı ingiliz bir şeyine denkmiş mesela. ingiliz olmaya da bilir. şuan tam hatırlamıyorum, zaten ırkçılığı da sevmem. biriydi işte, tarih dersiyle arası iyi olanlar kimden bahsettiğimi anlayacaklardır, diğerleri de benim gibi biri deyip geçsin.. koskoca osmanlı sadrazamının bile bir dengi varken; benim, yani bu basiretsiz türk şayirinin, okunmaması gereken şeylerin yazanı, yaşanmaması gereken şeylerin yaşayanı bu vasat adamın neden bir dengi yok? bir boş ben miyim lan bu gezegende.
evet, benim. normal, sıradan, basit biriyim. ne yazık ki, normal, sıradan, basit kimse kalmadı bu gezegende. herkes aykırı, herkes anormal. herkes, herkes işte. bir ben kaldım, herkes olamayan, hatta kendi bile olamayan. bir ben kaldım.
konuyla ilgili olarak, rahmetli metin altıok bir şiirinde şöyle demiş;
''bir ben kaldım şimdi
tek yakın bana .
ama ben eskiden de
hep böyle
yalnız çıkardım yola.''
bugün eve döndüğümde aylar sonra ilk kez annem temizlik için odama girmiş. dükkandayken roman için yazboz kağıdına yazdığım yazıları kaldırıp çöpe atmış. aradım, onlar çöp değil miydi? dedi. haklıydı. gülümsedim, çöptü, deyip kapattım. yazdıklarımın izahı bu kadar işte.
mesela, ben roman yazdım. yazdığım romanı henüz kimse okumadı. toparlasam bir ay içinde belki dört beş kitabı dolduracak kadar birikmiş saçmalığım var. ve o saçmalıkları birileri, bir gün okuyacaklar. kimbilir, belki ben bu gezegende yokken okuyacaklar. belki anlayacaklar, belki küfür edecekler, belki yokluğumu özleyecekler. belki varlığımdan nefret edecekler. ama şunu bilsinler, yani biliniz;
ruhumu gök kubbeye sığdıramadığım anlar oluyor, o anlarda birazımı törpüleyip kağıtlara döküyorum. beni hayatta tutan, o azınlık ama güzel duyguları da çürütmesinler diye, vebalı hislerimi kağıtlara dökünüyorum. yani yaşama devam edebilmek için, çıldırmamak adına, başvurduğum zoraki bir yol; yazmak. ruhumun raflarında biriken tozu temizlemek, eskiyen yanlarımdan kurtulmak için başka bir yöntem bilmiyorum. bir yarayı üflemek gibi, hatta nefes alıp vermek gibi düşünün..
sizin adınıza üzgünüm ama bu yüzden beni bu yanımla eleştirme lüksünüz yok maalesef. siz hiç birini kötü nefes alıp veriyor diye eleştirdiniz mi? gerçi eleştirebilirsiniz, seversiniz böyle şeyleri ama saçma olur yani. beklediğinizi alamazsınız.
ve dağılmış bir çöp yığınını da eleştirmezsiniz elbet. belki, kim koydu lan bunu buraya, diye şikayet edersiniz. o zaman da size kendi isteğinizle burada oluşunuzu hatırlatırım. yıllar sonra gelip buraları ya da, kitaplarımı okuyacaklara sesleniyorum;
buralar eskiden dutluk falan değildi; buralar eskiden de çöplüktü,
ve ebediyete kadar da çöplük kalacak.
ve son olarak;
günü gelip, yirmi tane kitap yazmış olsam bile, kendime asla yazar demeyeceğim.
çünkü, suyu satana sucu derler, içene değil.
ben edebiyatı içiyorum.
sevgilerle,
sizi sevmiyorum.
yazan: rüzgarda savrulan, eskimiş, çamur lekeli, siyah bir çöp poşeti.
ve ebediyete kadar da çöplük kalacak.
ve son olarak;
günü gelip, yirmi tane kitap yazmış olsam bile, kendime asla yazar demeyeceğim.
çünkü, suyu satana sucu derler, içene değil.
ben edebiyatı içiyorum.
sevgilerle,
sizi sevmiyorum.
yazan: rüzgarda savrulan, eskimiş, çamur lekeli, siyah bir çöp poşeti.
12 Mart 2017 Pazar
adı telefonumda ''kötü bakkal'' şeklinde kayıtlı olan sadık abinin tekelinden aldığım corona'larla o metruk, harabe yere geldiğimde, cebimdeki açacakla biralardan birini açtım. zaten 35'lik bira, üç yudumda bitirdim ilkini. ve bu süre zarfında pek bir şey düşünmedim. ikinci birayı biraz daha ağır içeyim, fikri vardı zihnimde sadece. oysa düşünecek ne çok şey vardı. ne çok kayıp, ne çok eksik vardı şu dağınık, hiçbir şeye benzemeyen, sanki ikinci elciden ucuza kapatılmış eşyalar gibi yaşadığım hayatımda. ikinci biradan ilk yudumu aldığımda bu düşüncelerle kendime gülümsedim yanımdaki eskimiş, yarısı yıkılmış duvara bakarak. kendime benzettiğimden olsa gerek, sarılmak istedim o ana o duvara. ben bazen böyle şeyler isterim.
o esnada oradan geçen bir adam, beni bir tehlike olarak görmüş olacak ki beni gördükten sonra adımlarını biraz daha hızlandırarak karşı kaldırıma geçti arkasına tekrar bakmadan. bir süre arkasından seyrettim, karanlıkta kayboluşuna tanıklık ettikten sonra tekrar zihnime döndüm. daha yirmi dakika olmamıştı ve ikinci bira bitmek üzereydi. yavaş yavaş netleşiyordu bazı eksiklikler. ama öyle sarhoşluk gibi bir şey gelmesin aklınıza, ben içtikçe normalleşenlerdenim.
evden çıkarken cebime bir dal djarum black koymuştum, yapacak daha iyi bir şey bulamayınca cebimdeki kibriti çıkarıp onu yaktım. sigara yakmanın rahatlatıcı bir yanı var. bu hislerle hızlı hızlı içime çektim karanfil kokusunu. bir yandan da üçüncü biranın kapağını açtım. corona içmiş olanlarınız bilir, klasik biralar gibi değildir tadı. meyve suyu gibi bir dikişte bitirebilirsiniz ve ayarı çok kaçırmadığınız sürece sabahına da sizi rahatsız etmez. etse de farketmezdi gerçi. sabah uyandığımda gitmem gereken bir yer yoktu nasılsa. sabah dükkanı son kez, kardeşim açacak. sonrasında izmire gidip orada yeni bir hayat kuracakmış kendine. evden çıkmadan önce gideceğini söylediğinde, olum zaten iki ay önce gelmedin mi sen, gidip orada ne bok yiyeceksin, diyecek gibi olsam da, dememiştim bunu. gitsin. o da gitsin. zaten bizim öyle çok kuvvetli aile bağlarımız yok. hayatım boyunca ailemle bir kahvaltı sofrasına eksiksiz oturmuşluğumuz pek yoktur. pek değil hiç yoktur hatta. bu benim için büyük bir lükstü çocukluğumdan beri. akşam ezanından sonra, oğlum yemek hazır, baban bekliyo hadi eve gel, diye eve çağırılan çocuklara özenip durdum yıllar boyu. tabi bunun için kimseyi suçlamayacağım, hele annemi hiç. annem bu dünyada sahip olduğum tek şey. bırakıp gidemeyeceğim tek insan. gerçi ona da bir şeyleri kabullendirdim artık. gitmemin sadece mesafeyle ilgili bir şey olacağını biliyor. çok da şeyapmaz. yani üzülür ama, gitme de demez. babamdan bahsetmem gerekirse, babam hep benim idolümdü çocukken. herkesin saygı duyduğu, korktuğu, çekindiği bir adam. zamanında epey psikopatlık yapmış. kürt ismet dediniz mi bu semtte babamı herkes tanır. zamanın eski kulağı kesiklerinden. çocukken kaç geceyi onun eve gelmesini bekleyerek sabah ettim bilmiyorum. neyse, babamı da her evladın babasını sevdiği kadar severim. sevmiyormuşum gibi algılanmasın. benim babam kral adamdır. hayatında bir kez bile beni öpmemiş olması bunu değiştirmez. konu niye buraya geldi bilmiyorum. konunun nereye gitmesi gerektiğini de bilmiyorum. sadece bir şeyler yazmam gerektiğini biliyorum. başka türlü yutkunamayacağım çünkü gırtlağımdaki bu kitleyi. rahat nefes alamayacağım başka türlü.
üçüncü birayı bitirdiğimde, karşı kaldırımda çiğköfte poşetiyle elele yürüyen bir çifti görür gibi oldum. o manzaraya şahit olmasam konu belki yalnızlığıma gelmeyecekti. ama biliyorsunuz ki,sokaklar el ele yürüyen çiftlerle dolu. altı yıldır kimseyi sevgili sıfatıyla hayatına almamış biri olarak, bu sahne bende de bazı hisler uyandırdı elbet. o kadarına da hakkım olduğuna inanıyorum.
sevmek benim için o kadar uzak bir ihtimal ki, size nasıl tarif edeyim bilmiyorum. kanalizasyonda süzülen bir yağmur damlasının gökyüzünü özlemesi gibi bir şey bu benim için. duygularıma ne oldu bilmiyorum. vaktin birinde bir şey oldu, onu biliyorum. bir şey oldu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, onu biliyorum sadece. eskiden inandığım yalanlara inanamıyor, eskiden sevdiğim şeyleri sevemiyorum. iyi ki de sevemiyorum gerçi. serserinin tekiydim ben eskiden. bunu alelade bir şey olarak söylemiyorum, gerçekten öyleydim. geride kalan hayatım, iyi biri olmanın hiçbir işe yaramadığı sokaklarda, kendimi kötü biri olmadığıma ikna etmeye çalışarak geçti. mesela, beş altı yıl öncesine kadar belinde döner bıçağıyla gezen bir adam düşünün işte. onlarca kişiyi arkasına takıp, hiç gereği yokken kavga gürültü çıkaran ve bunu bir marifet sanan vasıfsız bir adam düşünün. yani tam olarak adam da sayılmazdım gerçi, çocuktum diyelim. şimdilerde çocuk değilim belki, ama vasıfsız olduğum konusu hala değişmedi. eskiden tribünde amigoluk yaparak kendimi bir şey yapmış hissederdim. insanlara hükmederken, onları yönlendirirken bu faaliyetten haz duyardım ve bolca üstüme vazife olmayan şeylere sokardım burnumu. hayatım boyunca belki yüzlerce kavgaya karışmışımdır, inanır mısınız hiçbirinin müsebbibi ben değildim. hep başkaları sebep oldu, hep başkaları yüzünden bedel ödemek durumunda kaldım. bu enaylikti tabi, aksini iddia edecek halim yok. ama şuan bu düşüncelere sahipsem; bu, geçmişimdeki enayiliklerin getirdiği farkındalık sayesinde. çok da şeyapmıyorum o yüzden. üniversiteye girmeden önceki hayatım, ve liseden sonra üniversiteyi kazanamadığım o bir yıllık süreçte yaşadıklarım bana o kadar çok şey öğretti ki; elli yıl hiçbir şey yaşamasam, yine de geriye düşünecek bir sürü şey kalır.
dipleri görmek, yerle bir olmak bu yanıyla iyi. bunlar insanın gelişimine, en az bir üniversite kadar katkıda bulunan şeyler. daha önce de söylemiştim, acı çekmeden olgunlaşmak mümkün değil. bir yemeği bile pişirmek için onu ateşe tabii tutmak gerek.
ve yere çarpmadan, dibi boylamadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir. baki de olamaz.
ama görüyorum, insanlar kendilerini kandırmak konusunda iyiler. görmezlikten gelmek, gerçekler yokmuş gibi yaşamak konusunda epey geliştirmişler kendilerini. ben o konularda iyi değilimdir mesela. beceremem unutmayı. ne insanları unuturum, ne bana yaşattıklarını, ne de ruhumda bıraktıkları izleri. unutmam arkadaş, neden unutayım. eksikliklerini hissetmem, özlemem ama unutmam da. şimdi böyle konuşunca aklınıza aşk falan gelmesin. ben en yakınlarımdan bahsediyorum. can ciğer olup, aynı yatakta uyuyup, aynı sofradan yemek yediğim insanlardan bahsediyorum. ailemden bahsediyorum. maalesef ki, gönül işlerini dert edece kadar sorunsuz bir hayatın mensubu değilim. öyle bir hayatım olsun isterdim. ama oraları çoktan geçtik galiba.
neyse işte, dördüncü biranın da yarısına geldiğimde, şikayet ettiğim tek konu yalnızlığımdı. yalnızlıktan ziyade, tekbaşınalık da acıtmaya başlamıştı canımı. hüzünlü bir geceydi, konuşulması gereken bir sürü şey vardı ve bunlara ek olarak, o an yanımda olsun isteyeceğim kimse yoktu hayatımda. bu o kadar acı bir şey ki size anlatamam. anlatırım gerçi, edebiyatım iyidir de, anlamazsınız. anlamayacaksanız da anlatmanın lüzmu yok. en kötüsü de ne biliyor musunuz, bir sürü imkanım var, bir sürü. yani o kadar çok kulvarda birden yaşıyorum ki bu hayatı, istesem hem karşı cinsten hem de hemcinslerimden onlarca belki yüzlerce arkadaş edinebilirim. mesela antrenmanlarımı yaptığım salonda, antrenman programı yazdığım insanlar gelse bu gece yanıma, en az on kişi olurduk. ya da sabahları dükkana gelen müşterilerden bir kaçını dost edinseydim mesela. ne bileyim, yazdıklarımı okuyan yüzlerce, binlerce insan var. haftada ortalama on onbeş kişiden mesaj alıyorum. onlardan birkaçıyla samimi olabilirdim mesela belki. ama yok. olmuyor. denedim. insanlara ayak uyduramıyorum. senkronu tutturamıyorum.
ben bu çağın çok gerisinde kaldım arkadaşlar. laf olsun diye söylemiyorum ama ben hakikaten bu çağın çok gerisinde kaldım. yalnızlıktan başka çarem yok. sığınacak bir yerim yok, karanlık odamdan başka. oda ki ne oda, üç yıldır ampulü bile yanmıyor. belki yalnızlığım eğreti durmasın diye taktırmadım, belki kendime benzesin istedim. bilemiyorum ama, nihayetinde karanlık işte.
ben kendimden başka sarılacak kimseyi tanımıyorum. bana bir adres verseler mesela şimdi, al lan bunu; git, aradığın şey bu adreste deseler, gidecek halim yok. ben kendime bile yetemiyorum ki, kime ne vereceğim? kimi nasıl mutlu edeceğim? kiminle ne paylaşacağım? bir sürü güzel kadın girdi hayatıma, istisnasız hepsini üzdüm. bi kötülük etmedim, sorsanız arkamdan kötü söz söylemez hala hiçbiri, ama hepsini çok üzdüm. kendimle olan mücadelelerimden her mağlup çıkışımda uzaklaştım insanlardan. ama kimseden de gitmiş sayılmam, içim rahat o konuda. çünkü kimseye geldiğimi söylemedim. eğer hiç gelmemişsen, gitmiş de sayılmıyorsun. uzaksındır sadece. uzaktım ben. herkese uzaktım. ki hala herkese uzağım. kendimden bile, kendime bile, uzağım ben. zihnim bedenime uzak, bedenim zihnime.
neyse ne işte. yine aynı konulara geldik. biraları bitirip, yağmur damlalarının ıslattığı kaldırımlardan yürüpüp, bir şeyleri küfrederek eve dönerken; yanımdan geçen bir arabanın yarı aralıklı camından yankılanan bir şarkı duydum. ''bir yalnızlık şarkısı söyler sazım'' diyordu. sesi yabancı değildi ama tam seçemedim. eve geldim yarım saat önce, şarkıyı buldum. candan erçetin söylüyor. ne de güzel söylüyor. bir kaç kez üstüste dinledikten sonra kendime, dur lan ben bunu yazayım, dedim. ve yazdım işte. yazmak eylemi sadece biraz daha yaşanılır kıldı bu karanlığı, yalnızlığı. onun dışında elde ettiğim veya edeceğim herhangi bir şeyim yok. zaten bir şey elde edeceğimi bilsem oturup böyle şeyler yazmam. daha umutlu şeyler yazarım. daha herkesin anlayacağı şeyler. yazabilirim he, yazamam sanmayın. çiçekli şiirler falan da yazarım istesem. ama istemiyorum işte. içimden gelmiyor. çiçekli şiirler yazan yerlerimi yıkıp, alışveriş merkezi diktiler üstüne bir kaç sene önce. o yüzden siz de böyle törpülü yanlarımı, yıkık dökük taraflarımı okuyorsunuz.
yazı bitti.
söyleyecek daha çok şey olmasına rağmen, burada bitirmem gerekiyor. bütün bunları tek solukta yazdım ve hiçbir düzenleme yapmadan paylaşacağım. mazur görmeseniz de olur.
neredeyse sarhoşum. önümde içmem gereken iki bira, geçirmem gereken uzun, karanlık bir gece var. ve bütün bunların yanında arka fonda şöyle diyor candan abla;
''gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yeryüzünde sizin kadar yalnızım''
işte o kadar.
o esnada oradan geçen bir adam, beni bir tehlike olarak görmüş olacak ki beni gördükten sonra adımlarını biraz daha hızlandırarak karşı kaldırıma geçti arkasına tekrar bakmadan. bir süre arkasından seyrettim, karanlıkta kayboluşuna tanıklık ettikten sonra tekrar zihnime döndüm. daha yirmi dakika olmamıştı ve ikinci bira bitmek üzereydi. yavaş yavaş netleşiyordu bazı eksiklikler. ama öyle sarhoşluk gibi bir şey gelmesin aklınıza, ben içtikçe normalleşenlerdenim.
evden çıkarken cebime bir dal djarum black koymuştum, yapacak daha iyi bir şey bulamayınca cebimdeki kibriti çıkarıp onu yaktım. sigara yakmanın rahatlatıcı bir yanı var. bu hislerle hızlı hızlı içime çektim karanfil kokusunu. bir yandan da üçüncü biranın kapağını açtım. corona içmiş olanlarınız bilir, klasik biralar gibi değildir tadı. meyve suyu gibi bir dikişte bitirebilirsiniz ve ayarı çok kaçırmadığınız sürece sabahına da sizi rahatsız etmez. etse de farketmezdi gerçi. sabah uyandığımda gitmem gereken bir yer yoktu nasılsa. sabah dükkanı son kez, kardeşim açacak. sonrasında izmire gidip orada yeni bir hayat kuracakmış kendine. evden çıkmadan önce gideceğini söylediğinde, olum zaten iki ay önce gelmedin mi sen, gidip orada ne bok yiyeceksin, diyecek gibi olsam da, dememiştim bunu. gitsin. o da gitsin. zaten bizim öyle çok kuvvetli aile bağlarımız yok. hayatım boyunca ailemle bir kahvaltı sofrasına eksiksiz oturmuşluğumuz pek yoktur. pek değil hiç yoktur hatta. bu benim için büyük bir lükstü çocukluğumdan beri. akşam ezanından sonra, oğlum yemek hazır, baban bekliyo hadi eve gel, diye eve çağırılan çocuklara özenip durdum yıllar boyu. tabi bunun için kimseyi suçlamayacağım, hele annemi hiç. annem bu dünyada sahip olduğum tek şey. bırakıp gidemeyeceğim tek insan. gerçi ona da bir şeyleri kabullendirdim artık. gitmemin sadece mesafeyle ilgili bir şey olacağını biliyor. çok da şeyapmaz. yani üzülür ama, gitme de demez. babamdan bahsetmem gerekirse, babam hep benim idolümdü çocukken. herkesin saygı duyduğu, korktuğu, çekindiği bir adam. zamanında epey psikopatlık yapmış. kürt ismet dediniz mi bu semtte babamı herkes tanır. zamanın eski kulağı kesiklerinden. çocukken kaç geceyi onun eve gelmesini bekleyerek sabah ettim bilmiyorum. neyse, babamı da her evladın babasını sevdiği kadar severim. sevmiyormuşum gibi algılanmasın. benim babam kral adamdır. hayatında bir kez bile beni öpmemiş olması bunu değiştirmez. konu niye buraya geldi bilmiyorum. konunun nereye gitmesi gerektiğini de bilmiyorum. sadece bir şeyler yazmam gerektiğini biliyorum. başka türlü yutkunamayacağım çünkü gırtlağımdaki bu kitleyi. rahat nefes alamayacağım başka türlü.
üçüncü birayı bitirdiğimde, karşı kaldırımda çiğköfte poşetiyle elele yürüyen bir çifti görür gibi oldum. o manzaraya şahit olmasam konu belki yalnızlığıma gelmeyecekti. ama biliyorsunuz ki,sokaklar el ele yürüyen çiftlerle dolu. altı yıldır kimseyi sevgili sıfatıyla hayatına almamış biri olarak, bu sahne bende de bazı hisler uyandırdı elbet. o kadarına da hakkım olduğuna inanıyorum.
sevmek benim için o kadar uzak bir ihtimal ki, size nasıl tarif edeyim bilmiyorum. kanalizasyonda süzülen bir yağmur damlasının gökyüzünü özlemesi gibi bir şey bu benim için. duygularıma ne oldu bilmiyorum. vaktin birinde bir şey oldu, onu biliyorum. bir şey oldu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, onu biliyorum sadece. eskiden inandığım yalanlara inanamıyor, eskiden sevdiğim şeyleri sevemiyorum. iyi ki de sevemiyorum gerçi. serserinin tekiydim ben eskiden. bunu alelade bir şey olarak söylemiyorum, gerçekten öyleydim. geride kalan hayatım, iyi biri olmanın hiçbir işe yaramadığı sokaklarda, kendimi kötü biri olmadığıma ikna etmeye çalışarak geçti. mesela, beş altı yıl öncesine kadar belinde döner bıçağıyla gezen bir adam düşünün işte. onlarca kişiyi arkasına takıp, hiç gereği yokken kavga gürültü çıkaran ve bunu bir marifet sanan vasıfsız bir adam düşünün. yani tam olarak adam da sayılmazdım gerçi, çocuktum diyelim. şimdilerde çocuk değilim belki, ama vasıfsız olduğum konusu hala değişmedi. eskiden tribünde amigoluk yaparak kendimi bir şey yapmış hissederdim. insanlara hükmederken, onları yönlendirirken bu faaliyetten haz duyardım ve bolca üstüme vazife olmayan şeylere sokardım burnumu. hayatım boyunca belki yüzlerce kavgaya karışmışımdır, inanır mısınız hiçbirinin müsebbibi ben değildim. hep başkaları sebep oldu, hep başkaları yüzünden bedel ödemek durumunda kaldım. bu enaylikti tabi, aksini iddia edecek halim yok. ama şuan bu düşüncelere sahipsem; bu, geçmişimdeki enayiliklerin getirdiği farkındalık sayesinde. çok da şeyapmıyorum o yüzden. üniversiteye girmeden önceki hayatım, ve liseden sonra üniversiteyi kazanamadığım o bir yıllık süreçte yaşadıklarım bana o kadar çok şey öğretti ki; elli yıl hiçbir şey yaşamasam, yine de geriye düşünecek bir sürü şey kalır.
dipleri görmek, yerle bir olmak bu yanıyla iyi. bunlar insanın gelişimine, en az bir üniversite kadar katkıda bulunan şeyler. daha önce de söylemiştim, acı çekmeden olgunlaşmak mümkün değil. bir yemeği bile pişirmek için onu ateşe tabii tutmak gerek.
ve yere çarpmadan, dibi boylamadan gerçekleşen hiçbir yükseliş gerçek değildir. baki de olamaz.
ama görüyorum, insanlar kendilerini kandırmak konusunda iyiler. görmezlikten gelmek, gerçekler yokmuş gibi yaşamak konusunda epey geliştirmişler kendilerini. ben o konularda iyi değilimdir mesela. beceremem unutmayı. ne insanları unuturum, ne bana yaşattıklarını, ne de ruhumda bıraktıkları izleri. unutmam arkadaş, neden unutayım. eksikliklerini hissetmem, özlemem ama unutmam da. şimdi böyle konuşunca aklınıza aşk falan gelmesin. ben en yakınlarımdan bahsediyorum. can ciğer olup, aynı yatakta uyuyup, aynı sofradan yemek yediğim insanlardan bahsediyorum. ailemden bahsediyorum. maalesef ki, gönül işlerini dert edece kadar sorunsuz bir hayatın mensubu değilim. öyle bir hayatım olsun isterdim. ama oraları çoktan geçtik galiba.
neyse işte, dördüncü biranın da yarısına geldiğimde, şikayet ettiğim tek konu yalnızlığımdı. yalnızlıktan ziyade, tekbaşınalık da acıtmaya başlamıştı canımı. hüzünlü bir geceydi, konuşulması gereken bir sürü şey vardı ve bunlara ek olarak, o an yanımda olsun isteyeceğim kimse yoktu hayatımda. bu o kadar acı bir şey ki size anlatamam. anlatırım gerçi, edebiyatım iyidir de, anlamazsınız. anlamayacaksanız da anlatmanın lüzmu yok. en kötüsü de ne biliyor musunuz, bir sürü imkanım var, bir sürü. yani o kadar çok kulvarda birden yaşıyorum ki bu hayatı, istesem hem karşı cinsten hem de hemcinslerimden onlarca belki yüzlerce arkadaş edinebilirim. mesela antrenmanlarımı yaptığım salonda, antrenman programı yazdığım insanlar gelse bu gece yanıma, en az on kişi olurduk. ya da sabahları dükkana gelen müşterilerden bir kaçını dost edinseydim mesela. ne bileyim, yazdıklarımı okuyan yüzlerce, binlerce insan var. haftada ortalama on onbeş kişiden mesaj alıyorum. onlardan birkaçıyla samimi olabilirdim mesela belki. ama yok. olmuyor. denedim. insanlara ayak uyduramıyorum. senkronu tutturamıyorum.
ben bu çağın çok gerisinde kaldım arkadaşlar. laf olsun diye söylemiyorum ama ben hakikaten bu çağın çok gerisinde kaldım. yalnızlıktan başka çarem yok. sığınacak bir yerim yok, karanlık odamdan başka. oda ki ne oda, üç yıldır ampulü bile yanmıyor. belki yalnızlığım eğreti durmasın diye taktırmadım, belki kendime benzesin istedim. bilemiyorum ama, nihayetinde karanlık işte.
ben kendimden başka sarılacak kimseyi tanımıyorum. bana bir adres verseler mesela şimdi, al lan bunu; git, aradığın şey bu adreste deseler, gidecek halim yok. ben kendime bile yetemiyorum ki, kime ne vereceğim? kimi nasıl mutlu edeceğim? kiminle ne paylaşacağım? bir sürü güzel kadın girdi hayatıma, istisnasız hepsini üzdüm. bi kötülük etmedim, sorsanız arkamdan kötü söz söylemez hala hiçbiri, ama hepsini çok üzdüm. kendimle olan mücadelelerimden her mağlup çıkışımda uzaklaştım insanlardan. ama kimseden de gitmiş sayılmam, içim rahat o konuda. çünkü kimseye geldiğimi söylemedim. eğer hiç gelmemişsen, gitmiş de sayılmıyorsun. uzaksındır sadece. uzaktım ben. herkese uzaktım. ki hala herkese uzağım. kendimden bile, kendime bile, uzağım ben. zihnim bedenime uzak, bedenim zihnime.
neyse ne işte. yine aynı konulara geldik. biraları bitirip, yağmur damlalarının ıslattığı kaldırımlardan yürüpüp, bir şeyleri küfrederek eve dönerken; yanımdan geçen bir arabanın yarı aralıklı camından yankılanan bir şarkı duydum. ''bir yalnızlık şarkısı söyler sazım'' diyordu. sesi yabancı değildi ama tam seçemedim. eve geldim yarım saat önce, şarkıyı buldum. candan erçetin söylüyor. ne de güzel söylüyor. bir kaç kez üstüste dinledikten sonra kendime, dur lan ben bunu yazayım, dedim. ve yazdım işte. yazmak eylemi sadece biraz daha yaşanılır kıldı bu karanlığı, yalnızlığı. onun dışında elde ettiğim veya edeceğim herhangi bir şeyim yok. zaten bir şey elde edeceğimi bilsem oturup böyle şeyler yazmam. daha umutlu şeyler yazarım. daha herkesin anlayacağı şeyler. yazabilirim he, yazamam sanmayın. çiçekli şiirler falan da yazarım istesem. ama istemiyorum işte. içimden gelmiyor. çiçekli şiirler yazan yerlerimi yıkıp, alışveriş merkezi diktiler üstüne bir kaç sene önce. o yüzden siz de böyle törpülü yanlarımı, yıkık dökük taraflarımı okuyorsunuz.
yazı bitti.
söyleyecek daha çok şey olmasına rağmen, burada bitirmem gerekiyor. bütün bunları tek solukta yazdım ve hiçbir düzenleme yapmadan paylaşacağım. mazur görmeseniz de olur.
neredeyse sarhoşum. önümde içmem gereken iki bira, geçirmem gereken uzun, karanlık bir gece var. ve bütün bunların yanında arka fonda şöyle diyor candan abla;
''gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yeryüzünde sizin kadar yalnızım''
işte o kadar.
5 Mart 2017 Pazar
kutsal kitaplara inanan herkes gibi, insan en çok görmediğine inanmak istiyor. bulamadığını arıyor. gelmeyeni, gidemediğini özlüyor. bu bazen bir şehir oluyor, bazen bir kişi. ekseriyetle aşikar olmayana meyilliyiz. muammaların peşinde koşturmaktan yorgunuz. sabitlikten hoşlanmıyor, güzelliklerin kalıcı olmayışından şikayet ediyoruz. şehrin yapısına uygun olmayan ironik bir heykel gibi duruyoruz meydanlarda..
var olanı sevmek, pek de iyi olduğumuz bir konu değil. eziyete uğramış bir köpeğin eksilen kuyruğunu özlemesi gibi, çocukken peşinden koştuğu tüp arabalarını özleyen bütün çocuklar gibi, yaşlı bir ağacın budanan dallarını özlemesi gibi, özlüyoruz bir şeyleri. özlemek kavuşmakla ilişkili bir şeyse şayet, insan kavuşma ihtimali olmayan şeylere meyillidir. yaradılışla alakalı olmayabilir bu. ama zaten insan bu dünyaya sıfırdan başlamıyor mu? bu dünya değil midir ki insanı yontan, şekillendiren. çerçevelerini görmek istemediği manzaralarla donatan. her gece, olmaktan korktuğu kişiye bir adım daha yaklaştıran dünya, bu dünya değil midir?
kararında yaşamamak gibi bir hastalığa kapılıyor insan. büyümekten ve anlamaktan sonraki en ölümcül hastalığımız da bu biraz. zaten insan anlamadan, büyümüş sayılır mı? bence sayılmaz. sizce sayılabilir. ama bunlar çok da önemli konular değil.
beklemekten yaratılmışız sanki. bedenimiz baştan başa beklemek. tırnaklarımız beklemekten pembeleşiyor. gözlerimiz beklemekten kara. saçlarımız beklemekten ağarıyor. şuramızdaki sancı hep beklemekten. ''beklemek üzerine felsefe kitabıydık'' diyor ya, biri. işte bizim felsefemiz, misyonumuz hep beklemek. kimileri beklerken hamleler yapıyor, süreci ve beklenene olan mesafeyi kısaltmak için stratejiler uyguluyor falan. ne kadar etkili oluyor bilemiyorum ama görüyorum. kimileri de hakkını veriyor beklemenin. ''olmadığım bir yerde, bir şeyleri bekliyorum, saklanarak'' demiştim geçenlerde.
bir anlamı, bir duyguyu beklemek; belki de en acısıdır eskimelerin. beklediğin şeye yaklaşmak mümkün değildir çünkü. kendinden daha fazlasına ihtiyacı vardır bazen insanın. öyle bir bazendir işte bu beklemek. ve çoğalır, uzar, gitmek bilmez.
devletimizin politikasını beğenmediğimi daha önce de belirtmiştimdi. bekleyenler üzerine bir khk çıkartılmalı acilen. acilen vergilerden muaf tutulmalı bekleyenler.
bu bekleyen kişileri sigortaya bağlanmalı, yirmisekizinden sonra beklemekten emekliye ayrılmalı. isviçrede bekleyenler bile mutluymuş. türkiyede bekleyenler yaşıyor bile sayılmaz. buradan sayın cumhuru reisimize seslenmek istiyorum, toplu taşımalarda bekleyenler için ayrı koltuklar ayrılmalı. okullarda, stadyumlarda, tren garlarında bu insanlara bir ayrıcalık tanınmalı artık.
''ki beklemek, en zor halidir yaşamanın'' diyenlere kredi kolaylığı sağlanmalı mesela. yani işte, bir güzellik yapmalı devlet büyüklerimiz, her gece aynalarda cansız bedenlerini seyredenlere. bu kişiler toplu katliamlardan muaf tutulmalı. tek kişilik banklar inşa edilmeli acilen. ulan hadi onu da geçtim, bari bir aylık akbil falan sağlasınlar. böyle olmuyor.
konuya bir şekilde giriş yapıp da sonunu getiremeyen herkes gibi, uzay boşluğuna konuşanlara gereken özeni göstermeli hava yolu firmaları.
yani, bence iyi olurdu.
muhatap alınmayacak birinden, zeval gelmeyecek biryerlere,
arz ve ricalarımla.
*tanrıya ve devlete bir şikayet mektubudur. altına imzasını atacak herkese, buradan hayırlı geceler diliyorum.
unutmadan; yalnız değilsiniz he, bir ara gelin de hep birlikte bekleyelim.
27 Şubat 2017 Pazartesi
Mavi
sana bir mektup yazıyorum
bulunmadığım bir yerde
bir gün okursun sanıyorum
kalan son iyi niyetimle
bu sokak ikimize dar
bilirim
sen varsın kendine kadar
ben o kadar bile değilim
sol kaburgamın biraz üstü
bütün sızım oradadır
keskin bir hançer olup saplan gönlüme
bir yerde duracaksın madem
gitme, orada dur
kapındayım
hiçbir yerde olmadığım kadar
hangi zil senin söyle bileyim
ya da
kalbinin anahtarını sepetle sal
gelip balkonunda bi dal sigara içeyim
çok incesin güzelim
kırarlar seni
akrebin, yelkovanın altın
kordonun nakış nakış güzellik
pahalı bir saatsin
dikkat et
yanlışa kurarlar seni
bulutlar dizilmiş
göğüne
martılar senden beslenir
görüyorum
gündüzler biriktirmişsin yüzüne
söylesene
şimdi buna
mavilikten başka ne denir?
bulunmadığım bir yerde
bir gün okursun sanıyorum
kalan son iyi niyetimle
bu sokak ikimize dar
bilirim
sen varsın kendine kadar
ben o kadar bile değilim
sol kaburgamın biraz üstü
bütün sızım oradadır
keskin bir hançer olup saplan gönlüme
bir yerde duracaksın madem
gitme, orada dur
kapındayım
hiçbir yerde olmadığım kadar
hangi zil senin söyle bileyim
ya da
kalbinin anahtarını sepetle sal
gelip balkonunda bi dal sigara içeyim
çok incesin güzelim
kırarlar seni
akrebin, yelkovanın altın
kordonun nakış nakış güzellik
pahalı bir saatsin
dikkat et
yanlışa kurarlar seni
bulutlar dizilmiş
göğüne
martılar senden beslenir
görüyorum
gündüzler biriktirmişsin yüzüne
söylesene
şimdi buna
mavilikten başka ne denir?
23 Şubat 2017 Perşembe
kendi içimdeki bütün sokakları ezberledim, en başa dönüyorum her gece. her gece yeni baştan başlıyor her şey.
gece yaradır biraz da. yansımasıdır hatırlanmak istemeyen bir şeylerin.
*yani, dünyanın yasıdır gece.
bir savaşın en kanlı yerindeyim. bir savaşın en kanlı yerindeyim de sanki, ateşkes ilan edecek herkesi öldürmüşler. bulamıyorlar beni, bulsalar savaş bitecek. saklanmıyorum da he. teslim olmak için beyaz bir bez parçası arıyorum. her yer kan revan. bütün beyazlar ya kan kırmızı, ya zift siyah. elimden bir şey gelmiyor. koşuyorum, nefessizim. umut edecek bir şey yok. sağ ya da ölü, bir savaştan geri dönmek ölmekten iyi midir? sanmam.
savaş filmlerinin başında atılan ilk kurşunla ölen herhangi bir figüran olmalıydım oysa ki. benden iyi bir başrol olmaz. kim yazdı lan bu senaryoyu?
yine ne saçmalıyor bu adam. ne gerek var bunca lakırdıya. yine mi hüzün anasını satayım. dediğinizi duyar gibiyim. ben de diyorum çünkü bunları kendime.
hiçbir vasfı olmayan, hayatında hiçbir güzellik barındırmayan, yaşamını yalnız başına sürünerek eskiten bir adamın eline kalem verir, bir de üstüne yazma vasfını yüklersen olacağı buydu tanrım. ne bekliyordun? söyle şunlara lütfen.
yine de korkmuyorum lan. biliyor musunuz. korkmuyorum hiçbir şeyden. ölmekten mesela. yarım kalmaktan. yarım kalacak hiçbir şeyim yok. son çeyreğini çoktan harcadım sahip olduğum bütün güzelliklerin.
ama yeniden harcamak isterdim bir güzelliği. bencilce harcamak. bencillik mi bu yaptığım, diye düşünmeden harcamak isterdim bir mutluluğu.
çok değil be, aralamak isterdim bir gönül penceresini. bir çiçek bahçesinden bir saksı çalmak isterdim. odamın başköşesinde muhafaza etmek isterdim bir çiçeği köklerinden ayırmadan.
caniler, ölü çiçekler armağan ediyorlar sevdiklerine. bu mu lan sizin sevginiz demek istiyorum bazen. genellikle diyorum da. genellikle bir şeyler diyorum ben. kimse duyuyor mu diye sorarsanız, bilmem.
birileri bir şeyler buluyor bu satırlarda, birileri yine bir şeyler bulacak bu satırlarda. bir ben bir şey bulamıyorum bu satırlarda. bu satırlarla bir şeyleri yitirdiğim doğrudur ama.
ulan hiç mi güzel bir şey olmayacak, hiç mi güzel şeylerden bahsetmeyeceğim.
laf ü güzaf.
aranızda doktor var mı? benim yaşarken narkoza ihtiyacım var. uyanık olduğum her dakika uyumak istiyorum. fizyolojik bir uyku hali değil elbette bu. başka türlü bir şey.
bu yazıyı yazmaya başlamadan önce aklımda hiçbir şey yoktu. keyfim de yerindeydi hatta. beşiktaşım kazanmış, daha ne olsun. yıllarca tutunduğum tek şeydi beşiktaş. hüznümü, hüznüne katıp kendimi avuttuğum tek şeydi. şimdi işler iyi gidiyor. memnun musun bu durumdan deseler, memnunum ama ne tepki vereceğimi bilemiyorum, derdim. dibe çökmüş hep sevinen yanlarım.
bana uzun zamandır kimse soru sormuyor biliyor musunuz. yani soruyorlar da, meraklarını gidermek için soruyorlar. kimse nasıl olduğumu bilmek istemiyor. bilinecek bir halim yok ya, oda cabası. iyi ki sormuyorlar. sorsalar da söylemem. zaten kimse kimseyi bilmek istemiyor ki, kimse kimseye bilmek için soru sormuyor. öğrenmek istedikleri hep sorduklarından başka.
aşktan bahsetmek istiyorum biraz. sevgiden, sadakattan. mutluluktan bahsetmek istiyorum.
ama kolunu kaybetmiş bir adamın parmaklarını tarif etmesi gibi bir şey oluyor bu. çıkarıp gösteremiyorsan, sevginin de bir anlamı yok, aşkın da. çıkarıp göstermek istiyorum ben bu hayata artık, bir şeyleri. lan benim de çiçekli bahçelerim var demek istiyorum birine. bak burada işte, al, anahtarı bu. bu kapıdan gireceksin, bu pencereden bakacaksın güzelliklerimi görmek için, demek istiyorum. uzun bir yolculuğa çıkmak istiyorum. bu yolları tek başıma yürümekten yoruldum. tek başıma yürümeyi seviyorum, tamam,ama her gün aynı yemek yenmiyor be. ki zaten yemek yemek başka, doymak başka şey. bilirsiniz.
ne kadar alakasız şeylerden bahsediyorum. zihnimi sikeyim. ne diye bunları yazıyorum ki. neyi değiştirecek lan bunlar. hiç. kocaman bir hiç. kocaman bir hiçliğin içine hapsolmuş gibiyim.
her şey soyut sanki. bir karanlığı net görüyorum. gözlerinizi kapattığınızda gördüğünüz manzarayı düşünün, gözleriniz açıkken de öyle olduğunuzu düşünün sonra. bunu düşününce körlere üzülesi geliyor insanın di mi? ben üzüldüm şahsen. ama ben her şeye bakıp, yalnızca işlerine gelenleri görenlere daha çok üzülüyorum. kaldırım taşı kadar değerleri yok gözümde. üzerlerine basıp geçsem içim acımaz. geberin orospu çocukları pankartı asacağım bir gün, bahsi geçenleri yerde gördüğüm zaman. ki göreceğim de. hepiniz göreceksiniz.
neyse işte.
sevmek için, sevilmek için bir şeyler yapmalı. beyazları kirletmekten başka bir işimiz yok mu lan bizim?
nerde o dağların arasından güneşin yükseldiği resimleri yapan eller? görüyorum, yaz kış dumanımız tütüyor. ama güneşi gören yok. güneşi görsek bile, üşüyoruz.
üşümek, soğukla alakalı bir durum değil. öğreneceksiniz. ben öğrendim.
acı, yalnızca bedende açılan bir yaranın kanamasıyla alakalı bir şey değil. bileceksiniz. ben bildim.
dünyevi kazanımlar mutluluk için yetmeyecek. göreceksiniz. ben gördüm.
ve bana bir gün hepiniz hak vereceksiniz.
bir boka yarayacak diye söylemedim son dediğimi, ama elbet aynı pencereden bakacağız dünyaya. aşağı doğru inen bir asansördeyiz. son iki katından birinde işte bu bahsettiğim farkındalık. sona iki kat kala göreceksiniz.
ah ulan diyeceksiniz. ah ulan.
ben dedim.
nihayetinde hepiniz öleceksiniz işte lan.
hepimiz öleceğiz.
aranızda fani olmayan var mı?
gece yaradır biraz da. yansımasıdır hatırlanmak istemeyen bir şeylerin.
*yani, dünyanın yasıdır gece.
bir savaşın en kanlı yerindeyim. bir savaşın en kanlı yerindeyim de sanki, ateşkes ilan edecek herkesi öldürmüşler. bulamıyorlar beni, bulsalar savaş bitecek. saklanmıyorum da he. teslim olmak için beyaz bir bez parçası arıyorum. her yer kan revan. bütün beyazlar ya kan kırmızı, ya zift siyah. elimden bir şey gelmiyor. koşuyorum, nefessizim. umut edecek bir şey yok. sağ ya da ölü, bir savaştan geri dönmek ölmekten iyi midir? sanmam.
savaş filmlerinin başında atılan ilk kurşunla ölen herhangi bir figüran olmalıydım oysa ki. benden iyi bir başrol olmaz. kim yazdı lan bu senaryoyu?
yine ne saçmalıyor bu adam. ne gerek var bunca lakırdıya. yine mi hüzün anasını satayım. dediğinizi duyar gibiyim. ben de diyorum çünkü bunları kendime.
hiçbir vasfı olmayan, hayatında hiçbir güzellik barındırmayan, yaşamını yalnız başına sürünerek eskiten bir adamın eline kalem verir, bir de üstüne yazma vasfını yüklersen olacağı buydu tanrım. ne bekliyordun? söyle şunlara lütfen.
yine de korkmuyorum lan. biliyor musunuz. korkmuyorum hiçbir şeyden. ölmekten mesela. yarım kalmaktan. yarım kalacak hiçbir şeyim yok. son çeyreğini çoktan harcadım sahip olduğum bütün güzelliklerin.
ama yeniden harcamak isterdim bir güzelliği. bencilce harcamak. bencillik mi bu yaptığım, diye düşünmeden harcamak isterdim bir mutluluğu.
çok değil be, aralamak isterdim bir gönül penceresini. bir çiçek bahçesinden bir saksı çalmak isterdim. odamın başköşesinde muhafaza etmek isterdim bir çiçeği köklerinden ayırmadan.
caniler, ölü çiçekler armağan ediyorlar sevdiklerine. bu mu lan sizin sevginiz demek istiyorum bazen. genellikle diyorum da. genellikle bir şeyler diyorum ben. kimse duyuyor mu diye sorarsanız, bilmem.
birileri bir şeyler buluyor bu satırlarda, birileri yine bir şeyler bulacak bu satırlarda. bir ben bir şey bulamıyorum bu satırlarda. bu satırlarla bir şeyleri yitirdiğim doğrudur ama.
ulan hiç mi güzel bir şey olmayacak, hiç mi güzel şeylerden bahsetmeyeceğim.
laf ü güzaf.
aranızda doktor var mı? benim yaşarken narkoza ihtiyacım var. uyanık olduğum her dakika uyumak istiyorum. fizyolojik bir uyku hali değil elbette bu. başka türlü bir şey.
bu yazıyı yazmaya başlamadan önce aklımda hiçbir şey yoktu. keyfim de yerindeydi hatta. beşiktaşım kazanmış, daha ne olsun. yıllarca tutunduğum tek şeydi beşiktaş. hüznümü, hüznüne katıp kendimi avuttuğum tek şeydi. şimdi işler iyi gidiyor. memnun musun bu durumdan deseler, memnunum ama ne tepki vereceğimi bilemiyorum, derdim. dibe çökmüş hep sevinen yanlarım.
bana uzun zamandır kimse soru sormuyor biliyor musunuz. yani soruyorlar da, meraklarını gidermek için soruyorlar. kimse nasıl olduğumu bilmek istemiyor. bilinecek bir halim yok ya, oda cabası. iyi ki sormuyorlar. sorsalar da söylemem. zaten kimse kimseyi bilmek istemiyor ki, kimse kimseye bilmek için soru sormuyor. öğrenmek istedikleri hep sorduklarından başka.
aşktan bahsetmek istiyorum biraz. sevgiden, sadakattan. mutluluktan bahsetmek istiyorum.
ama kolunu kaybetmiş bir adamın parmaklarını tarif etmesi gibi bir şey oluyor bu. çıkarıp gösteremiyorsan, sevginin de bir anlamı yok, aşkın da. çıkarıp göstermek istiyorum ben bu hayata artık, bir şeyleri. lan benim de çiçekli bahçelerim var demek istiyorum birine. bak burada işte, al, anahtarı bu. bu kapıdan gireceksin, bu pencereden bakacaksın güzelliklerimi görmek için, demek istiyorum. uzun bir yolculuğa çıkmak istiyorum. bu yolları tek başıma yürümekten yoruldum. tek başıma yürümeyi seviyorum, tamam,ama her gün aynı yemek yenmiyor be. ki zaten yemek yemek başka, doymak başka şey. bilirsiniz.
ne kadar alakasız şeylerden bahsediyorum. zihnimi sikeyim. ne diye bunları yazıyorum ki. neyi değiştirecek lan bunlar. hiç. kocaman bir hiç. kocaman bir hiçliğin içine hapsolmuş gibiyim.
her şey soyut sanki. bir karanlığı net görüyorum. gözlerinizi kapattığınızda gördüğünüz manzarayı düşünün, gözleriniz açıkken de öyle olduğunuzu düşünün sonra. bunu düşününce körlere üzülesi geliyor insanın di mi? ben üzüldüm şahsen. ama ben her şeye bakıp, yalnızca işlerine gelenleri görenlere daha çok üzülüyorum. kaldırım taşı kadar değerleri yok gözümde. üzerlerine basıp geçsem içim acımaz. geberin orospu çocukları pankartı asacağım bir gün, bahsi geçenleri yerde gördüğüm zaman. ki göreceğim de. hepiniz göreceksiniz.
neyse işte.
sevmek için, sevilmek için bir şeyler yapmalı. beyazları kirletmekten başka bir işimiz yok mu lan bizim?
nerde o dağların arasından güneşin yükseldiği resimleri yapan eller? görüyorum, yaz kış dumanımız tütüyor. ama güneşi gören yok. güneşi görsek bile, üşüyoruz.
üşümek, soğukla alakalı bir durum değil. öğreneceksiniz. ben öğrendim.
acı, yalnızca bedende açılan bir yaranın kanamasıyla alakalı bir şey değil. bileceksiniz. ben bildim.
dünyevi kazanımlar mutluluk için yetmeyecek. göreceksiniz. ben gördüm.
ve bana bir gün hepiniz hak vereceksiniz.
bir boka yarayacak diye söylemedim son dediğimi, ama elbet aynı pencereden bakacağız dünyaya. aşağı doğru inen bir asansördeyiz. son iki katından birinde işte bu bahsettiğim farkındalık. sona iki kat kala göreceksiniz.
ah ulan diyeceksiniz. ah ulan.
ben dedim.
nihayetinde hepiniz öleceksiniz işte lan.
hepimiz öleceğiz.
aranızda fani olmayan var mı?
12 Şubat 2017 Pazar
kahvemin içine kül düştü. sigaramdan bir fırt daha alıp seyrettim. bardağı eğimli tutarak külün bardağa yapışmasını sağlayarak içmeye devam ettim. kahve zaten zift gibiydi, biraz külden bir şey olmaz, dedim kendi kendime. keyif almıyordum ne içime çektiğim sigaradan ne de içtiğim kahveden. bir şeylerden keyif almayalı öyle uzun zaman oldu ki. eskiden nasılsın sorularına, iyiyim, derken yalan söylerdim. şimdi sokaklarda yürürken, gazete okurken, yemek yerken hatta uyurken bile yalan söylüyorum. çünkü bütün bunlar yaşadığım anlamına gelir. ben yaşıyorum derken söylüyorum en büyük yalanı. keşke aksi mümkün olsa. yaşasam hakikaten veya ölsem. ölmek biraz da dürüstlük değil midir? ölmüş kimseler yalan söylemezler, çıkar gözetemezler artık hiçbir şeyden. bu açıdan bakıldığında o kadar da kötü bir şey olmasa gerek.
bu konulardan sıkıldım, başka bir şeyler anlatayım. ama ne anlatacağım ki başka? ne yaşıyorum ki size ne anlatayım. yaşamımın 'umutsuz bir bekleyiş'ten başka tanımı yok. yani olsa bile, en doğrusu bu. neden bilmiyorum ama yazarken kendime acıyorum. başka zamanlarda insanlara acıyorken, yazarken yalnızca kendime acıyorum. kendime acıdığım zamanlarda yazıyorum diyemem ama yazdığım zamanlarda kendime acıyorum. acınası şeyler yazıyorum çünkü. hiç yazılmaması, hiç okunmaması gereken şeyler yazıyorum. çünkü bilinmemesi gereken şeyleri ezberimde tutuyorum. tutmuyorum aslında. o şeyler dimağıma asılı kalmış. ellerim oralara kadar uzanmıyor. sırtın o iki ele de en uzak kalan yanı gibi, başka birinin müdahalesine ihtiyacım var o şeylerin kaşınması, temizlenmesi için. çünkü onları oraya ben koymadım. ben bilmek istemedim bildiklerimi. kim isterdi ki zaten?
öyle şeylere şahit oldu ki bu gözler, şimdi buraya tüm çıplaklığıyla birini anlatsam, gelir başımı okşardınız.
başımın okşanmasından hoşlanmam, bu yüzden hiçbirini anlatmayacağım. bedenimle beraber toprağa gömülecek çok şey var. bir suç duyurusunda bulunmak istiyorum bir yerlere, ama nereye, kimi kime şikayet edeceğim. insanlardan nefret ediyorum derken, lafügüzaf değil bu. kaburgalarımın içinden gelen bir yankıya eşlik ederek söylüyorum bunu. bilmiyorum be, vallahi bilmiyorum. hiçbir şey değişmiyor. hiçbir şey hiçbir zaman değişmeyecekmiş gibi duruyor. hal böyleyken yaşamak, külfet değil de nedir. sırtı kamburlaştırmaktan başka neye yarar bu yaşamak. ah, ben bu yaşamımı koyacak bir yer bulsam bir gün. bu yer bir tabut da olabilir, birinin avuçları da. ikinci seçeneği gülümseyerek yazdım. ben komik şeylere gülerim. biri var aslında biliyor musunuz. biri var. var da, kimbilir nerede, nelere gülümsüyor şimdi. varlığımdan bihaber. bu satırların ona yazıldığından bihaber. hoş, haberi olsun da istemem. haberi olsun isteseydim haberi olurdu çünkü.
benim zihniyetim bozdular. karşılığında bir avuç leblebi bile vermeden bozdular. asabımı, aklımın ayarlarını, kalbimi, zihnimi her şeyimi bozdular. şimdi hazır dolar da yükselmişken bozdursaydım belki bir kilo mandalina alırdım. ama yok pahasına harcadılar beni. hiçbir kazanç elde etmeden harcadılar. ulan bari bir halta yarasaydım. bari beni eksiltenler bir kar elde etseydi. içimi rahatlatırdı belki bu. tamam rahatlatmazdı, ama en azından neye tercih edildiğimi bilirdim. ne karşılığında tükendiğimi bilirdim. kötü bir niyetleri yoktur belki, onları da suçlamıyorum. belki onlar da sonunun böyle olacağını bilmiyorlardı. yani ben üzerime vazife olmayan acıları, heybemde toplarken, onlar benim böyle bir halt yiyeceğimi tahmin edemiyorlardı belki. gamsız mı ne diyorlar, biraz ondan olsaydım keşke. biraz da, şey. şey yerine koyacak bir kelime bulamadım. ama başka biri olsaydım. sorgulamak, düşünmek senin neyine ulan? kanalizasyon kuyusuna düşmüşsün, ağzını burnunu kapatıp ölmeyi bekle işte. boka batmış herkes gibi, çiçek bahçelerinde dolaşıyormuşçasına yaşasana, sorgulamak, düşünmek senin neyine. boktan başka ne göreceksin gözlerini açarsan. düşünürsen kanalizasyonda olduğunun farkına varmaktan başka ne bileceksin. yapmasana işte amına koyayım. mesela, burada amına koyayım derken bile birilerinin incineceğini düşünecek kadar şey olacak ne vardı? ne bileyim. cinsiyetçi söylemleri sevmiyorum. ben cinsiyetçi söylemleri sevmiyorum da, birileri gelip benim varlığıma tecavüz ederken, birileri ellerindeki iğneleri ruhuma batırırken, birileri törpülerken en sevdiğim yerlerimi, birileri kapılarımı tekmelerken, üzerime basıp geçerken en sevdiğim insanlar, ne yapacaktım be amına koyayım. bu durumda bir şeylere amına koyayım demekten başka ne denir. hem ben bu gezegenin kadın olduğunu düşünmüyorum zaten. öyle olsaydı bunca acıya dayanamaz, çoktan imha ederdi kendini. bu gezegen kesin öteki hayatında pezevengin tekiydi. cezasını bu şekilde çekiyor. ben öldükten sonra bir gezegen olsam çok sıkılırdım. bunu şimdi düşündüm. gerçekten düşündüm. benim gezegenim iyi olmaz tanrım, kendimi tanıyorum. marsta falan hayat bulundu, diğerlerinde de bulunur. benim içimde yaşam belirtisi yok. illa bir atama yapacakan bana, yanında bir tabure yok mu, kıvrılıp orada durayım. ara sıra ayakkabılarını boyar, bunca adaletsizliğe nasıl katlandığını seyrederim. gıkım çıkmaz yemin ediyorum.
neyse, buraları geçelim. kendimi şirk koşmuş hissedeceğim yoksa. ki benim sana nasıl sığındığımı bir tek sen biliyorsun tanrım. sana tanrım diyorum, allah da diyebilirim. bunların bir önemi yok. bir tanesin ve birden fazla adın var. sana seslenirken hangisini kullandığımızı sorun edeceğini düşünmüyorum. bunu insanlara da anlatalım. acilen bir peygambere ihtiyacımız var. bu gezegen, tarihi boyunca şuanda olduğu kadar ihtiyaç duymamıştır birlik ve beraberliğe. kendimizi tükettiğimiz yetmiyor, gezegeni de tüketiyoruz. haliyle sinirleniyor tabi adam. mesela bu kış çok çetin geçiyor. ellerim üşüyor. ellerim üşümese sorun değil. bir ara birisi neden hep ellerin cebinde yürüyorsun diye sormuştu bana. soğuk bir gündü, üşüyordum ve aşıktım. çünkü koyacak bir yer bulamıyorum, diyemedim, gülümsedim sadece. o bunu görmedi. söyleyemediklerimi duymadı. iyi ki de duymamış diyorum şimdi. ben insanlarla bir şey paylaşmak istemiyorum artık. hem paylaşmak ne içindi? elinde faydalı bir şey vara paylaşırsın. kimsenin işine yaramayacak bir şeyi, neden birine ikram edesin ki? kendi yükümü hafifletmek için kimsenin sırtına bir tuğla koyamam. vicdanımdan falan değil. o yük bedenimin bir parçası gibi oldu artık. siz hiç parmaklarını kesip biriyle paylaşanını gördünüz mü? ben görmedim. tabi ki bu benzetme de diğerleri gibi alakasız olacak. ne sandınız? benden alakalı cümleler kurmamı bekleyecek kadar kafayı yediğinizi düşünmüyorum. benim mantıklı bir açıklamam yok. siz bana bakmayın. ne diyecektim lan ben, diye düşünüyordum. ahmet kaya, hani benim sevincim nerde, diye haykırdı arka fonda. bu parçayı ben açmadım. bu playlisti ben oluşturmadım. birinin hafıza kartından kopyalamışımdır muhtemelen. daha rahat nefes alabilmek için internetin fişini çekmiş ve değişiklik olsun diye o playlisti açmıştım yaklaşık yarım saat önce. tamam da şimdi neden, tam da ne diyecektim, diye düşünürken, hani benim sevincim nerde, dedi ki ahmet abim. estağfurullah, benim güzel abim, seni de çok üzdüler biliyorum. sana asla kırılmıyorum, bu senin suçun değil. umarım sevincine kavuşmuşsundur.
benim oğuz abimi de çok üzdüler. bir sürü insanı çok üzdüler bunlar. nilgün marmara'yı bile üzdüler. orospu çocukları demeden nasıl tarif edeyim ben bunları şimdi. bunlar işte. ya da onlar. ya da biz. herhangi birinin karaktersiz bir orospu olmadığının garantisini kim verebilir. buna kendimiz de dahil. kimilerinin içi diğerlerine göre biraz daha rahat sadece. benim de içim rahat. dürüstçe söyleyebilirim bunu. yalnızım, mutsuzum, etrafım karanlık ama bütün bunların karşısında bir orospu çocuğu olma ihtimalini düşünürsek, vaziyetim hala iyi sayılır. mutlu bir orospu çocuğu olmayı kim ister? kim istemez ki. gülümsedim bak yine. ne çok orospu çocuğu dedim di mi. hesapta küfür etmeyecektim. orospuluk cinsiyet meselesi değil şahs.. neyse. bu bahsi burada kapatıyorum.
iyi olmanın hiçbir halta yaramadığı sokaklarda büyüdüm ben. hayatım, kendimi kötü biri olmadığıma ikna ederek geçti. ya da buna çabalayarak. iyi biri olmak için hiç çaba göstermedim, kötü biri olmamak için harcadım bütün yaşam enerjimi. biraz da kendimi öveyim. yani aslında övmek gibi de değil. başka türlü bi şey ama şimdi durup bunu anlatmayacağım size. kimseye kendimi ispatlayacak değilim. bu yazıyı siz yazmış olsaydınız güzel bir şeyler derdiniz bu konuyla ilgili, ben böyle demeyeceğim.
ve çocukluğum, ah benim güzel çocukluğum. sen hiç ölme emi. o kepçe kulakların, çirkin suratın ve utanınca kızaran yanaklarınla hep öyle kal. ben öleyim, ki bir gün öleceğim ama sen bu satırlarla hep yaşa, var ol. mahçubiyetini koru ve merhametini. herkes karıncaların evlerini dağıtırken, başka bir tarafa yönelen kalbini koru benim güzel kardeşim. sana kardeşim diyorum çünkü biz iki, üç, hatta belki beş kişiyiz. bir bedende bir sürü kişiyiz. her birimiz eline bir silah alsa belki kuşatırız bu şehri. ama şimdilik buna gerek duymuyoruz.
ölmem gereken zamanlardan geçip ölemedim, her seferinde başka biri olarak devam ettim yaşamaya. yaşamaya devam etmenin tek yolu buydu. dışarıda azaldıkça içeride çoğalmak. dışarıda tenhalaştıkça, içeride kalabalıklaşmak. bi tercih değil, zorunluluk. bu açıklama sizeydi sevgili okurlar. hiçbirinizin sevgili okur olmadığınızı biz biliyoruz ama yine de sevgili okurlar demek daha cazip geliyor. çünkü yukarıdaki satırlarda yeterince küfrü harcadım.
fütursuzca harcıyorum bir şeyleri. hala neden yazmaya devam ediyorum bilmiyorum mesela. bunca kelimeyi neden tükettim? neden keyifli bir film açıp seyretmiyorum? yarın hiçbir işim yok mesela,bir kaç bira içip kalabalık caddelerde dolaşmak yerine neden oturup bunları anlatıyorum ki? bu son dediğim biraz aklımı çeldi gibi, bunu bi düşüneyim. konu nereye varacak acaba, sizin kadar ben de merak ediyorum. yani elbet merak eden birileri vardır. yani olmalı. yani olsun. bazen sizi nasıl düşünüyorum biliyor musunuz. hani bir kaza olur işlek bir caddede. biri düşmüştür, yaralıdır, kanıyordur. birileri bu kazaya şahit olup toplanırlar başında. müdahale etmezler ama başından da ayrılmazlar o yaralının. akibetini merak ederler. içlerinden iyi niyetli olanları değil de, kontörü olanları ambulansı arar hani. ambulans gelene kadar terk etmez bazıları. bir şey yapmaz ama terk etmez olay mahalini. eve döndüğünde birilerine anlatacak bir hikaye yaratır kendine. yerdeki yaralı ister ölsün, ister kurtulsun. yakinen tanımıyorlarsa bunu pek umursamazlar. yakinen tanısalar da bir kaç hafta sonra umursamazlar. sonuç aynıdır yani. biraz zaman gereklidir sadece. amma uzattım dimi. işte siz o kalabalıksınız sevgili okurlar. sonunda ne olacağı umrunuzda değil, kanayan bir yaraya bakmak hoşunuza gidiyor. kendinizi rahatlatıyorsunuz çünkü, kendi uzuvlarınızı kontrol ediyorsunuz. bakıyorsunuz hepsi yerli yerinde, gömleğiniz kuru, kaburgalarınız sağlam. oh be iyi, diyorsunuz içinizden. sizden daha kötü durumda olanları, halinize şükretmek için kullanıyorsunuz. bu yüzden acıyorsunuz onlara. o kalabalığın içinde bu yüzden varsınız. ya yarın bir gün sizin de başınıza gelirse buna benzer bir kaza, allaha ve insanlara sitem etme hakkı doğuruyorsunuz kendinizce küçük hesaplar yaparak. ve bütün bunları herkesten saklıyorsunuz. biri duysa bunun orospu çocukluğu olduğunu söyler. çünkü kendisinin de aynı hesapları yaptığını bilir. kusurlu bir yanının açığa çıkmamasını isteyen herkes gibi, şiddetle reddederler onu. siz kimseye söylemeyin. herkes herkesi biliyor zaten. herkes herkesi biliyor da, herkesin herkesle birarada yaşamaya ihtiyacı var. benim yok mu. benim de var elbette. ama ben ihtiyaçlarımı sizin kadar umursamıyorum. biraz da bu yüzden buradasınız zaten.
her on bin kişiden birinin düştüğü bu hastalığa ben de yakalandım işte. nasıl diyorlar, yazar? şair? yakalanına bu adların takıldığı bir hastalık bu. hasta demeye dilleri varmıyor doktorların, çünkü onlara da tercümanlar. niye şaşırıyorsunuz, doktorların çıkarları yok mu sanki? onlar da insan değiller mi? ha bu konuyu kendime bağlamam gerekirse, ben ne yazarım ne de şair. henüz kimseyle paylaşmamış olmasamda, bitmiş bir romanım var, yazar değilim. şiirlerim var şair değilim. ben kendimi hiçbir şey olarak görememek hastalığın yakalandım ekstra olarak. bana göre yazarlık ve şairlik bir hastalık adı olsa da, topluma göre bu saygı duyulacak bir şey. bu yüzden bu sıfatları reddediyorum. elli tane kitabım da yayımlansa, reddedeceğim. yaptığım faaliyetler için; yazan, doğru ve yerinde bir kelimedir. hem daha önce de söyledim, suyu satana sucu derler, içene değil. böylelikle bu bağlamda beni eleştirme hakkını da sizden alıyorum, üzgünüm.
siz hiç yanlış nefes alıyor diye birini ayıpladınız mı? ya da doğru nefes alıyor diye takdir ettiniz mi kimseyi? işte olay bu kadar basit.
biraz kendimden bahsetmiş gibi oluyorum ama, bu gün kendimden bahsetmeye ihtiyacım var. biraz var. çok değil korkmayın.
hadi biraz da aşktan, sevgiden bahsedelim. biz, bizde olmayanları konuşmayı severiz çünkü. zenginin malı züğürdün çenesini her zaman yormuştur. yani, bu konuda zengin olan kimseyle henüz karşılaşmadım ama, olsun. diziler falan var bunun için var.
zenginliklerini kasalarda biriktiriyor insanlar. ziynet eşyalarını, hayatı boyunca harcayamayacakları paraları kendilerinden bile saklamak istiyorlar. biraz daha akıllı olanları ev, araba falan alıyor. ayaklarını bu şekilde yerden kesiyorlar. masmavi bir kıyıda, sırtını bir ağaca yaslayıp, günbatımınlarını seyretmek kimin umrunda. ama işte nedense onlara mutlu diyorlar. evi olan, arabası olan, kendini daha hızlı çürütmek için bir mesleği olanlara, kötülüğünü meşrulaştırmak için devlete sığınanlara mutlu diyorlar. yani mutlu sanıyorlar. öyle sayıyorlar. annem de öyle sanıyor mesela. iyi bir işim olsa da ölmeyecek miyim anne diye soruyorum, ki istesem iyi bir iş bulurum. benim bir şeyi aramaya niyetim yok pek. annem buna hep kızar. ben anneme hiç katılmam. onun dediklerinin aksine çok şey yaptım, bilse üzülür. bunlar aramızda kalsın. neticede önemli olan bir şeyi yapmak değil, onun ortaya çıkıp çıkmaması. kimse okumuyorsa yazmış, kimse görmüyorsa yapmış sayılmıyorsun. buraya şu soru gelecek, sahiden allahın varlığına inanıyor muyuz? yoksa bütün bu kötülüklerden sığınmak için kendimizi güvende hissedeceğimiz bir olgu mu arıyoruz. ölünce bitmesin istiyoruz bu kepaze yaşamı, yansak da devam edelim istiyoruz. bu yüzden mi cennet ve cehennem? ben cennete gidecek kimse göremiyorum sokaklarda, yani iyi insanlar var tabi ki ama onlarında cennete gitmek için gerekli koşulları yerine getirdiğini düşünmüyorum. iyi insanlar işte. merhametliler, adaletliler, kimseye kötülük etmiyorlar ama namaz kılmazlarsa cehennemlikler işte. maalesef. ya siz cidden bütün bunlara inanıyor musunuz? tanrı size göre korkulacak bir şey mi? sırf sonunda bir mükafat alacaksınız, hurilerle gününüzü gün edeceksiniz diye mi sakınıyorsunuz kendinizi bu dünyanın mükafatlarından? lan ne saçma şey bu. iyiyseniz iyisinizdir işte. neden bir iyiliği zaten öyle olması gerektiği için değil de, tanrıdan bir aferin kazanmak için yapıyorsunuz? bu şimdi çıkar değil de nedir? cevap verecek olanınız var mı?
özür dilerim rabbim ama bunları sormak zorundayım. sana da sormam gereken çok şeyler var aslında ama bunun için buraların biraz daha tenhalaşması gerek. bir kaç bira içeyim. günahkarlığım artsın. belki sonra. yüzüm olursa, gelirim huzuruna. yazılarımda sık sık senden bahsediyor olmam ve sana sen diye hitap ediyor olmam seni kızdırmıyor değil mi tanrım? ben babama da sen diyorum. kişisel değil yani. hanımefendi ve beyefendi de diyemiyorum. mesela bu yüzden kurumsal kafeslerde işim yok. ben daha geniş ve samimi kafeslerde ölmeliyim. bunu senden rica ediyorum. bir ricam daha olacaktı aslında, yanımda birini isteyecektim ama düşündüm. bunca iyilik lakırdısı etmişken kimseyi kendime maruz bırakarak cezalandırmak istemiyorum. ''uzun zamandır insanlarla yaşamıyorum, onlara maruz kalıyorum'' diye sitem ederken kağıtlara, şimdi kalkıp onlardan biri olmak bana yakışmaz elbette. ama ben yalnız mı öleceğim yani? bu, bu demek mi oluyor? yani bir gün, huzurla yaslayamayacak mıyım bir göğüse başımı? bir göğüse başımı yasladığım zamanlar nadiren de olsa oluyor elbette. ama bu öyle bir şey değil. bu başka bir şey. aradığım huzur bu dünyadan bağımsız. bir insandan da bağımsız olabilir. ben birini değil, birinin bana hissettirdiklerini sevmek istiyorum. kendimi sevmek istiyorum aslında bencilce. biri gelip bu yaralarıma dokunsun, iyileştirsin istiyorum. iyileştirsin ki sevebileyim kendimi. kendimi sevdikten sonra, bana bu imkanı vereni de severim elbette. yani neden sevmeyeyim. neden bir bıçak kullanmaya gerek duymadan açmayayım ona göğüs kafesimi. ve kalbimi neden vermeyeyim, cerrahi bir operasyona ihtiyaç duymadan. sabahattin ali ne diyordu '' sen sevdiğin insana ne verebilirsin? kalbini mi? ya ikincisine? ona da mı kalbini? atma be adaşım, kaç kalbin var senin'' kelimelerde farklılık olabilir, google a bakıp teyit etmeyeceğim şimdi, siz mevzuyu anladınız. işte benim bir tane kalbim var sabahattin abi. onu henüz kimseye vermedim. verdiğimi söylemedim, söyledin diyen varsa çıksın. şiir falan yazdıklarım oldu elbette, seviyorum dediklerim de oldu. ama ben sokak köpeklerini de severim. onlara da sevdiğimi söylerim. şiir yazmışlığım da vardır ürkek ürkek çöpleri karıştıran bir kediye. yani bu özel bir şey değil. kalbimi odamdaki tozlanmış masada, buğulu bir cam fanusun içinde, sigara paketinin hemen yanında muhafaza ediyorum. bir felakete yakından şahit olmaya ihtiyaç duyan varsa, adres vereyim, gelsin alsın. rica falan etmeyeceğim, gelsin alsın. imdat yakarışlarının ricası olmaz. hangi yaralının kurtarılmak isterken rica ettiğini gördünüz. o dediğiniz anca filmlerde olur.
uzun zamandır ilk kez bu kadar uzun saçmalıyorum. arka fonda güzel müzikler çalıyor, dışarıda kar havası var. odamı güneş ışınları aydınlatıyor, ısıtmıyor ama aydınlatıyor. bacaklarım yorganın altında, güneşin ısıtmıyor oluşu benim için bir sorun teşkil etmiyor. yapacak daha iyi bir işim olsa keşke şimdi. hevesli bir buluşmaya hazırlanıyor olsam. kalbimin sesi kulaklarımda yankılansa. içten içe terlediğimi hissetsem birinin yanına gitmeden üç beş dakika önce. kalbim genişlese. beni daha geniş bir salona alsalar mesela şairin dediği gibi. ama gel gör ki, hiçbir şey şairlerin dediği gibi değil bu gezegende. zaten şairler de doğruları söylemiyorlar. dünyanın en büyük duygu sömürücüleri; şairler ve yazarlar. bunun aksini iddia eden bütün yazarlarla ve şairlerle tartışabilirim. gerekirse yumruk yumruğa kavga da ederiz. ama bu böyle.
ne çok konuştum, ben bile sıkındım kendi iç sesimi duymaktan, siz hala nasıl oluyor da burada kalıyorsunuz. size de üzülüyorum biliyor musunuz. yapacak o kadar bir şeyiniz kalmamış ki, kalkıp en kötü ihtimali değerlendiriyor, yani buraları okuyorsunuz. canım insanlar. sizi seviyorum diyemeyeceğim. ama size acıyorum lan. vallahi. kendime acıdığımdan çok acıyorum hem de. hipnotize edilmiş yaratıklar gibi, komuta ihtiyaç duymadan yaşayamıyorsunuz. aileniz, patronunuz, öğretmeniniz, devletiniz. illa bi kontrol mekanizmanız olmak zorunda. ve siz itaat etmek zorundasınız. yazık. tamam ben de itaat ediyorum bazen. yaşamaya devam etmek için bazen ödün vermek gerekiyor. ama bu bazenler çoğalıp, sürekli hale gelince işin boku çıkıyor işte. acınacak haliniz oradan sonra başlıyor. yukarıda demiştim ya hani, kanalizasyondayız diye. kanalizasyondayız işte lan. hepsi bu. bu çiçek bahçesinde dolaşıyormuş edalarınız neden? kokuyu duymamak, pisliği görmemek için kapatmışsınız burnunuzu, gözlerinizi. iyi de bunu yapmak o gerçekliği yok kılıyor mu? nereye kadar kaçacaksınız gerçeklerden? cidden merak ediyorum. kenardan kenardan boka en az bulaşacak şekilde yürüyün gidin işte. hem belki sonunda gerçekten bir papatya bahçesine ulaşırsınız. ama gidin işte lan. siktirin gidin. böyle bokun içinde durup, üzerinize parfümler sıkarak temiz görünmeye çalışmanın akla yatkın olduğunu ve böyle olması gerektiğini size kim öğretti. bu sistem, sizi kanalizasyonda tutup, kanalizasyonda bulunan şeylerle memnun etmeye çalışıyor. neden aldanıyorsunuz? gitmediğiniz yerlerin varlığına inanmamak neden içinizi rahatlatıyor. hani siz allahı görmeden seviyordunuz. gitsenize lan işte. yürüsenize şu yolu. siktir edin size sunulan kuru ekmekleri. ilerde, tünelin sonunda çok güzel duş kabinleri vardır belki. mis kokulu çiçekler, neşeli çocuklar, gülümseyen insanlar, lezzetli yemekler vardır. bu sistem siz o tarafa doğru yürümeyin diye vardır ve o sayede ayaktadır belki de. bir hayal edin. bu ihtimal varken neden boktan sevinçlerle, umutlarla, mutluluklarla meşgul ediyorsunuz kendinizi? bunu kendinize bir sorun. ben soruyorum. her gün, her gece. kenardan kenardan, ellerimdeki pisliği duvarlara sürerek, kimseye bir şey sıçratmadan yürüyorum sadece. bana yalnız diyorlar, salak diyorlar. yaşamak güzel diyorlar. geçenlerde bunu birine de dedim, bilmeyenler hep mutlu. şimdi tekrar edeyim, bilmeyenler hep mutlu. bilseler, görseler hallerini, kendilerini görmek için aynaları kullanmasalar, akıllarını çıldırır sokaklara düşerlerdi içlerinde taşıdıkları pislikler yüzünden. bana kalsa ben de yüzleşmezdim elbette. kimseyi suçlamıyorum yüzleşmediği için. üzülüyorum, küfür ediyorum bazen ama kimseyi suçlamıyorum. bana kalsa suçlardım, ama bana kalmadı. kafamı duvarlara çarpa çarpa öğrendim. kanaya kanaya , mikrop kapa kapa iyileştim. susuzdum, su ikram edenleri geri çeviremedim. bana o kanalizasyonun suyunu içirdi en son güvendiğim insanlar. hepinize ekşimiş bir suratla bakıyorsam sebebi bu.
yine kendime acıdım bak. konu alakasız yerlere geldi. konunun sürekli alakasız yerlere gidişi, bedenimin alakasız yerlerde ikamet ediyor oluşundan kaynaklanıyor. ben şimdi, bir sırt çantasıyla yollarda olmalıydım. bilmemeliydim neredeyim, günlerden ne, saat kaç? acele etmemeliydim ölmek için. öyle olsaydı daha umutlu şeyler yazardım. hatta aşık bile olurdum belki öyle olsaydı. ya da, aşık olsaydım öyle olurdu belki, kimbilir. bunlar derin mevzular, şimdi bi kaç bira içmem lazım.
yani sevgili okurlar, bazen bana soruyorsunuz ya hani nasıl yazıyorsun falan diye. sanki hayret edilecek şeyler yazıyormuşum gibi. bu konuda kesin olarak bildiğim tek şey şu;
yazabilmek için, bilekten önce belin bükülmesi gerekiyor.
ve belin bükülmesi ne anlama gelir hepiniz biliyorsunuz. ister madden algılayın, ister manen. ikisi de doğru. tercih sizin hayata bakışınıza kalmış. kolay gelsin.
bu konulardan sıkıldım, başka bir şeyler anlatayım. ama ne anlatacağım ki başka? ne yaşıyorum ki size ne anlatayım. yaşamımın 'umutsuz bir bekleyiş'ten başka tanımı yok. yani olsa bile, en doğrusu bu. neden bilmiyorum ama yazarken kendime acıyorum. başka zamanlarda insanlara acıyorken, yazarken yalnızca kendime acıyorum. kendime acıdığım zamanlarda yazıyorum diyemem ama yazdığım zamanlarda kendime acıyorum. acınası şeyler yazıyorum çünkü. hiç yazılmaması, hiç okunmaması gereken şeyler yazıyorum. çünkü bilinmemesi gereken şeyleri ezberimde tutuyorum. tutmuyorum aslında. o şeyler dimağıma asılı kalmış. ellerim oralara kadar uzanmıyor. sırtın o iki ele de en uzak kalan yanı gibi, başka birinin müdahalesine ihtiyacım var o şeylerin kaşınması, temizlenmesi için. çünkü onları oraya ben koymadım. ben bilmek istemedim bildiklerimi. kim isterdi ki zaten?
öyle şeylere şahit oldu ki bu gözler, şimdi buraya tüm çıplaklığıyla birini anlatsam, gelir başımı okşardınız.
başımın okşanmasından hoşlanmam, bu yüzden hiçbirini anlatmayacağım. bedenimle beraber toprağa gömülecek çok şey var. bir suç duyurusunda bulunmak istiyorum bir yerlere, ama nereye, kimi kime şikayet edeceğim. insanlardan nefret ediyorum derken, lafügüzaf değil bu. kaburgalarımın içinden gelen bir yankıya eşlik ederek söylüyorum bunu. bilmiyorum be, vallahi bilmiyorum. hiçbir şey değişmiyor. hiçbir şey hiçbir zaman değişmeyecekmiş gibi duruyor. hal böyleyken yaşamak, külfet değil de nedir. sırtı kamburlaştırmaktan başka neye yarar bu yaşamak. ah, ben bu yaşamımı koyacak bir yer bulsam bir gün. bu yer bir tabut da olabilir, birinin avuçları da. ikinci seçeneği gülümseyerek yazdım. ben komik şeylere gülerim. biri var aslında biliyor musunuz. biri var. var da, kimbilir nerede, nelere gülümsüyor şimdi. varlığımdan bihaber. bu satırların ona yazıldığından bihaber. hoş, haberi olsun da istemem. haberi olsun isteseydim haberi olurdu çünkü.
benim zihniyetim bozdular. karşılığında bir avuç leblebi bile vermeden bozdular. asabımı, aklımın ayarlarını, kalbimi, zihnimi her şeyimi bozdular. şimdi hazır dolar da yükselmişken bozdursaydım belki bir kilo mandalina alırdım. ama yok pahasına harcadılar beni. hiçbir kazanç elde etmeden harcadılar. ulan bari bir halta yarasaydım. bari beni eksiltenler bir kar elde etseydi. içimi rahatlatırdı belki bu. tamam rahatlatmazdı, ama en azından neye tercih edildiğimi bilirdim. ne karşılığında tükendiğimi bilirdim. kötü bir niyetleri yoktur belki, onları da suçlamıyorum. belki onlar da sonunun böyle olacağını bilmiyorlardı. yani ben üzerime vazife olmayan acıları, heybemde toplarken, onlar benim böyle bir halt yiyeceğimi tahmin edemiyorlardı belki. gamsız mı ne diyorlar, biraz ondan olsaydım keşke. biraz da, şey. şey yerine koyacak bir kelime bulamadım. ama başka biri olsaydım. sorgulamak, düşünmek senin neyine ulan? kanalizasyon kuyusuna düşmüşsün, ağzını burnunu kapatıp ölmeyi bekle işte. boka batmış herkes gibi, çiçek bahçelerinde dolaşıyormuşçasına yaşasana, sorgulamak, düşünmek senin neyine. boktan başka ne göreceksin gözlerini açarsan. düşünürsen kanalizasyonda olduğunun farkına varmaktan başka ne bileceksin. yapmasana işte amına koyayım. mesela, burada amına koyayım derken bile birilerinin incineceğini düşünecek kadar şey olacak ne vardı? ne bileyim. cinsiyetçi söylemleri sevmiyorum. ben cinsiyetçi söylemleri sevmiyorum da, birileri gelip benim varlığıma tecavüz ederken, birileri ellerindeki iğneleri ruhuma batırırken, birileri törpülerken en sevdiğim yerlerimi, birileri kapılarımı tekmelerken, üzerime basıp geçerken en sevdiğim insanlar, ne yapacaktım be amına koyayım. bu durumda bir şeylere amına koyayım demekten başka ne denir. hem ben bu gezegenin kadın olduğunu düşünmüyorum zaten. öyle olsaydı bunca acıya dayanamaz, çoktan imha ederdi kendini. bu gezegen kesin öteki hayatında pezevengin tekiydi. cezasını bu şekilde çekiyor. ben öldükten sonra bir gezegen olsam çok sıkılırdım. bunu şimdi düşündüm. gerçekten düşündüm. benim gezegenim iyi olmaz tanrım, kendimi tanıyorum. marsta falan hayat bulundu, diğerlerinde de bulunur. benim içimde yaşam belirtisi yok. illa bir atama yapacakan bana, yanında bir tabure yok mu, kıvrılıp orada durayım. ara sıra ayakkabılarını boyar, bunca adaletsizliğe nasıl katlandığını seyrederim. gıkım çıkmaz yemin ediyorum.
neyse, buraları geçelim. kendimi şirk koşmuş hissedeceğim yoksa. ki benim sana nasıl sığındığımı bir tek sen biliyorsun tanrım. sana tanrım diyorum, allah da diyebilirim. bunların bir önemi yok. bir tanesin ve birden fazla adın var. sana seslenirken hangisini kullandığımızı sorun edeceğini düşünmüyorum. bunu insanlara da anlatalım. acilen bir peygambere ihtiyacımız var. bu gezegen, tarihi boyunca şuanda olduğu kadar ihtiyaç duymamıştır birlik ve beraberliğe. kendimizi tükettiğimiz yetmiyor, gezegeni de tüketiyoruz. haliyle sinirleniyor tabi adam. mesela bu kış çok çetin geçiyor. ellerim üşüyor. ellerim üşümese sorun değil. bir ara birisi neden hep ellerin cebinde yürüyorsun diye sormuştu bana. soğuk bir gündü, üşüyordum ve aşıktım. çünkü koyacak bir yer bulamıyorum, diyemedim, gülümsedim sadece. o bunu görmedi. söyleyemediklerimi duymadı. iyi ki de duymamış diyorum şimdi. ben insanlarla bir şey paylaşmak istemiyorum artık. hem paylaşmak ne içindi? elinde faydalı bir şey vara paylaşırsın. kimsenin işine yaramayacak bir şeyi, neden birine ikram edesin ki? kendi yükümü hafifletmek için kimsenin sırtına bir tuğla koyamam. vicdanımdan falan değil. o yük bedenimin bir parçası gibi oldu artık. siz hiç parmaklarını kesip biriyle paylaşanını gördünüz mü? ben görmedim. tabi ki bu benzetme de diğerleri gibi alakasız olacak. ne sandınız? benden alakalı cümleler kurmamı bekleyecek kadar kafayı yediğinizi düşünmüyorum. benim mantıklı bir açıklamam yok. siz bana bakmayın. ne diyecektim lan ben, diye düşünüyordum. ahmet kaya, hani benim sevincim nerde, diye haykırdı arka fonda. bu parçayı ben açmadım. bu playlisti ben oluşturmadım. birinin hafıza kartından kopyalamışımdır muhtemelen. daha rahat nefes alabilmek için internetin fişini çekmiş ve değişiklik olsun diye o playlisti açmıştım yaklaşık yarım saat önce. tamam da şimdi neden, tam da ne diyecektim, diye düşünürken, hani benim sevincim nerde, dedi ki ahmet abim. estağfurullah, benim güzel abim, seni de çok üzdüler biliyorum. sana asla kırılmıyorum, bu senin suçun değil. umarım sevincine kavuşmuşsundur.
benim oğuz abimi de çok üzdüler. bir sürü insanı çok üzdüler bunlar. nilgün marmara'yı bile üzdüler. orospu çocukları demeden nasıl tarif edeyim ben bunları şimdi. bunlar işte. ya da onlar. ya da biz. herhangi birinin karaktersiz bir orospu olmadığının garantisini kim verebilir. buna kendimiz de dahil. kimilerinin içi diğerlerine göre biraz daha rahat sadece. benim de içim rahat. dürüstçe söyleyebilirim bunu. yalnızım, mutsuzum, etrafım karanlık ama bütün bunların karşısında bir orospu çocuğu olma ihtimalini düşünürsek, vaziyetim hala iyi sayılır. mutlu bir orospu çocuğu olmayı kim ister? kim istemez ki. gülümsedim bak yine. ne çok orospu çocuğu dedim di mi. hesapta küfür etmeyecektim. orospuluk cinsiyet meselesi değil şahs.. neyse. bu bahsi burada kapatıyorum.
iyi olmanın hiçbir halta yaramadığı sokaklarda büyüdüm ben. hayatım, kendimi kötü biri olmadığıma ikna ederek geçti. ya da buna çabalayarak. iyi biri olmak için hiç çaba göstermedim, kötü biri olmamak için harcadım bütün yaşam enerjimi. biraz da kendimi öveyim. yani aslında övmek gibi de değil. başka türlü bi şey ama şimdi durup bunu anlatmayacağım size. kimseye kendimi ispatlayacak değilim. bu yazıyı siz yazmış olsaydınız güzel bir şeyler derdiniz bu konuyla ilgili, ben böyle demeyeceğim.
ve çocukluğum, ah benim güzel çocukluğum. sen hiç ölme emi. o kepçe kulakların, çirkin suratın ve utanınca kızaran yanaklarınla hep öyle kal. ben öleyim, ki bir gün öleceğim ama sen bu satırlarla hep yaşa, var ol. mahçubiyetini koru ve merhametini. herkes karıncaların evlerini dağıtırken, başka bir tarafa yönelen kalbini koru benim güzel kardeşim. sana kardeşim diyorum çünkü biz iki, üç, hatta belki beş kişiyiz. bir bedende bir sürü kişiyiz. her birimiz eline bir silah alsa belki kuşatırız bu şehri. ama şimdilik buna gerek duymuyoruz.
ölmem gereken zamanlardan geçip ölemedim, her seferinde başka biri olarak devam ettim yaşamaya. yaşamaya devam etmenin tek yolu buydu. dışarıda azaldıkça içeride çoğalmak. dışarıda tenhalaştıkça, içeride kalabalıklaşmak. bi tercih değil, zorunluluk. bu açıklama sizeydi sevgili okurlar. hiçbirinizin sevgili okur olmadığınızı biz biliyoruz ama yine de sevgili okurlar demek daha cazip geliyor. çünkü yukarıdaki satırlarda yeterince küfrü harcadım.
fütursuzca harcıyorum bir şeyleri. hala neden yazmaya devam ediyorum bilmiyorum mesela. bunca kelimeyi neden tükettim? neden keyifli bir film açıp seyretmiyorum? yarın hiçbir işim yok mesela,bir kaç bira içip kalabalık caddelerde dolaşmak yerine neden oturup bunları anlatıyorum ki? bu son dediğim biraz aklımı çeldi gibi, bunu bi düşüneyim. konu nereye varacak acaba, sizin kadar ben de merak ediyorum. yani elbet merak eden birileri vardır. yani olmalı. yani olsun. bazen sizi nasıl düşünüyorum biliyor musunuz. hani bir kaza olur işlek bir caddede. biri düşmüştür, yaralıdır, kanıyordur. birileri bu kazaya şahit olup toplanırlar başında. müdahale etmezler ama başından da ayrılmazlar o yaralının. akibetini merak ederler. içlerinden iyi niyetli olanları değil de, kontörü olanları ambulansı arar hani. ambulans gelene kadar terk etmez bazıları. bir şey yapmaz ama terk etmez olay mahalini. eve döndüğünde birilerine anlatacak bir hikaye yaratır kendine. yerdeki yaralı ister ölsün, ister kurtulsun. yakinen tanımıyorlarsa bunu pek umursamazlar. yakinen tanısalar da bir kaç hafta sonra umursamazlar. sonuç aynıdır yani. biraz zaman gereklidir sadece. amma uzattım dimi. işte siz o kalabalıksınız sevgili okurlar. sonunda ne olacağı umrunuzda değil, kanayan bir yaraya bakmak hoşunuza gidiyor. kendinizi rahatlatıyorsunuz çünkü, kendi uzuvlarınızı kontrol ediyorsunuz. bakıyorsunuz hepsi yerli yerinde, gömleğiniz kuru, kaburgalarınız sağlam. oh be iyi, diyorsunuz içinizden. sizden daha kötü durumda olanları, halinize şükretmek için kullanıyorsunuz. bu yüzden acıyorsunuz onlara. o kalabalığın içinde bu yüzden varsınız. ya yarın bir gün sizin de başınıza gelirse buna benzer bir kaza, allaha ve insanlara sitem etme hakkı doğuruyorsunuz kendinizce küçük hesaplar yaparak. ve bütün bunları herkesten saklıyorsunuz. biri duysa bunun orospu çocukluğu olduğunu söyler. çünkü kendisinin de aynı hesapları yaptığını bilir. kusurlu bir yanının açığa çıkmamasını isteyen herkes gibi, şiddetle reddederler onu. siz kimseye söylemeyin. herkes herkesi biliyor zaten. herkes herkesi biliyor da, herkesin herkesle birarada yaşamaya ihtiyacı var. benim yok mu. benim de var elbette. ama ben ihtiyaçlarımı sizin kadar umursamıyorum. biraz da bu yüzden buradasınız zaten.
her on bin kişiden birinin düştüğü bu hastalığa ben de yakalandım işte. nasıl diyorlar, yazar? şair? yakalanına bu adların takıldığı bir hastalık bu. hasta demeye dilleri varmıyor doktorların, çünkü onlara da tercümanlar. niye şaşırıyorsunuz, doktorların çıkarları yok mu sanki? onlar da insan değiller mi? ha bu konuyu kendime bağlamam gerekirse, ben ne yazarım ne de şair. henüz kimseyle paylaşmamış olmasamda, bitmiş bir romanım var, yazar değilim. şiirlerim var şair değilim. ben kendimi hiçbir şey olarak görememek hastalığın yakalandım ekstra olarak. bana göre yazarlık ve şairlik bir hastalık adı olsa da, topluma göre bu saygı duyulacak bir şey. bu yüzden bu sıfatları reddediyorum. elli tane kitabım da yayımlansa, reddedeceğim. yaptığım faaliyetler için; yazan, doğru ve yerinde bir kelimedir. hem daha önce de söyledim, suyu satana sucu derler, içene değil. böylelikle bu bağlamda beni eleştirme hakkını da sizden alıyorum, üzgünüm.
siz hiç yanlış nefes alıyor diye birini ayıpladınız mı? ya da doğru nefes alıyor diye takdir ettiniz mi kimseyi? işte olay bu kadar basit.
biraz kendimden bahsetmiş gibi oluyorum ama, bu gün kendimden bahsetmeye ihtiyacım var. biraz var. çok değil korkmayın.
hadi biraz da aşktan, sevgiden bahsedelim. biz, bizde olmayanları konuşmayı severiz çünkü. zenginin malı züğürdün çenesini her zaman yormuştur. yani, bu konuda zengin olan kimseyle henüz karşılaşmadım ama, olsun. diziler falan var bunun için var.
zenginliklerini kasalarda biriktiriyor insanlar. ziynet eşyalarını, hayatı boyunca harcayamayacakları paraları kendilerinden bile saklamak istiyorlar. biraz daha akıllı olanları ev, araba falan alıyor. ayaklarını bu şekilde yerden kesiyorlar. masmavi bir kıyıda, sırtını bir ağaca yaslayıp, günbatımınlarını seyretmek kimin umrunda. ama işte nedense onlara mutlu diyorlar. evi olan, arabası olan, kendini daha hızlı çürütmek için bir mesleği olanlara, kötülüğünü meşrulaştırmak için devlete sığınanlara mutlu diyorlar. yani mutlu sanıyorlar. öyle sayıyorlar. annem de öyle sanıyor mesela. iyi bir işim olsa da ölmeyecek miyim anne diye soruyorum, ki istesem iyi bir iş bulurum. benim bir şeyi aramaya niyetim yok pek. annem buna hep kızar. ben anneme hiç katılmam. onun dediklerinin aksine çok şey yaptım, bilse üzülür. bunlar aramızda kalsın. neticede önemli olan bir şeyi yapmak değil, onun ortaya çıkıp çıkmaması. kimse okumuyorsa yazmış, kimse görmüyorsa yapmış sayılmıyorsun. buraya şu soru gelecek, sahiden allahın varlığına inanıyor muyuz? yoksa bütün bu kötülüklerden sığınmak için kendimizi güvende hissedeceğimiz bir olgu mu arıyoruz. ölünce bitmesin istiyoruz bu kepaze yaşamı, yansak da devam edelim istiyoruz. bu yüzden mi cennet ve cehennem? ben cennete gidecek kimse göremiyorum sokaklarda, yani iyi insanlar var tabi ki ama onlarında cennete gitmek için gerekli koşulları yerine getirdiğini düşünmüyorum. iyi insanlar işte. merhametliler, adaletliler, kimseye kötülük etmiyorlar ama namaz kılmazlarsa cehennemlikler işte. maalesef. ya siz cidden bütün bunlara inanıyor musunuz? tanrı size göre korkulacak bir şey mi? sırf sonunda bir mükafat alacaksınız, hurilerle gününüzü gün edeceksiniz diye mi sakınıyorsunuz kendinizi bu dünyanın mükafatlarından? lan ne saçma şey bu. iyiyseniz iyisinizdir işte. neden bir iyiliği zaten öyle olması gerektiği için değil de, tanrıdan bir aferin kazanmak için yapıyorsunuz? bu şimdi çıkar değil de nedir? cevap verecek olanınız var mı?
özür dilerim rabbim ama bunları sormak zorundayım. sana da sormam gereken çok şeyler var aslında ama bunun için buraların biraz daha tenhalaşması gerek. bir kaç bira içeyim. günahkarlığım artsın. belki sonra. yüzüm olursa, gelirim huzuruna. yazılarımda sık sık senden bahsediyor olmam ve sana sen diye hitap ediyor olmam seni kızdırmıyor değil mi tanrım? ben babama da sen diyorum. kişisel değil yani. hanımefendi ve beyefendi de diyemiyorum. mesela bu yüzden kurumsal kafeslerde işim yok. ben daha geniş ve samimi kafeslerde ölmeliyim. bunu senden rica ediyorum. bir ricam daha olacaktı aslında, yanımda birini isteyecektim ama düşündüm. bunca iyilik lakırdısı etmişken kimseyi kendime maruz bırakarak cezalandırmak istemiyorum. ''uzun zamandır insanlarla yaşamıyorum, onlara maruz kalıyorum'' diye sitem ederken kağıtlara, şimdi kalkıp onlardan biri olmak bana yakışmaz elbette. ama ben yalnız mı öleceğim yani? bu, bu demek mi oluyor? yani bir gün, huzurla yaslayamayacak mıyım bir göğüse başımı? bir göğüse başımı yasladığım zamanlar nadiren de olsa oluyor elbette. ama bu öyle bir şey değil. bu başka bir şey. aradığım huzur bu dünyadan bağımsız. bir insandan da bağımsız olabilir. ben birini değil, birinin bana hissettirdiklerini sevmek istiyorum. kendimi sevmek istiyorum aslında bencilce. biri gelip bu yaralarıma dokunsun, iyileştirsin istiyorum. iyileştirsin ki sevebileyim kendimi. kendimi sevdikten sonra, bana bu imkanı vereni de severim elbette. yani neden sevmeyeyim. neden bir bıçak kullanmaya gerek duymadan açmayayım ona göğüs kafesimi. ve kalbimi neden vermeyeyim, cerrahi bir operasyona ihtiyaç duymadan. sabahattin ali ne diyordu '' sen sevdiğin insana ne verebilirsin? kalbini mi? ya ikincisine? ona da mı kalbini? atma be adaşım, kaç kalbin var senin'' kelimelerde farklılık olabilir, google a bakıp teyit etmeyeceğim şimdi, siz mevzuyu anladınız. işte benim bir tane kalbim var sabahattin abi. onu henüz kimseye vermedim. verdiğimi söylemedim, söyledin diyen varsa çıksın. şiir falan yazdıklarım oldu elbette, seviyorum dediklerim de oldu. ama ben sokak köpeklerini de severim. onlara da sevdiğimi söylerim. şiir yazmışlığım da vardır ürkek ürkek çöpleri karıştıran bir kediye. yani bu özel bir şey değil. kalbimi odamdaki tozlanmış masada, buğulu bir cam fanusun içinde, sigara paketinin hemen yanında muhafaza ediyorum. bir felakete yakından şahit olmaya ihtiyaç duyan varsa, adres vereyim, gelsin alsın. rica falan etmeyeceğim, gelsin alsın. imdat yakarışlarının ricası olmaz. hangi yaralının kurtarılmak isterken rica ettiğini gördünüz. o dediğiniz anca filmlerde olur.
uzun zamandır ilk kez bu kadar uzun saçmalıyorum. arka fonda güzel müzikler çalıyor, dışarıda kar havası var. odamı güneş ışınları aydınlatıyor, ısıtmıyor ama aydınlatıyor. bacaklarım yorganın altında, güneşin ısıtmıyor oluşu benim için bir sorun teşkil etmiyor. yapacak daha iyi bir işim olsa keşke şimdi. hevesli bir buluşmaya hazırlanıyor olsam. kalbimin sesi kulaklarımda yankılansa. içten içe terlediğimi hissetsem birinin yanına gitmeden üç beş dakika önce. kalbim genişlese. beni daha geniş bir salona alsalar mesela şairin dediği gibi. ama gel gör ki, hiçbir şey şairlerin dediği gibi değil bu gezegende. zaten şairler de doğruları söylemiyorlar. dünyanın en büyük duygu sömürücüleri; şairler ve yazarlar. bunun aksini iddia eden bütün yazarlarla ve şairlerle tartışabilirim. gerekirse yumruk yumruğa kavga da ederiz. ama bu böyle.
ne çok konuştum, ben bile sıkındım kendi iç sesimi duymaktan, siz hala nasıl oluyor da burada kalıyorsunuz. size de üzülüyorum biliyor musunuz. yapacak o kadar bir şeyiniz kalmamış ki, kalkıp en kötü ihtimali değerlendiriyor, yani buraları okuyorsunuz. canım insanlar. sizi seviyorum diyemeyeceğim. ama size acıyorum lan. vallahi. kendime acıdığımdan çok acıyorum hem de. hipnotize edilmiş yaratıklar gibi, komuta ihtiyaç duymadan yaşayamıyorsunuz. aileniz, patronunuz, öğretmeniniz, devletiniz. illa bi kontrol mekanizmanız olmak zorunda. ve siz itaat etmek zorundasınız. yazık. tamam ben de itaat ediyorum bazen. yaşamaya devam etmek için bazen ödün vermek gerekiyor. ama bu bazenler çoğalıp, sürekli hale gelince işin boku çıkıyor işte. acınacak haliniz oradan sonra başlıyor. yukarıda demiştim ya hani, kanalizasyondayız diye. kanalizasyondayız işte lan. hepsi bu. bu çiçek bahçesinde dolaşıyormuş edalarınız neden? kokuyu duymamak, pisliği görmemek için kapatmışsınız burnunuzu, gözlerinizi. iyi de bunu yapmak o gerçekliği yok kılıyor mu? nereye kadar kaçacaksınız gerçeklerden? cidden merak ediyorum. kenardan kenardan boka en az bulaşacak şekilde yürüyün gidin işte. hem belki sonunda gerçekten bir papatya bahçesine ulaşırsınız. ama gidin işte lan. siktirin gidin. böyle bokun içinde durup, üzerinize parfümler sıkarak temiz görünmeye çalışmanın akla yatkın olduğunu ve böyle olması gerektiğini size kim öğretti. bu sistem, sizi kanalizasyonda tutup, kanalizasyonda bulunan şeylerle memnun etmeye çalışıyor. neden aldanıyorsunuz? gitmediğiniz yerlerin varlığına inanmamak neden içinizi rahatlatıyor. hani siz allahı görmeden seviyordunuz. gitsenize lan işte. yürüsenize şu yolu. siktir edin size sunulan kuru ekmekleri. ilerde, tünelin sonunda çok güzel duş kabinleri vardır belki. mis kokulu çiçekler, neşeli çocuklar, gülümseyen insanlar, lezzetli yemekler vardır. bu sistem siz o tarafa doğru yürümeyin diye vardır ve o sayede ayaktadır belki de. bir hayal edin. bu ihtimal varken neden boktan sevinçlerle, umutlarla, mutluluklarla meşgul ediyorsunuz kendinizi? bunu kendinize bir sorun. ben soruyorum. her gün, her gece. kenardan kenardan, ellerimdeki pisliği duvarlara sürerek, kimseye bir şey sıçratmadan yürüyorum sadece. bana yalnız diyorlar, salak diyorlar. yaşamak güzel diyorlar. geçenlerde bunu birine de dedim, bilmeyenler hep mutlu. şimdi tekrar edeyim, bilmeyenler hep mutlu. bilseler, görseler hallerini, kendilerini görmek için aynaları kullanmasalar, akıllarını çıldırır sokaklara düşerlerdi içlerinde taşıdıkları pislikler yüzünden. bana kalsa ben de yüzleşmezdim elbette. kimseyi suçlamıyorum yüzleşmediği için. üzülüyorum, küfür ediyorum bazen ama kimseyi suçlamıyorum. bana kalsa suçlardım, ama bana kalmadı. kafamı duvarlara çarpa çarpa öğrendim. kanaya kanaya , mikrop kapa kapa iyileştim. susuzdum, su ikram edenleri geri çeviremedim. bana o kanalizasyonun suyunu içirdi en son güvendiğim insanlar. hepinize ekşimiş bir suratla bakıyorsam sebebi bu.
yine kendime acıdım bak. konu alakasız yerlere geldi. konunun sürekli alakasız yerlere gidişi, bedenimin alakasız yerlerde ikamet ediyor oluşundan kaynaklanıyor. ben şimdi, bir sırt çantasıyla yollarda olmalıydım. bilmemeliydim neredeyim, günlerden ne, saat kaç? acele etmemeliydim ölmek için. öyle olsaydı daha umutlu şeyler yazardım. hatta aşık bile olurdum belki öyle olsaydı. ya da, aşık olsaydım öyle olurdu belki, kimbilir. bunlar derin mevzular, şimdi bi kaç bira içmem lazım.
yani sevgili okurlar, bazen bana soruyorsunuz ya hani nasıl yazıyorsun falan diye. sanki hayret edilecek şeyler yazıyormuşum gibi. bu konuda kesin olarak bildiğim tek şey şu;
yazabilmek için, bilekten önce belin bükülmesi gerekiyor.
ve belin bükülmesi ne anlama gelir hepiniz biliyorsunuz. ister madden algılayın, ister manen. ikisi de doğru. tercih sizin hayata bakışınıza kalmış. kolay gelsin.
10 Şubat 2017 Cuma
sana bir ortadoğu şiiri yazmak istiyorum
içinde ölmeyen çocukların
bembeyaz güvercinlerin
gülümseyen kadınların ve beyaz barış bayraklarının
dalgalandığı bir yerden
kalbimde avrupai sözcükler yok
keşke olsaydı
keşke olsaydı da eyfel kulesine çıkıp
oradan
oradan kucaklasaydım varlığını
varlığını diyorum
ben varlığından daha uzun bir şiir bilmiyorum
taşralardan artan öfkeyi göğsümle yumuşatıp
ülkenin işlek caddelerine bırakıyorum
perşembe akşamları
perşembe akşamları
hiçbir şey bir perşembe akşamında olması gerektiği gibi değil şu günlerde
seccadeler tersine dönük
hutbeler okutuyorlar ikimizin şerefine
sen arapça bilmiyorsun
güzelim
ben de arapça bilmiyorum
arapça olmasa da allah var
şiir olmasa da sevgi
var
aşk var mı bilmem
ama sevgi var bir yerlerde
anneme sarılınca anlıyorum
sen gelsen mesela şimdi
kanıtlayamayacağım bir şeyler söylesem sana
aşk kanıtlanmak ister
bilirim
yine de
olsun güzelim
ideolojilere inanmayan bir köpek
sokakta feodal bir düzene karşı havlar
ben olmadığın yerlerde seni beklerim
somalide bir annenin yağmur yağdırmayan tanrıya olan öfkesiyle aynı hislerle
bilmeliyim güzelim
kıvrımlarını
aklının
suratımda merak edeceğin bir şey yok
gözlerime bak
gözlerimin içine bak
kaburgamın içinde saklıyorum ziynet eşyalarımı
güzelliği görmeye
illa göz mü lazım
yırtılmış solungacıyla karaya vurmuş bir balık
şarkı söylüyor
bu ne anlama geliyor bilmiyorum
bilmediğim çok şey var güzelim
saçlarının iki yandan sarkması omuzlarına
karlı dağların ortasından kıvrılan bir yol gibi
özlenen bir şeyleri taşıyor
şehirlerin otogarlarına
benimse arabam yolda kalmış
kar, kış, kıyamet
patinaj yapmaktan öteye gidemiyorum
zincirleri bileklerimden çıkarıp
lastiklere geçiremiyorum
neyse
zincirleri boşverelim
bu manzara iyi
sen yoksun ama bu manzara iyi
gözlerin yok ama bu aydınlık iyi
bu çocuklar
bu kuşlar
bu bütün yaratıklar
yedi kıta
iyi
sen varsın ve bir yerdesin
bu düşünce iyi
fazlasını yazmaya gücü yok bileklerimin
böylesi iyi
beni anla
beni duymasan bile beni anla
beni görmüyorsun ama
beni bil
ne olur diyemeyeceğim şimdi sana
ama
rica ediyorum
ben bir kuyuda seni bekliyorum
görsen
içimi
kuyuları kıskandırıyorum zihnimin rengiyle
ve derinliğiyle
derinlik kullanıldığı cümleyi olumlamaz sevgilim
bize yaşamayı yanlış yerden öğretiyorlar
ülkemizde özgürlük var
ve cumhuriyet
bir sürü çocuğu öldürdüler demokrasi adı altında
ben seni sevmek istiyorum
bir şeylerin adı altında
bu ülkede her şey mübah
her şey mübah da
bir sevenleri ayıplıyorlar
bir de öpüşen liseli çiftleri
ondördünde kızlar ölüyor
gelinlik giydiriyorlar naaşlarına
yirmisinde delikanlılar
postallar var ayaklarında
kemerleri sıkık, kaşları çatık
mütemadiyen ölüyoruz güzelim
sen
cemal süreyaya bile her zaman inanma
hayat kısa,
kuşlar ölüyor
yaşamaya pek vakit bulunmaz buralarda
bilirim elbette bu şiiri okuyacak vaktin yok
anlarım
devir acele yaşamak devri
sevmelerimiz acele
gitmelerimiz acele
adım adım gidiyorken
ecele
n'oluyor ulan burda, diyenlerin
hain damgası yediği bir
yerde
soluksuz, karanlık gecelerden birinde
ben sana sesleniyorum
dinsiz bir peygamberin seccadesinden
vatansız bir çocuğun
kıyıya vurmuş bedeniyle
kahretsin
ne güzel müzikler çalıyor
benim duyduklarımı sen de duyuyor musun
mümkünse duy
ama inanma
bana inanma güzelim
ben senin bildiğin şairlerden değilim
zaten ben şair de değilim
olsa olsa, yazanıyım bir şiirin
ya da
senin gibi bir manzaranın karşısında
tanrının atamasıyla konuşlanan
bulanık bir ayna vazifesindeyim
birileri buna şiir diyorsa
bunda benim suçum ne?
bir şeylerden ötürü beni maaşa bağlasınlar
seni sevmekten mesela
ve ya beklemekten bir şeyleri
hem biliyor musun
epeyce mesaiye kalıyorum bu aralar
rabbim devletlere zeval vermesin
halkların ölmesi sorun değil
hem kronolojik sırada ölüyoruz nasılsa
bir ölüyle bir şehidin arasında duran ince çizgide
bir gidip bir geliyor
ve kara kaplı deftere bir kaç sayı daha ekliyoruz cansız bedenlerimizle
hepsi bu güzelim
hepsi bu
bazı akşamlar seni düşünürken
kendimi galata kulesinin tepesinden aşağı sarkıtıyorum
hezarfen ahmet çelebi miyim neyim
zaten o hikayeye de yalan diyorlar
zaten bu topraklarda her şeye yalan diyorlar
güzelim
bu toprakları boşverelim
bu topraklarda artık rengarenk çiçekler
yetiştirmiyorlar
mesela şey
şimdi tam da burada bir konuya girmeliyim
nasılsa okumayacaksan güzelim
elbette bu şiiri burada bitirmeliyim
senin varlığına tırmanıp şöyle seslenmek istiyorum minarelerden
anneler ölmese
sigaram hiç bitmese
bu ışıklar sönmese
hiç
kimse çöpleri karıştıran kedileri tekmelemese
mesela
sen gitmesen
dur
san
-masam
da ben bir şeyleri
n külü
gırtlağımı yakmasa
ya da
dur
önce bir gelsen ya
hem belki
sen de gitmek istemezsin
kim bilir
içinde ölmeyen çocukların
bembeyaz güvercinlerin
gülümseyen kadınların ve beyaz barış bayraklarının
dalgalandığı bir yerden
kalbimde avrupai sözcükler yok
keşke olsaydı
keşke olsaydı da eyfel kulesine çıkıp
oradan
oradan kucaklasaydım varlığını
varlığını diyorum
ben varlığından daha uzun bir şiir bilmiyorum
taşralardan artan öfkeyi göğsümle yumuşatıp
ülkenin işlek caddelerine bırakıyorum
perşembe akşamları
perşembe akşamları
hiçbir şey bir perşembe akşamında olması gerektiği gibi değil şu günlerde
seccadeler tersine dönük
hutbeler okutuyorlar ikimizin şerefine
sen arapça bilmiyorsun
güzelim
ben de arapça bilmiyorum
arapça olmasa da allah var
şiir olmasa da sevgi
var
aşk var mı bilmem
ama sevgi var bir yerlerde
anneme sarılınca anlıyorum
sen gelsen mesela şimdi
kanıtlayamayacağım bir şeyler söylesem sana
aşk kanıtlanmak ister
bilirim
yine de
olsun güzelim
ideolojilere inanmayan bir köpek
sokakta feodal bir düzene karşı havlar
ben olmadığın yerlerde seni beklerim
somalide bir annenin yağmur yağdırmayan tanrıya olan öfkesiyle aynı hislerle
bilmeliyim güzelim
kıvrımlarını
aklının
suratımda merak edeceğin bir şey yok
gözlerime bak
gözlerimin içine bak
kaburgamın içinde saklıyorum ziynet eşyalarımı
güzelliği görmeye
illa göz mü lazım
yırtılmış solungacıyla karaya vurmuş bir balık
şarkı söylüyor
bu ne anlama geliyor bilmiyorum
bilmediğim çok şey var güzelim
saçlarının iki yandan sarkması omuzlarına
karlı dağların ortasından kıvrılan bir yol gibi
özlenen bir şeyleri taşıyor
şehirlerin otogarlarına
benimse arabam yolda kalmış
kar, kış, kıyamet
patinaj yapmaktan öteye gidemiyorum
zincirleri bileklerimden çıkarıp
lastiklere geçiremiyorum
neyse
zincirleri boşverelim
bu manzara iyi
sen yoksun ama bu manzara iyi
gözlerin yok ama bu aydınlık iyi
bu çocuklar
bu kuşlar
bu bütün yaratıklar
yedi kıta
iyi
sen varsın ve bir yerdesin
bu düşünce iyi
fazlasını yazmaya gücü yok bileklerimin
böylesi iyi
beni anla
beni duymasan bile beni anla
beni görmüyorsun ama
beni bil
ne olur diyemeyeceğim şimdi sana
ama
rica ediyorum
ben bir kuyuda seni bekliyorum
görsen
içimi
kuyuları kıskandırıyorum zihnimin rengiyle
ve derinliğiyle
derinlik kullanıldığı cümleyi olumlamaz sevgilim
bize yaşamayı yanlış yerden öğretiyorlar
ülkemizde özgürlük var
ve cumhuriyet
bir sürü çocuğu öldürdüler demokrasi adı altında
ben seni sevmek istiyorum
bir şeylerin adı altında
bu ülkede her şey mübah
her şey mübah da
bir sevenleri ayıplıyorlar
bir de öpüşen liseli çiftleri
ondördünde kızlar ölüyor
gelinlik giydiriyorlar naaşlarına
yirmisinde delikanlılar
postallar var ayaklarında
kemerleri sıkık, kaşları çatık
mütemadiyen ölüyoruz güzelim
sen
cemal süreyaya bile her zaman inanma
hayat kısa,
kuşlar ölüyor
yaşamaya pek vakit bulunmaz buralarda
bilirim elbette bu şiiri okuyacak vaktin yok
anlarım
devir acele yaşamak devri
sevmelerimiz acele
gitmelerimiz acele
adım adım gidiyorken
ecele
n'oluyor ulan burda, diyenlerin
hain damgası yediği bir
yerde
soluksuz, karanlık gecelerden birinde
ben sana sesleniyorum
dinsiz bir peygamberin seccadesinden
vatansız bir çocuğun
kıyıya vurmuş bedeniyle
kahretsin
ne güzel müzikler çalıyor
benim duyduklarımı sen de duyuyor musun
mümkünse duy
ama inanma
bana inanma güzelim
ben senin bildiğin şairlerden değilim
zaten ben şair de değilim
olsa olsa, yazanıyım bir şiirin
ya da
senin gibi bir manzaranın karşısında
tanrının atamasıyla konuşlanan
bulanık bir ayna vazifesindeyim
birileri buna şiir diyorsa
bunda benim suçum ne?
bir şeylerden ötürü beni maaşa bağlasınlar
seni sevmekten mesela
ve ya beklemekten bir şeyleri
hem biliyor musun
epeyce mesaiye kalıyorum bu aralar
rabbim devletlere zeval vermesin
halkların ölmesi sorun değil
hem kronolojik sırada ölüyoruz nasılsa
bir ölüyle bir şehidin arasında duran ince çizgide
bir gidip bir geliyor
ve kara kaplı deftere bir kaç sayı daha ekliyoruz cansız bedenlerimizle
hepsi bu güzelim
hepsi bu
bazı akşamlar seni düşünürken
kendimi galata kulesinin tepesinden aşağı sarkıtıyorum
hezarfen ahmet çelebi miyim neyim
zaten o hikayeye de yalan diyorlar
zaten bu topraklarda her şeye yalan diyorlar
güzelim
bu toprakları boşverelim
bu topraklarda artık rengarenk çiçekler
yetiştirmiyorlar
mesela şey
şimdi tam da burada bir konuya girmeliyim
nasılsa okumayacaksan güzelim
elbette bu şiiri burada bitirmeliyim
senin varlığına tırmanıp şöyle seslenmek istiyorum minarelerden
anneler ölmese
sigaram hiç bitmese
bu ışıklar sönmese
hiç
kimse çöpleri karıştıran kedileri tekmelemese
mesela
sen gitmesen
dur
san
-masam
da ben bir şeyleri
n külü
gırtlağımı yakmasa
ya da
dur
önce bir gelsen ya
hem belki
sen de gitmek istemezsin
kim bilir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)